Edebiyatın yalana, riyaya izin vermeyen hakikat inadı, meramın olan şeyleri anlatırken en zorlu sınavındır. Kendine bile anlatamadıklarını, hiç bilmediğin, uzaklarda bir yerde siluet hâlinde görünen hayalî okura nasıl ileteceksin? Teninde deneyimlediğin şeyleri, acı ve utanç içeren travmaları nasıl dökeceksin ortaya? Bunun için korkunu da aşan bir gerekçen olmalı. Okkalı bir sebebin. Sana rağmen seni harekete geçirecek aciliyetin.

Édouard Louis’in Ayberk Erkay’ın akıcı çevirisiyle 2021’de Can Yayınları’ndan çıkan Eddy’nin Sonu kitabı böyle bir can havlinin ürünü. Anlatılanlar, en başından tamamen otobiyografik olduğunu bildiğiniz bu hikâyede sadece yazarın sağ kalmış ve bunları yazmış olması tesellisiyle bir nebze hafifleyecek denli ağır. Bir yandan da bunları yaşayan ve böylesine dürüst, böylesine temiz anlatan biri varken, okur olarak kendinizi koruma derdine düşmeyi şımarıklık sayacağınız kadar sahici. Bu sahicilik hissi, yer yer yazarın terapi seansına girmişsiniz ya da gece sırtı üstü yatarken tavana bakarak fısıldadıklarını dinlemişsiniz gibi mahrem. O izin verdiği için bir dikizciyiz. Kendine ve başkalarına söylediği yalanların sırdaşı.

Peki ama neden? 1990’ların sonunda Kuzey Fransa’da yoksulluğun sorgulanmaz bir kader olarak yaşandığı küçücük bir kasabada okulda akran zorbalığına, evde şiddete uğrayan, bütün bu zulmü dünyanın en doğal şeyiymişçesine içinde biriktiren on yaşında bir çocuğun, kendisiyle bir sebepten aynı kaderi paylaşan herkese çığlık niyetine emaneti bu hikâye. Ben sağ kaldım, yalanımı öldürdüm, gerçeğimi doğurdum, bilin istedim müjdesi.

Küçükken yaşadıklarımızın bir kısmının kelimesi yoktur henüz. Misal kafamız çatlayacak gibi gelir ama biri “Senin başın mı ağrıyor yoksa?” diyene kadar bize ne olduğunu anlayamayız. Eddy’nin elinde eşcinsel kelimesi yok. Kasabanın diğer oğlanları gibi olamadığı bilgisi var sadece. Bir de hiç böyle olmaması gerektiğine dair bin bir uyarı, hakaret, şiddet. Olduğu hâl ailesi de dahil hiç kimsenin gözünde normal değil, makbul değil; basbayağı hatalı bir üretim gibi hissediyor. “... her neysem, niye böyle olduğumu ben de bilmiyordum. Bu tavırların hükmüne girmiş, onlara boyun eğmiştim. O ince sesle konuşmayı ben seçmiyordum. Yürüyüşümü ben seçmiyordum, yürürken kalçamın sağa sola oynamasını ben seçmiyordum -ama duyuyordum, hep duyuyordum söylendiğini- o tiz çığlıkları atmayı ben seçmiyordum, ben atmıyordum o çığlıkları, şaşırdığım, heyecanlandığım ya da korktuğum zaman ağzımdan -sözcüğün gerçek anlamıyla- kaçıyorlardı.”

İmajın kadarsın

Utanç korkudan ağır bastığı için iki okul zorbasının onu her seferinde kıstırdığı tenha koridora dönmekten alıkoyamıyor kendini. “Dayağı başka bir yerde, bahçede, başkalarının gözü önünde yemekten bir şekilde kaçınmam gerekiyordu, öbür çocukların gözünde dayak yiyen biri olmamaya mecburdum. Yoksa şüpheleri doğrulanmış olurdu: Bellegueule dayak yediğine göre ibneymiş (ya da tam tersi, aynı şey). Mutlu çocuk imajı vermeyi tercih ediyordum. Sessizliği en büyük müttefikim ve bir anlamda, bu şiddetin suç ortağı bellemiştim.”

