Edebiyatın kurgusu içerisinde zaman öğesinin önemi yadsınamaz. Çoğu zaman bütün dramatik etki, çizgisel akışın terk edilişi ve zamanda ileri-geri sıçramalar, sondan başa gidişler ve döngüler sayesinde yaratılır. İşin tuhafı, takvim ve saat sistemi dışında hayat içerisinde de çizgisel zaman akışının bir hükmü yok. Bunu en çok da sonsuza uzayan anlardan ya da biz ne olduğunu anlamadan sanki tek bir gün gibi yaşanan haftalar, aylar, mevsimler ve yıllardan biliriz.

Dolayısıyla bizim iç zamanımız iz bırakan, bir önce ve sonra yaratan irili ufaklı milatlardan oluşur. Anılarımızı ve hikâyelerimizi bunlara göre oluştururuz. Bir sebepten bu milatlarından birinde takılı kalırsan, meczup ilan edilirsin çünkü takvim ve saat, kimsenin gözünün yaşına bakmadan akar.

Geçenlerde annesini yedi yaşındayken kaybeden genç bir kadının sosyal medya paylaşımını gördüm. “Annemin gelecekteki erkek arkadaşımı asla tanıyamayacağını düşünüyordum” dedikten sonra bize sevgilisinin ana okul fotoğrafını gösterdi. Annesi, o fotoğrafta sınıf öğretmeni olarak küçük oğlanın tam arkasında duruyordu. Tanışma geçmişte ve kızın gıyabında yaşanmıştı.

Hayatının absürt kurgusu bize böyle inanılmaz oyunlar oynar. Akıl almaz tesadüfler, kader belirleyen kesişmeler, en beklenmedik anda her şeyi değiştiren şans faktörü benim diyen romana taş çıkartır. Kaybettiğin insanlardan işaretlere muhtaçsın. Öte türlü tarihinden eksildikleri için kendi hayat çizginde ilmek çözülür. Tamamen sökülmemek için hayatın küçük mucizelerini kalbine basarsın.

Çünkü anılar yetmez kimi kayıplarda. Aşamadığın acı, ne zaman patlayacağı belli olmayan serseri mayın misali, sakin dış yüzeyine nispet edercesine kuytularında kimsenin kimseye anlatamadığı dertlerin dehlizlerine yerleşir. Fersah fersah uzaklardan, hayli yukarlardan bir yerden, hâlen hayatın olağan akışının sürdüğü çarkın orta yerinden birilerinin “Zamanla geçer” dediğini işitirsin. Kafanı sallarsın.

Elbet geçen bir şeyler var. Öncelikle zaman geçiyor. Dolayısıyla acında, travmanda aynı yerde, aynı histe duramıyorsun. Ancak zamanla geçer demek unutursun ve hatta şifalanırsın demek değil. Sadece zaman geçer ve sen şu anki yakıcılıkta kalmazsın, başka bir şeye dönüşürsün.

Travması olan için en büyük sarsıntı, kaybın yaşandığı anda ve sonrasında hayatın durmadığını görmek. Sen kalakalmışın, dünya koşturmaya devam ediyor. Gündelik hayatın çağrısı acil, insanlık sabırsız. Bir an önce ‘normale dönmen’ gerek. Seninse normun kalmamış. Şirazen kaymış ne de olsa. Yas tekil ve çok çabalı bir süreç. İçinden geçerken de nihayetinde ucundan başını yine dünyaya döndürdüğünde de aynı insan olmayacaksın.

Travmanın sıcaklığında dizginleri öfke ele alır. Günlük hayat dediğin zaten sağ kalma mücadelesidir. Kaybın, acının şiddetine göre insan kendini yapılması gerekenlerin ortasına bırakır. Sadece zorunluluk ve görev bilincinin devrede olduğu bir dönem bu. Beynini ve bedenini yakana kadar çalışırsın.

Sonra iflas ve kaçınılmaz teslimiyet ânı gelir çatar. Yaşadığını, yaşatılanı inkâr etmeden, görmezden gelmeden taşımayı öğreneceğin yer tam da burası. Belki bir hayvanın ritmine öyküneceksin. Zamanı büsbütün unutup bir köşeye büzüşeceksin. Acının gözünün içine bakmaya. O arada zaman senin gıyabında akıyor olacak. En çok da seninle birlikte durabileni, sana ne olduğunu hissedebileni özleyeceksin.

Acıda doğanın ve hayvanların dünyasına yaklaştığımızı düşünürüm. Bazen bir ağaç gibi hissedersin. Onun gibi zamansızsın artık. Mevsimler geçer, hayat önde sen arkada öylece durursun. Bir vakit, artık kendi acılarına da mesafeden bakabildiğin o ân geldiğinde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Ne İçindeyim Zamanın’ şiirindeki duyguyu anlar gibi olursun.

Ne içindeyim zamanın,

Ne de büsbütün dışında;

Yekpare, geniş bir anın

Parçalanmaz akışında.

