Hayatın en büyük mücadelesi temel ihtiyaçlarını karşılayarak öncelikle sağ kalmak ve hakkını vere vere yaşamaksa, bir diğeri de gerçeği bilmek olmalı. Gerçek kadar korkulan ve ulaşılmaz kılınan çok az şey var bu dünyada.

Analog zamanlarda gerçek nerede sorusunun cevabını kimi zaman gazeteler arası çapraz okuma yaparak bulduğumu hatırlarım. Sonra belli isimlerin “Gerçek budur” nidaları, hemen tersi kutupta konuşlanmak için yeterli bir koordinattı. Güvenirliğini sorgulamadığım insan hakları ve gazetecilik kurumlarının raporları da imdada yetiştirdi.

Şimdilerde ortalık toz duman. Özellikle İsrail’in Gazze’de giriştiği soykırım harekâtının Batı medyasında sunuluş hâli, gerçek dediğimiz şey için koşulsuz var olması gereken kaynakların nasıl da tüketildiğinin ilanı. Gözümün önünde hep hastane saldırısı sonrası Filistinli doktorların yer yanları ölü çocuklarla kaplı hâlde düzenlediği basın toplantısı var. Bazı halklar için öldürülmek yeterli değil. Öldüğünü, öldürüldüğünü göstermek zorundasın. O zaman bile sana inanılacağı şüpheli. Ola ki bir gerekçe vardır. Makul bir açıklama. İsrail yetkililerine göre bu gerekçe, “Gazze’de sivil halkı korumak için Hamas’a karşı yapılan bir operasyon.” 23 bin Filistinlinin öldüğü, en az 1 milyon 900 binden fazla Filistinli’nin de yerinden edildiği bir “operasyon”.

İşin aslı şu ki soykırımı haklı çıkarabilecek bir gerekçe yok. Bir halkın kırılasıyla öldürülüşünün, insandan sayılmayışın gerçeği oracıkta gözümüzün önünde duruyor. Tam da şu günlerde Güney Afrika Cumhuriyeti'nin, İsrail'in Gazze'deki fillerinin Soykırım Sözleşmesi'ni ihlal ettiği gerekçesiyle Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) açtığı davanın ihtiyati tedbir taleplerine ilişkin ilk duruşmasında Güney Afrika'nın hukuk ekibinden İrlandalı avukat Blinne Ni Ghralaigh’nın kayıtlara geçen ifadesinde dediği gibi: “Gazze'deki soykırım; cep telefonlarımıza, bilgisayarlarımıza ve televizyon ekranlarımıza canlı olarak aktarılan Filistin halkına yönelik soykırımın dehşetine rağmen kurbanlarının dünyanın bir şeyler yapabileceği umuduyla kendi yıkımlarını gerçek zamanlı yayımladıkları tarihteki ilk soykırım oldu.”

Niyetin kendisi, kullanılan dilde de mevcut. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun İsrail askerlerine hitaben Yahudilerin Mısır'dan çıkışına atıfta bulunan Tevrat'ın Tesniye kitabındaki “Siz, Mısır'dan çıktıktan sonra Amaleklilerin yolda size neler yaptığını anımsayın!” ifadesini hatırlayalım. Gazzelileri topyekûn “kötülüğün zirvesi” olarak göstermesini. Ya da İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant’ın, “Biz insansı hayvanlarla savaşıyoruz” sözünü ve aşırı sağcı İsrailli bakanlar Bezalel Smotrich ve Itamar Ben Gvir’in, Gazze'den mümkün olduğunca çok sayıda Filistinliyi bölgeyi terk etmeye ikna etme zamanının geldiği bir “göç projesi” çağrılarını. Söz ve eylem hiç bu kadar tutarlı olmamıştı.

Teknolojik gelişmelerle artan ve çeşitlenen iletişim kaynaklarının gerçek söz konusu olduğunda böylesi bir engel teşkil edeceğini söyleseler inanmak istemezdim. Ama hayatın en güncel kara mizahı olarak, durum tam da böyle. Chinua Achebe’nin dediği gibi: “Aslanların kendi tarihçileri ortaya çıkana kadar bir avın hikâyesi her zaman avcısını yüceltecektir.”