Bu imaj kelimesi boş yere seçilmemiş. Elbette Eddy’nin de çocuksu hayal gücü ve oyunlara yaslanan kayıtları var belleğinde: orman yürüyüşleri, ağaç evler, şömine ateşi, taze sağılmış süt, yaprak yığınları, meyve ağaçları… Gel gör ki anlatması gereken şeyler bunlar değil. Sebebini açıklarken kurduğu cümle, bütün bir edebiyatın varoluş doğasını da kapsar nitelikte: “Çocukluğuma dair mutlu bir anım yok. Tüm bu yıllar boyunca mutluluk ya da sevinç duygusunu tatmamış olduğumu söylemek istemiyorum. Ama şu var ki acı totaliterdir: sistemine girmeyen her şeyi yok eder.”

Eddy Bellegueule, her dışlanmış gibi muhteşem gözlem yetenekleri geliştirdiğinden, çocukken öznel ayrıntılar olarak toparladığı bütün deneyimlerin yıllar içinde sistem tarafından bilinçle dayatılan sömürü siyasetinin bir tezahürü olduğunu da anlıyor. Bu dolap beygiri hayat çarkını, insanın elinden hayal kurma hakkını bile alan ve sorgulanması dahi akla gelmeyen çıkışsızlığı tek bir cümleye sığdırıveriyor. “Parasızlığın sebep olduğu imkânsızlık, bir şey istemeyi de imkânsız hale getiriyor, bu da herhangi bir imkânın doğmasını baştan imkânsız kılıyordu.”

Genetik mirasa ve olduğu hâliyle sürekli aşağılanışına karşı geliştirdiği savunma mekanizmaları besbelli kitaba konu olan çocukluk ve ilk gençlik yıllarını aşan bir zaman boyunca da devam etmiş. Sonra işte bu romanı yazmaya karar vermiş ya da yazmadan hayata devam edememiş ve kendi eski hayatını unufak etme pahasına her şeyi önümüze boca etmiş: “Aradan yıllar geçtikten sonra Paris’e, École Normale’e geldiğimde arkadaşlarımdan aynı soruyu duyacaktım: Ailen seni neden hiç diş hekimine götürmedi. İmdada yetişen yalanlar. Annemle babam kendilerini bohem yaşama biraz fazla kaptırmış, entelektüel insanlardı, iyi bir edebiyat eğitimi almama o kadar özen gösteriyorlardı ki maalesef arada sağlığımı ihmal ettikleri oldu.”

Ruh cerrahisi

Elimizdeki kitabı, yazarının hayat hikâyesi dökümü ya da günlük parçaları olmaktan çıkaran şey, bir cerrah soğukkanlılığı ile soyunduğu kurgu işi. Genetik kodlarına kadar kazınmış travmaları tekil bir anlatıdan çıkararak toplumsal bir kayıt ve evrensel bir hikâye kılabilmek çok büyük emek ve mesafe gerektiriyor. Édouard Louis, küçük kesitler hâlinde bölümlediği romanda, anne babasının kendi doğumundan çok önce başlayan hayat maceralarını da dinlediği ve öğrendiği bilgilerle bize sunuyor. Arada ana damara yeni arterler, sıra dışı karakterler de katılıyor. Hepsinin ortak özelliği eril, ırkçı ve emek sömürücü bu düzenin isyancıları ya da kurbanları olarak esası açık etmeleri. Kuzen ve arkadaşlarla dört kişi olarak takıldıkları ama nihayetinde Eddy’nin bedelini tek başına ödemek zorunda bırakıldığı “evcilik” kod adlı tecavüzün sonunda riyanın özünü, “ibnelik” sınırlarını de en keskin hâliyle kayda geçiriyor: “Yapmak suç değildi demek, olmak suçtu. En çok da öyle görünmek.”

Bu romanda tek bir kavram dahi yok. Ne heteronormatif değerler ne homofobi ne ırkçılık ne neo-kapitalist öğütücü politikalar... Kenarlı köşeli, yabancılaştırıcı üst dilin zerresini bulamazsınız. Çünkü Eddy’nin ve çevresindekilerin kendilerini ifade şekli bu değil ve Édouard Louis, sonradan dahil olduğu entelektüel, akademisyen çeperinin jargonuyla hiç kimseyi ve hiçbir şeyi nesneleştirecek değil. Burada hayatı doğduğu andan itibaren ipotek altına alınmış insanların kendi sesi var. Bir kez olsun özne olma ihtimalleri. Yazarın en büyük dertlerinden biri belli ki o sesi sahibine iade etmek, anlatacak hikâyesi olduğu düşünülmeyenin yaşadığı hayatı edebiyatın orta yerine bırakıp gitmek. Sahneler kurarak gösteriyor. Yorumu ve duyguları bize bırakıyor. Bildikten sonra düşünmeden ve hissetmeden edemiyoruz zaten. O ki Eddy’nin hikâyesi artık bize emanet. O ki Eddy’nin hikâyesi Eddy’le başlayıp bitmiyor.

