TOPLUM

Hepimizin “Açlık” çektiği alanlar, inanç haline getirdiğimiz kısır döngüler var ve buralardan elbirliğiyle çıkmak istiyorsak, evrensel normları, toplumsal empati hallerini, hakiki çoğulculuk iklimini kendi mahallerimize kendi dilimizle götürmek zorundayız. Hangi kesimden olursa olsun buna engel olmaya çalışan; jeopolitiğin getirdiği sorunları kaşıyıp resmî ideolojik hallerinden taviz vermeyen “şahinler”le ortak demokrasi ve hukuk bilinciyle mücadele etmek ve bunu ortak bir kimliksel şuura dönüştürmek kaçınılmazdır.

Netflix’te yayınlanan “Hunger/Açlık” filminin sonuna doğru çarpıcı bir mesaj izleyiciyle buluşturulmuştu. Ülkeyi yöneten elitlerin, bakanların, generallerin, yüksek sosyetenin vazgeçilmezi olan usta aşçı; yanında yetiştirdiği ve karşı karşıya geldikleri müsabakada rakibi olan genç kıza şu sözlerle seslenmişti:

“İstersen dünyanın en güzel yemeklerini yap, sen bir inançla mücadele ediyorsun. Onlar bana aç!”

Usta, kıza mealen, “Onlarla aramızda yemek sunumu, tatlar, tarifler ya da karnını doyurmaktan çok öte bir ilişki biçimimiz var” diyordu.

Bu tespit elbette lider-toplum ilişkisine uyarlanabilir ama her liderliği bize adil biçimde tanımlamış da olmaz. Çünkü her liderlik aynı sebeplerden beslenmez ve aynı kıvamı sağlamaz. Asıl belirleyici olan içinde yer aldığı sosyo-politik kültürdür.

Jeopolitik güvenlik hatları ve hissiyatının da bunda rol oynadığını, başta -tüm geçmiş tecrübelerine rağmen- Avrupa olmak üzere dünyada “güven veren lider” anlayışının yükselişte olduğunu da ayrıca not etmek gerekir. Nitekim Orban gibiler üzerinden Macar toplumunu günah keçisi ilan edenlerin Macarların hiç de yalnız olmadıklarını anlamaları için fazla zaman geçmedi. Rus tehdidi ve göç olgusu Batı’da güvensizlik hissiyatının gelişimini ve geçmiş travmaları olumsuz şekilde tetikledi.

“Açlık”ta bize, hayranlarının ‘Usta Aşçı’nın sunum şovuyla birlikte yaptığı yemekleri karnını doyurmak için yemediği slow motion görsel bir şölen eşliğinde anlatılıyor. Önemli olan ne yaptığından ziyade onun yapmış olması. Dahası, yeme faaliyetinin ötesinde ortamdaki varlığı her şeyin üzerinde duygular hissettiriyor. Kitle, kendinde eksik kalanı onunla tamamlıyor. Törensel şovları ayin kıvamında izliyor. Onun vardığı noktanın kendilerininkiyle özdeşleştirilmesi, insani bir eylem olan yemek yemenin, karnını doyurmanın ve bu insani doğal eylemin amaçlarının çok ötesinde. Amaç, aşçılığın mahareti olan lezzetli bir yemeğin ötesine taşınca sonuçları da ona göre maliyetler ortaya çıkarıyor.

Tıpkı ‘moda ikonları’ dediğimiz şahsiyetlerle takipçileri arasındaki benzer ilişkide olduğu gibi. Onun çizgileri artık kutsallaşıyor. Ne ürettiğinden bağımsız, onun üretmiş olması anlam ihtiva ediyor. O ikonların varlığının hissedildiği ortamlarda olmanın bizatihi kendisi amaç haline geliyor. Kitle, orada da kendini zirvede hissediyor, eksiklik hissini gideriyor, inancının gereğini ortaya koyuyor. Bu ilişkide “rasyonel” diye tanımlayabileceğimiz hiçbir girdi ve çıktı ortada gözükmüyor. Bizatihi üretilen tablonun kendisi “rasyonel” olarak anılan forma sokuluyor. Kendini “iyi hissettiren” hedefler ile mündemiç inanç rasyonelleşiyor ve hayatın belirleyeni oluyor.