Dilin doğasında saklananlar

Gerçeği, dilin yapısı ve tonundan da yakalar insan. Yalanın dili süslü püslü, bol tamlamalı, iç içe geçen cümlecikler eşliğinde kaybolduğunuzu ve nihai fiile hiçbir zaman ulaşamayacağınızı hissedeceğiniz kadar dolambaçlıdır. Ferah zamanlarda kötücül bir mükemmeliyetçilikle üretilmiştir. Nüanslı ve referanslıdır, üsttencidir. Bu dil hamasi söylemler, retorik sorularla doludur. Hüküm dağıtır, geneller. Kitleleri harekete geçirecek güce ulaşmak uğruna emreder. Mutlaktır, sorgulanmaya zemin bırakmaz kendi içinde. Ne diyorsa odur. Biat buyurur.

Gerçeğin diliyse tökezler. Kendini ifade etmekte zorlanır bazen. Çünkü kimse ona doğru dürüst kulak vermemiş, kendi hikâyesinin anlatılmaya değer, inanılmaya haiz olduğunu hissettirmemiştir. O kadar uzun zaman kendisiyle bir başına kalmıştır ki, hayatın yalanlarla dolu gerçekliğinden kopmuş bile olabilir. Ya da nesneleştirilmiş, kendi adına bilgiç bilgiç konuşulanları dinlemekle yetinmek zorunda kalmıştır. Kendini unutmaya yüz tutmuştur. Ürpererek varlığını hatırlar sil baştan.

Gerçeğin dili somut anılara, hafızaya kaydolmuş anılara dayanır. İnsanın hikâyesidir. Orada bütün duyulara yer vardır. Tatlar, kokular, görüntüler, sesler ve dokular… Gerçeğin dili çelişkilere düşmekten, kendini tekrar etmekten, birlikte düşünmekten korkmaz. Her defasında farklı bir ayrıntıyla öne çıkacak olsa dahi özünün sahiciliğini bilir. Gücünü bu bilgiden alır. Uğradığı onca haksızlık karşısında haklıdır. Onuru vardır.

Özneye ve tanığa sesini duyurma imkânı vermekle başlar her şey. Bir susup gerçeği onu yaşayandan dinlemekle. Nasıl olmuşsa, öyle.

Gerçeğin peşinde koşmak bitmek bilmez bir hafiyelik. Öyle boş zamanlarda akla gelen hobilerden de değil, başlı başına bir yaşama uğraşı. Gerçeğin boşa düştüğü yerde her şey bir yanılsamaya dönüşüyor. Elinde tuttuğun bir nesnenin bile somutluğu kalmıyor matrikslerde.

Anı olamayan anlar

Geçenlerde Yılbaşı kutlaması için meydanda toplanan yüzbinlerin ortak bir komut almışçasına akıllı telefonlarını başlarının üzerinde tutmaya ve havai fişek gösterisini kaydetmeye çalışmasını kaydeden bir fotoğraf yayınlandı. Yüzbinlerce ışıklı ekran, gözün kendisi yerine kayda girişmiş. Kişinin hükmü yok. O meydanda oluşunun, başını kaldırıp gökyüzüne bakmak, sonra yanındakine sarılmak, havai fişeğin fırlatılışındaki ıslıksı sesi, patlama ânındaki renk cümbüşünü, yaydığı kokuyu belleğe yerleştirmek yok. “Ben o gece yarısı o meydandaydım” delili sunmak esas olan. Kime ve neden sunulmalı, o da belli değil. Çünkü böyle bakıldığında kaydettiğin görüntüde de özgün bir yan yok. Oradaydın, aferin sana. Peki telefonunu kafanın üzerinde titretmeden tutmak dışında ne yaşadın? Ne kaldı sende o andan?