Topu birden sistem tarafından gözden çıkarılmış bu kasaba insanları içerisinde de hiyerarşiler var. Bakkalın, öğretmenin, belediye başkanının, doktorun çocukları Eddy’nin varlığını sezinlediği ama hiç doğrudan tanık olmadığı başka bir hayata ait zaten. Ama erkeklerin posaları çıkana kadar kasabanın fabrikasında ömür tükettikleri, kadınların genç yaşta hamile kalıp bakımsızlıktan dökülen evlerde ya da kasiyerlik, yaşlı bakımı gibi işlerde eridikleri bu düzende tamamen sosyal yardıma muhtaç, insanlık dışı koşullarda yaşayanlar, Araplar ve elbette “ibne” diye yaftalananlar hep en alt sırada olacak. Dibin de dibinde.

Kaçış ve varış

Evden ilk kaçma girişimi aslında bulunmayı da isteyen bir çaresizlik. “Bir başarısızlıktı, boyun eğişti kaçmak benim için. Diğerleri gibi olabilseydim, başarılı olurdum, o yaşta başarmanın anlamı buydu. Ben her şeyi denemiştim.”

Eddy, her bir sakini “ibne” olduğunu bilen bu kasabada, aksini ispat için “Bugün sert bir delikanlı olacağım” şiarıyla verdiği bütün uğraşlar boşa düşünce ve sığınılacak tek bir delik kalmayınca bu kez tiyatro grubuyla yaptığı çalışmalarla aralanan yeni şehirdeki lise imkanına sığınarak, kendisini hiç tanımayanlar eşliğinde Eddy’ye yeniden başlamayı umuyor. “Ailemden uzağa gitmek, o iki oğlanla bir daha karşılaşmamak istiyordum. Kimsenin beni ibne olarak algılamayacağı -göstermiş olduğum gelişim sayesinde bunu umuyordum- yeni topraklara adım atmak istiyordum.”

Epilog bölümünde satırlar iyice kısalıyor, fırça darbelerine öykünen tamamlanmamış cümleciklere, nefes yetmemiş gibi yarıda bırakılmış ifade kalıplarına dönüşüyor. Eddy, yeni okulunda, “entelektüel burjuvazinin kadınsı bedenlerine”, oğlanlar arası görece rahatlığa bakarak umutlanıyor bir an: “Belki de ibne değilim, hiç olmadım, belki de düşündüğüm gibi değildi hiçbir şey, belki de başından beri, çocukluğumun dünyasında mahkûm olan bir burjuva bedenine sahiptim, o kadar.”

Ama her yanılsamanın sonu gelir er ya da geç. Hiç kimsenin içinden çıkabilmeyi hayal bile edemediği küçücük bir kasabada on yaşındayken “O ibne sen misin?” sorusuyla başlayan döngünün yeni şehirdeki liseye başlamışken “Naber Eddy? İbneliğe devam mı?” diye nihayetlendiği yerde. Eddy ikisinde de gülümsüyor maskesinin gerektirdiği üzere ama biz biliyoruz ki Eddy’nin sonu böyle geliyor. Édouard Louis ismini almaya belli ki ilk burada karar veriyor. İbneliğini hür iradesiyle sahiplenerek küfür olmaktan çıkarmaktan öte yol olmadığını anladığında.

Eddy’nin Sonu hepimize esası hatırlatıyor: Kendinden kaçamazsın ölümlü. Başından defedemeyeceğin, her an birlikte ve ta kendin olarak yaşamaya mecbur olduğun bu varlığı her şeyiyle kabul etmen gerek. Başarabilirsen belki bir gün “Senden razıyım” bile dersin. Ve onu artık başta kendin olmak üzere kimselere kurban etmezsin.

-----

Fotoğraf: Tuncay via Flickr.