Aşçı, fakirlikle geçen ömründe, daha küçük yaşlarda, aristokratların evinde hizmetli olarak çalışan annesi sayesinde onların ne arzu ettiklerini tecrübe ediyor. Binlerce dolar ödedikleri havyarın berbat tadından, onların havyarı lezzeti ya da karınlarını doyurma amacıyla yemediklerini, bizatihi ona ulaşmış olmanın hazzıyla hayatlarına anlam kattıklarını öğreniyor. Onlara ne sunacağının, nasıl sunacağının hissettirecekleriyle doğru orantılı olduğunu kavrıyor. Aralarındaki ilişki aslında bir kültürün/kültürleşmenin karşılığı ve usta asıl bu işte ustalaşıyor.

Kısa bir zaman sonra ailesiyle birlikte intihar edecek olan müflis iş adamının son yemeğini onun hazırlamasını talep etmesi ve bunun için de oldukça dolgun bir ücretten kaçınmaması da bu kültürleşmenin ve kendini yaratan rasyonelliğin uzantısı.

Siyasi Açlığın Rasyonel Sebepleri

Peki siyaset bu tablodan ari mi? Dahası, siyasi açlığın kültürel kodları zirveye tırmanmış aşçı ile aristokrasi arasındaki ilişkiyi, o ilişkinin verdiği hazzı tanımlamak kadar basit mi? Tanıdık gelmiyor değil, benzerlikler var ama dahası da var.

Mesela seçim yarışının “Reis ile aday” arasında geçtiğini ifade etmek haklı bir analiz türüdür. İçinde, “Reis”i üreten tarihsel ve kültürel koşulların olumsuz varlığına da -bazen imrenmeye de dönüşebilen- atıf vardır. Daha ileri götürdüğünüzde “Hırsızın/adayın hiç mi suçu yok; onun seslendiği kültür ak sütten çıkmış ak kaşık mı? Gerçekten de ‘Reis’i üreten kültürden daha rasyonel, insancıl, vicdani, adil ilkelere mi sahip? Bunu vurduğumuz terazi bu eleştiriyi yapanları da tartmaz mı?” soruları haklı olarak beraberinde gelir.

Noktalı virgül koyup, buraya bilahare dönmek üzere devam edelim.

Yaşadığımız ekonomik zorlukların bizi cendereye alma hali; çocuğunun gözünün içine bakmaktan utanan baba; kiracıysa büyükşehirde yaşaması imkânsız hale gelmiş emekli, iliklerine kadar hissettiği ve yaşadığı bu gerçeklere rağmen mi veriyor kararlarını, yoksa “inanç”larına göre mi? Peki ya o inançların inşasında hesaba katılması gereken yaşanmışlıkların bahşettiği tecrübeler? O tecrübelerin kazandırdığı güven hissi? Başkalarının bunu sağlayamaması?

Bu durum; “eğer lider ya da yapı/parti ile kitle arasında kültürleşmiş bir inanç varsa, onunla ancak yerine ikame etmeniz gereken başka bir inanç türüyle mücadele etmeniz gerekir” gibi bir sonuca ulaştırıyor insanı. Eğer rasyonelleştirme vasfı bu inancın sebeplerine ve gereklerine göre belirleniyorsa, bu durumda “rasyonellik”le vasıflandırılan ekonomik ya da sosyal sorunların bu inanç ile mücadele edebilmesi mümkün olmuyor.

Bu durum da siyasetin belirleyeni haline geliyor. Fayda ve zararın ölçümü de bu “gerçekler”e göre yapılıyor. Dini ya da seküler inanç konuları, bunların derinlerine işlemiş önyargılar, öğrenilmiş ezberler, korkular, üzerinde fazla düşünmeyi gerektirmeyen ya da içinden çıkılmasından ürkülen konfor alanları, hayatın amacına ilişkin kodların belirleyeni haline geliyor.