Dolayısıyla anıların da savaşı bu. Anı dediğin; önce anda olmayı, o an yaşanan şeyle bağ kurmayı ve o duygular eşliğinde kaydedilmeyi gerektirir. Şimdiyse kaydetmek ve teşhir etmek yaşamanın önüne geçiyor. Yaşamadığın bir şeyleri göstermenin derdindesin. Bir pozda olmanın kaygısında.

Eskiden sözün bulandığı yerde görüntünün her şeyi göstereceğine inanılırdı. Oysa yapay zekalı düzende şimdi ölmüş insanların ağzına demedikleri şeyleri sokuşturmak, tuhaf kolajlarla gerçekliği olmayan imgeler yaratmak çocuk oyuncağı. İnsana bu kadar bilgi ve imkân sunan yapay zekanın tuzaklara dönüştürülebilmesinde çok acıklı bir yan var.

Instagram fenomenlerinin doğal görünüm “kusurlarını” düzeltmek için kullandıkları filtreler, giyinmek, temizlik yapmak, evde salınmak, yemek pişirmek gibi gündelik hayatın eylemlerini macera akışına dönüştüren video programları sayesinde mükemmeliyete bükmeye çalıştıkları gerçek ne tuhaf ki kusuruyla biricik. Giderek herkesin bir tipe, konuşmaların basmakalıp söz öbeklerine dönüşmesi hep bundan. O tüketen mükemmel arayışından. Görüntü enflasyonu ve kakafoni eşliğinde fani ömründe sahici tek bir bağ, kalıcı tek bir iz bırakmadan kayıyorsun. Kayan bir yıldızı da göremeden elbette.

Ama daha da beteri var. Toplumsal önemi olan bir gerçeği, inkâr edilemez gıdımlarını gösterip yalanlarla, komplolarla, kumpaslarla süslediğinde gerçeğin insanı dehşete düşüren, uyandıran gücüne de kast ediyorsun. Çünkü gerçek sadece görünmekle yetinmez. “Hadi bakalım, beni gördün. Beni bildin. Şimdi bu bilgiyle ne yapacaksın?” diye meydan okur insana. Sahiplenilmeyi ve hayatın akışında kendisi eşliğinde bir dönüşüme yol açmayı talep eder. O dönüşüm de işte epey yürek ister.

Bunca görüntü ve ses kirliliği eşliğinde insanlığı kayıtsızlığın çöplüğünde debelenir bırakmak elbette her tür erkin hedefi. Böylece kitleler rahatça yönetilir. Bütün sebep-sonuç ilişkileri ortadan kalkar. Semptomlar hastalık, sonuçlar asıl neden, masumlar da günah keçisi olur. Çark tatlı gıcırtısıyla ezmeye devam eder.

Gerçeğin hacı yatmaz özelliği vardır ama. Suda batmaz, darbelerle yıkılmaz, havada çözülmez. Toprağa da gömülemez ilelebet. Üstünde biten fidanlarla, kayaları oyan rüzgârla, ayın gelgiti, depremin yıkıcılığı, yolunu kazan suyla ortaya çıkar. Çıkar ve hakkını ister. Dünya, üstünde yaşayanlara layık bir gezegen, üstünde yaşayanlar da ona ait birer sakin olabilsinler diye. Doğa karşısında bir toz zerresi olduğu bilincine sahip ve o zerre içerisinde eşsiz olduğunun farkında bir varlık olduğunu bilsin ve hiç unutmasın diye.

Gerçek uğruna verilen her mücadele herkes için havayı, suyu, toprağı, hayatı temizler. Ölüler ve diriler bir anlığına derin bir nefes alabilir. Utanmadan. Şöyle göğsünü gere gere. Ve bu ânı herkes belleğine yaşanmış bir anı olarak kaydeder. Hatırlanmaya değer olur hayat. Tutunursun. Dünya yörüngesine geri döner.

