“Tarihin tekerleği hep ileriye ve iyiye doğru döner” diye Marx’a mal edilen bir laf var. Marx’ın böyle bir sözü olduğunu sanmıyorum. Ama Marx ve Engels’ten öğrendiğimiz tarihin determinist (belirlenimci) yorumuna aykırı bir görüş de değil bu. Tarihsel, toplumsal olgulara niteliğini veren şartlar, kendi süreci içerisinde daha ileri bir durumun koşullarını hazırlar. Burjuvazinin kendi beraberinde “mezar kazıcısı” sınıfı da (proleterya) büyütmesi örneğinde olduğu gibi.
Ancak özellikle toplumsal düzlemde, şartlar olgunlaşsa da yeni bir duruma geçmek kendiliğinden olmaz. Bir “iradi müdahale” gerekir; buna da “volantirizm” deniyor. Buradaki “kritik” husus, şartların bir başka duruma evrilmesine olanak tanıyacak düzeyde olgunlaşıp olgunlaşmadığının doğru analizi oluyor; somut şartların somut tahlili. Misal, Marx ve Engels’e göre 1871 Paris Komünü hareketi, henüz şartlar kapitalizmi aşmaya elverişli değilken patlak vermiş bir toplumsal kalkışmadır. Buna karşın “eylem” bir kez başlamışsa, tavır almak da kaçınılmazdır. Nitekim Marks da Komün hareketini eleştirileriyle birlikte desteklemiş, kaçınılmaz gördüğü yenilginin ardından Fransa’da İç Savaş adlı eserinde çıkarılması gereken dersleri irdelemiştir.

Neyse. Niyetim tabii ki Marksist tarih yorumu üzerine bir tartışma açmak değil. Hep “ileriye” doğru döndüğü varsayılan tarihin tekerleğinin, Türkiye söz konusu olduğunda neden yerinde saydığı ile ilgili depreşen merakım nedeniyle hatırlattım bunu.

“Komünizm tehdit ve tehlikesi” diye bir şey kalmadı dünyada. Marks ve Engels’in geliştirdikleri ideolojide devrimci, dönüştürücü rolünü vurguladıkları proleteryanın bu rol ile bir alakası kalıp kalmadığı da oldukça müphem. “Emek” deyince insanların aklına sadece 1 Mayıs afişlerinde güçlü, kuvvetli, iri yapılı, pazuları şişkin ve pos bıyıklı, dünyayı bağlayan zincirleri kıran işçi tiplemesi de gelmiyor artık. Bilimsel, teknolojik ve iletişim alanındaki gelişmelere koşut biçimde toplumsal hayatın gün geçtikçe daha da karmaşıklaşan komplike yapısı, emek kavramını da çeşitlendirdi…
Bütün bunlarla beraber 1 Mayıs; özellikle çalışma yaşamında kanlı mücadelelerle elde edilen kazanımları bir tarihsel bilinç olarak hatırlamanın, mevcut şartlarda yaşanan sorun ve talepleri dile getirmenin, enternasyonal düzeyde birlik ve dayanışma duyarlılığını canlandırmanın simgesi olmuştur. Kendi başına bir sembol, bir kazanım ve değer ifade etmektedir. Bütün dünyada kutlanmaktadır ve 1 Mayıs’ı işçi, emekçi bayramı veya emek ve dayanışma günü olarak tanımayan, yasaklayan ülke kalmamıştır.

Malum, Türkiye, bu yasağı en son kaldıran ülkelerden biri. 2008 yılında 1 Mayıs’ın “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kutlanması ve 2009’da da resmi tatil günlerinden biri olması kabul edildi.

Hatırlayalım; 2010, 2011 ve 2012 yıllarında 1 Mayıs kutlamalarının Taksim Meydanında yapılmasına izin verildi ve hiçbir “olay” yaşanmadı.

2013 yılında ise, meydandaki inşaat hali gerekçe gösterilerek izin verilmedi. Bu satırların yazarı o zaman naçizane ve safiyane, “Meydanda gerçekten de tadilat, inşaat var, bu sene ısrarcı olmaya gerek yok” dedi diye işitmediği “Sen de mi Brütüs!” mahiyetinde laf kalmadı. Mesele sahiden de “inşaat var” değilmiş ama. Çünkü “yasak” devam etti ve ediyor…

“Neden illa da Taksim?” diyenler var hala. Bu sorunun cevabını anlamak için öncelikle bu tür günlerin, yıl dönümlerinin, insanların hafızalarına kanla kazınmış olaylarla biribirinden ayırt edilemez ve etmemek de gereken bir anlamı olduğunun anlaşılması gerekir.