Bu durumda, siyasette kazanmayı arzulayan muhalif cephenin karşı tarafı ekonomi, eğitim, sağlık, yolsuzluk vb. alanlarda eleştirmesi de bir kısır döngüye, bir dilemmaya dönüşüyor. Çatışan unsur inanç alanları olduğu halde, hayatın getirdikleri ya da götürdükleri üzerinden bir tartışma alanı oluşuyor. Aslında bir kör döğüşü yapılmış oluyor.

Yönetmeyi güçleştiren bir sistem kurmuş olsanız da, evrensellik iddiasındaki bilimsel kodlarla, ölçümlemelerle, istatistiklerle, bilimsel reçetelerle, çağdaş siyasi normlarla, modern bürokratik yöntemlerle, denenmiş ve postulat haline gelmiş tecrübelerle çatışsa da, bu “gerçeklik” ona inancın gölgesinde bir koruma alanı sağlamakta. Yangınları söndürmekte çaresiz kalabilir; buna enflasyon yangını eşlik edebilir; verilen sözler tutulmayabilir; yargı ve hukuk alanında ciddi yozlaşmalar sistemik hale gelmiş olabilir ama bunların inancın karşısında ne anlam ifade ettikleri bambaşka bir sahanın konusudur.

Depremin olduğu ilk günleri hatırlayalım. Hükümetin öncesi ve sonrasındaki çaresizlikleri ve aymazlıklarının tam da seçim arefesine denk gelmiş olmasının o inancı sarsacağı varsayımlarına odaklanılmasını beraberinde getirmişti. Bu tablo nerede yaşanırsa yaşansın iktidar devirirdi. Ama işte ne yangınlar ne ekonomik zorluklar ne sistemik ya da sismik depremler o inancı sarsamadı.

Birileri, bunca gerçekliğe karşı nasıl olup da geleneksel desteğin sürdüğünü anlamakta oldukça zorluk yaşadılar. İşin kolayına kaçanlar öfkelendiler, her zaman olduğu gibi destek veren kitleleri suçladılar.

Onlar “Biz daha iyi yemek yaparız” diyerek seslerini duyurmaya çalıştılarsa da o ses, inanç duvarına toslayıp bumerang misali geri döndü. Mesele yemek değil, o yemeği iyi ya da kötü kimin hazırladığı idi. Daha doğrusu mutfakta kimin olduğu önemliydi, ne pişirdiği değil. Gerisi sabrın sınırlarına kalmaktaydı ki “sabır” zaten inancın temel değerlerinden biriydi. Daha da ötesi inanç sahipleri, rakiplerinin de, yemeği bahane etseler de kendilerini geçmişte yeterince tehdit ettikleri bir inancın motivasyonuyla hareket ettiklerine inanmaktaydılar.

“Rasyonalite” denen şeyin, bunca jeopolitik sorun ve o sorunlar yumağının etkilediği kimlikler ürettiği bir vasatta, içinde güvenlik ve beka hislerinin çok önemli yer tuttuğu belli bir inancın konusu olmazsa kültürleşemeyeceği de tecrübe edilmiş oldu.

İnanca Dönüşmüş -Haklı Haksız- Algılarla Ancak Onun Diliyle Mücadele Edilir

Bir inanç ile mücadele, ancak ona kendi diliyle, kendi içinden konuşmakla mümkün olur. O konuşmanın sonunda ona yepyeni inanç alanı açmış olmak da zorunludur.

Sadece tabulaşmış yargılar değil; haklı sebeplere dayanan düşünceler de ancak kendi dilinde daha yüksek sebep ve hedefler ortaya konarak yapısökümüne uğratılabilir.

Kızıl Goncalar Ülkesi”nde buna bir parça değinmiş ve “Ne tarikatlar olgusunun panzehri Kemalist düsturlardır ne de Kemalizm’in panzehri tarikat kültürüdür” demiştik. Öyle ya, “Kendisi muhtac-ı himmet bir dede, nerde kaldı gayrıya himmet ede”.