-----

Fotoğraf: Gazze, 5 Kasım 2023. (Gazeteci Motaz Azaiza)



QOSHE - Gerçeğin peşinde - Karin Karakaşlı
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Gerçeğin peşinde

6 0
15.01.2024

Hayatın en büyük mücadelesi temel ihtiyaçlarını karşılayarak öncelikle sağ kalmak ve hakkını vere vere yaşamaksa, bir diğeri de gerçeği bilmek olmalı. Gerçek kadar korkulan ve ulaşılmaz kılınan çok az şey var bu dünyada.

Analog zamanlarda gerçek nerede sorusunun cevabını kimi zaman gazeteler arası çapraz okuma yaparak bulduğumu hatırlarım. Sonra belli isimlerin “Gerçek budur” nidaları, hemen tersi kutupta konuşlanmak için yeterli bir koordinattı. Güvenirliğini sorgulamadığım insan hakları ve gazetecilik kurumlarının raporları da imdada yetiştirdi.

Şimdilerde ortalık toz duman. Özellikle İsrail’in Gazze’de giriştiği soykırım harekâtının Batı medyasında sunuluş hâli, gerçek dediğimiz şey için koşulsuz var olması gereken kaynakların nasıl da tüketildiğinin ilanı. Gözümün önünde hep hastane saldırısı sonrası Filistinli doktorların yer yanları ölü çocuklarla kaplı hâlde düzenlediği basın toplantısı var. Bazı halklar için öldürülmek yeterli değil. Öldüğünü, öldürüldüğünü göstermek zorundasın. O zaman bile sana inanılacağı şüpheli. Ola ki bir gerekçe vardır. Makul bir açıklama. İsrail yetkililerine göre bu gerekçe, “Gazze’de sivil halkı korumak için Hamas’a karşı yapılan bir operasyon.” 23 bin Filistinlinin öldüğü, en az 1 milyon 900 binden fazla Filistinli’nin de yerinden edildiği bir “operasyon”.

İşin aslı şu ki soykırımı haklı çıkarabilecek bir gerekçe yok. Bir halkın kırılasıyla öldürülüşünün, insandan sayılmayışın gerçeği oracıkta gözümüzün önünde duruyor. Tam da şu günlerde Güney Afrika Cumhuriyeti'nin, İsrail'in Gazze'deki fillerinin Soykırım Sözleşmesi'ni ihlal ettiği gerekçesiyle Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) açtığı davanın ihtiyati tedbir taleplerine ilişkin ilk duruşmasında Güney Afrika'nın hukuk ekibinden İrlandalı avukat Blinne Ni Ghralaigh’nın kayıtlara geçen ifadesinde dediği gibi: “Gazze'deki soykırım; cep telefonlarımıza, bilgisayarlarımıza ve televizyon ekranlarımıza canlı olarak aktarılan Filistin halkına yönelik soykırımın dehşetine rağmen kurbanlarının dünyanın bir şeyler yapabileceği umuduyla kendi yıkımlarını gerçek zamanlı yayımladıkları tarihteki ilk soykırım oldu.”

Niyetin kendisi, kullanılan dilde de mevcut. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun İsrail askerlerine hitaben Yahudilerin Mısır'dan çıkışına atıfta bulunan Tevrat'ın Tesniye kitabındaki “Siz, Mısır'dan çıktıktan sonra Amaleklilerin yolda size neler yaptığını anımsayın!” ifadesini hatırlayalım. Gazzelileri topyekûn “kötülüğün zirvesi” olarak göstermesini. Ya da İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant’ın, “Biz insansı hayvanlarla savaşıyoruz” sözünü ve aşırı sağcı İsrailli bakanlar Bezalel Smotrich ve Itamar Ben Gvir’in, Gazze'den mümkün olduğunca çok sayıda Filistinliyi bölgeyi terk etmeye ikna etme zamanının geldiği bir “göç projesi” çağrılarını. Söz ve eylem hiç bu kadar tutarlı olmamıştı.

Teknolojik gelişmelerle artan ve çeşitlenen iletişim kaynaklarının gerçek söz konusu olduğunda........

© P24


Get it on Google Play