Bir garip rüya rengiyle

Uyuşmuş gibi her şekil,

Rüzgarda uçan tüy bile

Benim kadar hafif değil.

Başım sükutu öğüten

Uçsuz bucaksız değirmen;

İçim muradına ermiş

Abasız, postsuz bir derviş.

Kökü bende bir sarmaşık

Olmuş dünya sezmekteyim,

Mavi, masmavi bir ışık

Ortasında yüzmekteyim.

Ama bu abasız, postsuz derviş de hep sakin durmaz. Bir ömür seninle kalamaz. Yine deli olacağın bir şeyler yaşanır çünkü artık tahammülsüzsün de saçmalıklara. Çocuk gibi korktuğun, titrediğin, utandığın ve ille de çabaladığın bir döngüde kısılı kalırsın. Hem de günlük hayat işlevlerini yerine getirmek için basbayağı. Sonra hayatın küçük bir kıyak geçesi gelir. Minicik bir şeye sevindiğini, zorunlu olmayan bir şeyi yapmak için bir coşku hissettiğini fark edersin. Hayata kıyısından şöyle bir geri dönersin. Atlıkarıncaya zıplarsın, zaman seninle birlikte geçmiş olur.

Hayat baloncukları

Elbette zaman algımız en çok da hafızamızın işleyişinin ürünü. Hikâyeleri günümüzün ihtiyaç ve önceliklerine göre içgüdüyle ve sürekli olarak yeniden yarattığımız için hatırlarken anılarımızı kaçınılmaz olarak dönüştürüyoruz. Bazen de o anlatıda daha önce hiç görmediğimiz bir şeyi fark ediyoruz. İlk hayal kırıklığının anısı güçlendirici bir ders olarak akabilir böyle bir keşif sonrası dilimizden. Ya da kendimizi suçlayıp durduğumuz bir pişmanlık anlatısı esas sorumlunun biz olmadığını anladığımız anda geç kalmış bir şifayı beraberinde getirir.

Keskin dönüşümler, bazen benim hayat baloncukları diye adlandırdığım kopukluk hissine de yola açabiliyor. Hayatının başka bir zaman ya da mekânda kalmış o eski hallerini kendi geçmişin olarak sahiplenmeden bakarken bulursun kendini. Ne o insanlar var şimdi ne o uğraşlar. Büsbütün kabuk değiştirdin. O insan elbette sana bir yerlerden tanıdık. Yaşayacağı her şeyi biliyorsun. Ama şimdiki senle bir ilgisi yok. O yüzden hikâyelere muhtaçsın ya. Anıları şimdiye bağlamak, kendinin parçalarını toparlayabilmek için.

Yeni, özgün deneyimler, anı topografyasının en belirgin işaret fişekleri. Çocukluğumuzun, gençliğimizin anlatıları o yüzden bu kadar ayrıntılı ve unutulmaz. İlk kez yaşadığımız, keşfettiğimiz her şey; bütün o görüntü, koku, doku, ses ve söz kalıntıları kısa film misali karşımıza çıkar. Şimdiki zaman biteviye bir tekrarda asılı kaldığında, her şeyin mümkün göründüğü bir döneme sığınırız. Unuttuğumuz o insanı hatırlamak için.

Paslanan arabalar

Ben çocukken çıkmaz gibi görünen bir sokakta yaşlı amcalar bir daha hiç kullanmayacakları arabaları park eder; o arabalar öylece çürürdü. Ben bunu ilk ne zaman, nasıl fark ettim bilmiyorum. Oyunların ve koşuşturmaların ortasında diğer park eden arabaların düzenli olarak değiştiğini, bir ikisininse öylece kaldığını fark etmişim. O zamanlar okul dönemiyle ölçülürdü bende mevsimler. Arabaların üstü tozla, yaprakla, çamurla, karla kaplanır ve hiçbiri gram yerinden kıpırdamazdı. Derken renkleri solmaya ve pasın ilk izleri ortaya çıkmaya başlardı. Araba kendi varlık sebebi olan hareketten mahrum bırakılmanın hırsıyla hayata küserdi.

Aradan geçen yıllarda o arabaların muhtemelen emekliye ayrılan ve araba kullanamayacak yaşa gelen sahipleri tarafından, yine muhtemelen satılamayacak kadar eskitilmiş ve onlarla ilgilenecek daha genç birileri de olmadığı için öylece kaderlerine terk edildiklerini anladım. Ağır ölüm dediğimiz şeydi aslında bu. Önce sen tedavülden kalkıyorsun, seninle birlikte de biriktirdiğin hayat. Sahip olduğun her şey, senden bir bir uzaklaşıyor. Umarım sana yine de ruhunun özünde bir şeyler kalıyordur geride yaşlılıkta.