QOSHE - Kendinden kaçamazsın ölümlü - Karin Karakaşlı
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Kendinden kaçamazsın ölümlü

8 0
05.02.2024

Edebiyatın yalana, riyaya izin vermeyen hakikat inadı, meramın olan şeyleri anlatırken en zorlu sınavındır. Kendine bile anlatamadıklarını, hiç bilmediğin, uzaklarda bir yerde siluet hâlinde görünen hayalî okura nasıl ileteceksin? Teninde deneyimlediğin şeyleri, acı ve utanç içeren travmaları nasıl dökeceksin ortaya? Bunun için korkunu da aşan bir gerekçen olmalı. Okkalı bir sebebin. Sana rağmen seni harekete geçirecek aciliyetin.

Édouard Louis’in Ayberk Erkay’ın akıcı çevirisiyle 2021’de Can Yayınları’ndan çıkan Eddy’nin Sonu kitabı böyle bir can havlinin ürünü. Anlatılanlar, en başından tamamen otobiyografik olduğunu bildiğiniz bu hikâyede sadece yazarın sağ kalmış ve bunları yazmış olması tesellisiyle bir nebze hafifleyecek denli ağır. Bir yandan da bunları yaşayan ve böylesine dürüst, böylesine temiz anlatan biri varken, okur olarak kendinizi koruma derdine düşmeyi şımarıklık sayacağınız kadar sahici. Bu sahicilik hissi, yer yer yazarın terapi seansına girmişsiniz ya da gece sırtı üstü yatarken tavana bakarak fısıldadıklarını dinlemişsiniz gibi mahrem. O izin verdiği için bir dikizciyiz. Kendine ve başkalarına söylediği yalanların sırdaşı.

Peki ama neden? 1990’ların sonunda Kuzey Fransa’da yoksulluğun sorgulanmaz bir kader olarak yaşandığı küçücük bir kasabada okulda akran zorbalığına, evde şiddete uğrayan, bütün bu zulmü dünyanın en doğal şeyiymişçesine içinde biriktiren on yaşında bir çocuğun, kendisiyle bir sebepten aynı kaderi paylaşan herkese çığlık niyetine emaneti bu hikâye. Ben sağ kaldım, yalanımı öldürdüm, gerçeğimi doğurdum, bilin istedim müjdesi.

Küçükken yaşadıklarımızın bir kısmının kelimesi yoktur henüz. Misal kafamız çatlayacak gibi gelir ama biri “Senin başın mı ağrıyor yoksa?” diyene kadar bize ne olduğunu anlayamayız. Eddy’nin elinde eşcinsel kelimesi yok. Kasabanın diğer oğlanları gibi olamadığı bilgisi var sadece. Bir de hiç böyle olmaması gerektiğine dair bin bir uyarı, hakaret, şiddet. Olduğu hâl ailesi de dahil hiç kimsenin gözünde normal değil, makbul değil; basbayağı hatalı bir üretim gibi hissediyor. “... her neysem, niye böyle olduğumu ben de bilmiyordum. Bu tavırların hükmüne girmiş, onlara boyun eğmiştim. O ince sesle konuşmayı ben seçmiyordum. Yürüyüşümü ben seçmiyordum, yürürken kalçamın sağa sola oynamasını ben seçmiyordum -ama duyuyordum, hep duyuyordum söylendiğini- o tiz çığlıkları atmayı ben seçmiyordum, ben atmıyordum o çığlıkları, şaşırdığım, heyecanlandığım ya da korktuğum zaman ağzımdan -sözcüğün gerçek anlamıyla- kaçıyorlardı.”

İmajın kadarsın

Utanç korkudan ağır bastığı için iki okul zorbasının onu her seferinde kıstırdığı tenha koridora dönmekten alıkoyamıyor kendini. “Dayağı başka bir yerde, bahçede, başkalarının gözü önünde yemekten bir şekilde kaçınmam gerekiyordu, öbür çocukların gözünde dayak yiyen biri olmamaya mecburdum. Yoksa şüpheleri doğrulanmış olurdu: Bellegueule dayak yediğine göre ibneymiş (ya da tam tersi, aynı şey). Mutlu çocuk imajı vermeyi tercih ediyordum. Sessizliği en büyük müttefikim ve bir anlamda, bu şiddetin suç ortağı bellemiştim.”

Bu imaj kelimesi boş yere seçilmemiş. Elbette Eddy’nin de çocuksu hayal gücü ve oyunlara yaslanan kayıtları var belleğinde: orman yürüyüşleri, ağaç evler,........

© P24


Get it on Google Play