12 Eylül darbesinin “şartlarını olgunlaştırmak” için gerçekleştirilen diğer kontrgerilla operasyonları gibi 1 Mayıs 1977 katliamı da hala aydınlatılmış değildir. Halil Berktay’ın insanı acı acı düşündüren “Devletin bir kabahati yok, hep solcuların yüzünden!” iddiasına karşın devletin “derin” birimlerinin olaydaki dahli açık ve nettir.
Bu sene de İstanbul’da 1 Mayıs, kuşatılmış Taksim ve yüksek düzeyde alarma geçirilmiş güvenlik güçlerinin görüntülerine sahne oldu. Yüzlerce kişi yaka paça gözaltına alındı. İnatçı göstericiler biber gazı ile “püskürtüldü.” Gelişmeleri izleyen gazeteciler için telsizlerden, “Gazetecileri süpürün” talimatları verildi. İçişleri Bakanı güvenlik güçlerini tebrik ve takdir etti. Sürpriz yok: Üyelerine “Taksim’e yürüyeceğiz!” çağrısı yapan sendikalar ve CHP, her sene olduğu gibi bu 1 Mayıs’ta da son dakikada yürümekten ve ısrar etmekten vazgeçti, insanları polis barikatlarıyla baş başa bıraktı…

Tarihin tekerlekleri Türkiye söz konusu olduğunda yerinde saymaya devam ediyor ve 1 Mayıs, bunun yegane örneği de değil maalesef…

***
Bugün, 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü günü. Geçen yıl Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütünün hazırladığı 2023 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksinde Türkiye, 180 ülke içerisinde 165’inci sırada yer almıştı. RSF’ye göre bu, Türkiye’yi “sorunlu” olmaktan “vahim” kategorisine yükselten bir durumdu. (Listenin son üç sırasında Kuzey Kore, Çin ve Vietnam vardı.) Bu geriye doğru gidişin tersine döndüğüne dair bir gelişme görünmüyor maalesef.
Bu yazının ana fikri için herhangi bir veciz veya özlü söz kullanmayacağım ve yürürlükteki anayasanın pratikte uygulanmadığı için anlamını kaybetmiş 26. Maddesini hatırlatacağım, üzerinde düşünelim diye:

ANAYASA MADDE 26. – Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar.

QOSHE - Tarihin tekerlekleri, Türkiye söz konusu olunca… - Cafer Solgun
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Tarihin tekerlekleri, Türkiye söz konusu olunca…

47 5
03.05.2024

“Tarihin tekerleği hep ileriye ve iyiye doğru döner” diye Marx’a mal edilen bir laf var. Marx’ın böyle bir sözü olduğunu sanmıyorum. Ama Marx ve Engels’ten öğrendiğimiz tarihin determinist (belirlenimci) yorumuna aykırı bir görüş de değil bu. Tarihsel, toplumsal olgulara niteliğini veren şartlar, kendi süreci içerisinde daha ileri bir durumun koşullarını hazırlar. Burjuvazinin kendi beraberinde “mezar kazıcısı” sınıfı da (proleterya) büyütmesi örneğinde olduğu gibi.
Ancak özellikle toplumsal düzlemde, şartlar olgunlaşsa da yeni bir duruma geçmek kendiliğinden olmaz. Bir “iradi müdahale” gerekir; buna da “volantirizm” deniyor. Buradaki “kritik” husus, şartların bir başka duruma evrilmesine olanak tanıyacak düzeyde olgunlaşıp olgunlaşmadığının doğru analizi oluyor; somut şartların somut tahlili. Misal, Marx ve Engels’e göre 1871 Paris Komünü hareketi, henüz şartlar kapitalizmi aşmaya elverişli değilken patlak vermiş bir toplumsal kalkışmadır. Buna karşın “eylem” bir kez başlamışsa, tavır almak da kaçınılmazdır. Nitekim Marks da Komün hareketini eleştirileriyle birlikte desteklemiş, kaçınılmaz gördüğü yenilginin ardından Fransa’da İç Savaş adlı eserinde çıkarılması gereken dersleri irdelemiştir.

Neyse. Niyetim tabii ki Marksist tarih yorumu üzerine bir tartışma açmak değil. Hep “ileriye” doğru döndüğü varsayılan tarihin tekerleğinin, Türkiye söz konusu olduğunda neden yerinde saydığı ile ilgili depreşen merakım nedeniyle hatırlattım bunu.

“Komünizm tehdit ve tehlikesi” diye bir şey kalmadı dünyada. Marks ve Engels’in geliştirdikleri ideolojide devrimci, dönüştürücü rolünü vurguladıkları proleteryanın bu rol ile bir alakası kalıp kalmadığı da oldukça müphem. “Emek” deyince insanların aklına sadece 1 Mayıs afişlerinde güçlü, kuvvetli, iri yapılı, pazuları şişkin ve pos bıyıklı, dünyayı bağlayan zincirleri kıran işçi........

© P24


Get it on Google Play