Ölenden uzaklaşan maddi her şey, kalanın derdi oluyor. Giyilmeyen elbise, oturulmayan ev, kullanılmayan kap kacak, takılmayan gözlük ve mücevher, okunmayan kitap, bakılmayan fotoğraf… Kalanlardan kimisi her şeyi bir kereden hızla dağıtmayı seçer, kimisi her bir nesneyle usul usul vedalaşmayı. Eşya el değiştirir, sahip çıkana hatıra olur. Yeni bir hayata başlar, başka bir anlama daha bürünür. Zaman alır bu değişim. O kadar ki yine zamanın geçmediğini, hep aynı günde takılı kaldığını hissedersin. Aslında olansa küçük, tek kişilik bir devrimdir. Kendini yeniden doğurursun. Daha azla yetinen birisin artık. Elinin altındaki her şeyin bir işlevi ya da hikâyesi olmalı. Vazgeçilir olanlar çoğalmış. Yörüngen kerelerce yok olunca kendinde sabit bir nokta olmuşsun. Pergelin ucunun battığı yer. Ya da şu en çok parlayan kuzey yıldızı.

Bir başınalık yalnızlık değilmiş. Belki birileri de senin yörüngene eşlik eder bir vakit kim bilir. Özel bir beklentin yok. Deli hırslar yok. Sen varsın, bu an var. Bir sonrası yok ve yetiyor bu kadarı. Artasın da yok zaten.

-----

Fotoğraf: Tuncay via Flickr.



QOSHE - Zaman oyunları - Karin Karakaşlı
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Zaman oyunları

7 0
24.01.2024

Edebiyatın kurgusu içerisinde zaman öğesinin önemi yadsınamaz. Çoğu zaman bütün dramatik etki, çizgisel akışın terk edilişi ve zamanda ileri-geri sıçramalar, sondan başa gidişler ve döngüler sayesinde yaratılır. İşin tuhafı, takvim ve saat sistemi dışında hayat içerisinde de çizgisel zaman akışının bir hükmü yok. Bunu en çok da sonsuza uzayan anlardan ya da biz ne olduğunu anlamadan sanki tek bir gün gibi yaşanan haftalar, aylar, mevsimler ve yıllardan biliriz.

Dolayısıyla bizim iç zamanımız iz bırakan, bir önce ve sonra yaratan irili ufaklı milatlardan oluşur. Anılarımızı ve hikâyelerimizi bunlara göre oluştururuz. Bir sebepten bu milatlarından birinde takılı kalırsan, meczup ilan edilirsin çünkü takvim ve saat, kimsenin gözünün yaşına bakmadan akar.

Geçenlerde annesini yedi yaşındayken kaybeden genç bir kadının sosyal medya paylaşımını gördüm. “Annemin gelecekteki erkek arkadaşımı asla tanıyamayacağını düşünüyordum” dedikten sonra bize sevgilisinin ana okul fotoğrafını gösterdi. Annesi, o fotoğrafta sınıf öğretmeni olarak küçük oğlanın tam arkasında duruyordu. Tanışma geçmişte ve kızın gıyabında yaşanmıştı.

Hayatının absürt kurgusu bize böyle inanılmaz oyunlar oynar. Akıl almaz tesadüfler, kader belirleyen kesişmeler, en beklenmedik anda her şeyi değiştiren şans faktörü benim diyen romana taş çıkartır. Kaybettiğin insanlardan işaretlere muhtaçsın. Öte türlü tarihinden eksildikleri için kendi hayat çizginde ilmek çözülür. Tamamen sökülmemek için hayatın küçük mucizelerini kalbine basarsın.

Çünkü anılar yetmez kimi kayıplarda. Aşamadığın acı, ne zaman patlayacağı belli olmayan serseri mayın misali, sakin dış yüzeyine nispet edercesine kuytularında kimsenin kimseye anlatamadığı dertlerin dehlizlerine yerleşir. Fersah fersah uzaklardan, hayli yukarlardan bir yerden, hâlen hayatın olağan akışının sürdüğü çarkın orta yerinden birilerinin “Zamanla geçer” dediğini işitirsin. Kafanı sallarsın.

Elbet geçen bir şeyler var. Öncelikle zaman geçiyor. Dolayısıyla acında, travmanda aynı yerde, aynı histe duramıyorsun. Ancak zamanla geçer demek unutursun ve hatta şifalanırsın demek değil. Sadece zaman geçer ve sen şu anki yakıcılıkta kalmazsın, başka bir şeye dönüşürsün.

Travması olan için en büyük sarsıntı, kaybın yaşandığı anda ve sonrasında hayatın durmadığını görmek. Sen kalakalmışın, dünya koşturmaya devam ediyor. Gündelik hayatın çağrısı acil, insanlık sabırsız. Bir an önce ‘normale dönmen’ gerek. Seninse normun kalmamış. Şirazen kaymış ne de olsa. Yas tekil ve çok çabalı bir süreç. İçinden geçerken de nihayetinde ucundan başını yine dünyaya döndürdüğünde de aynı insan olmayacaksın.

Travmanın sıcaklığında dizginleri öfke ele alır. Günlük hayat dediğin zaten sağ kalma mücadelesidir. Kaybın, acının şiddetine göre insan kendini yapılması gerekenlerin ortasına bırakır. Sadece zorunluluk ve görev bilincinin devrede........

© P24


Get it on Google Play