Ya “rasyonel” olarak ifade ettiğiniz hususları belli bir inanca mündemiç kılmanız ve o şekilde dile getirmeniz ya da o rasyonelliğin içinde inanca halel getirmeyecek daha üst rasyonel ve evrensel normları düstur edinmiş bir inanç modelinin toplumun gözü önünde şahitliğinin ortaya konması gerekir. Buna ilişkin değerlendirmemizi de özellikle “3. Yol” gibi makalelerimizde yapmıştık.

Mesela “Tarikat ve cemaatlerin kökünü kazıyacağız” diye tehditler savuran bazı çevrelerin ya da onlar kadar açık sözlü olmadığı halde tarihlerinde bu hususta yeteri kadar cürüm bulunan kesimlerin ellerinde İskandinav ülkelerinin demokrasi ve hukuk çıtası, ekonomi modelleri, evrensel kurumsallaşma reçeteleri olsa, bunun toplumdaki karşılığı nedir? Düşmanlığın pekiştirilmesi ve ülkedeki sinerjinin -tıpkı bugünkü gibi- mahvedilmesini geçtik, retorikten öteye o toplum için ne ifade eder?

Bir inancın sisteme, topluma, geçim sorununa verdiği zararları konuşurken, bunları başka paralel ve niteliği sorgulanır inanç türleriyle sarmalanmış halde sunduğunuzda, buna aynı inanç sahipleri dışındakiler neden inansın? Hangi yüksek sebeplerden ötürü bunları dile getirenlere güvensin? Hele ki ulusal bilinç, “kendi dezavantajlılarını” bile savunurken ayak sürüyorken, o bilinci aşmış toplumsal kesimlerin yüksek insani idealler ve “Allah rızası” mucibince ellerini, evlerini açtıkları kesimleri vebalı konumuna oturtuyorsa; bir genellemeyle, üstelik avami bir müfterilikle “sapıklık” ithamına maruz bırakıyorsa, bu çoğunluk kültürün güven duygusunda ne türden korkulara yer açmış olabilir, hiç düşündük mü? “Dostumu garsona muamelesiyle seçerim” diyen Muhammed Ali, aslında siyasi bir gerçekliğe de atıf yaptığının farkında mıydı acaba?

Bir yandan Meclis’te çocukluğumuzun ilkokul önlükleriyle “Andımız”ı okuyup, diğer yandan “rasyonel ekonomi reçeteleri” sunduğunuzda, topluma ne türden bir güven, huzur iklimi bahşetmiş olursunuz? Size kulak verip -haklı haksız biriktirdiği- konfor alanlarından çıkmasını nasıl bekleyebilirsiniz? Hele ki genel seçimler öncesi çizdiğiniz idealleri kör göze parmak buruşturup bir kenara atarken, kendinize dönük eleştirileri bir bir haklı çıkarırken, risk almaktansa dar alanda “dönüp dönüp bina okuma” konforuna yaslanmayı tercih etmişseniz toplumda nasıl bir değişim arzusu oluşturabilirsiniz?

Biz değişmeyelim ama herkesten bize doğru değişmesini bekleyelim!

Biz, evrensel düsturlar mucibince rasyonelleşmeyelim ama kitleden böyle düşünüp eylemesini talep edelim!

Biz, “herkes için adalet”i retorik olmaktan çıkarmayalım ama eleştirdiklerimizden bu hikmetli tavrı bekliyormuş gibi yapalım!

Biz, vesayet alanlarımızı, kırmızı çizgilerimizi terk etmeyelim, kendi “inanç” alanlarımıza halel gelmesin ama başkalarınınkini bol bol taşlayalım, bundan da bir getiri bekleyelim!

Ezber Kolektivizm Eleştirileri ve ‘Birliktelik İhtiyacı’ Gerçekliği

Bununla birlikte ‘Kolektivizm’ ile insan doğasının zorunlu ihtiyacı olan ‘Birliktelik İhtiyacı’nı da birbirinden ayırmak gerekmekte. Birey ve toplumu karşı karşıya getiren tezlerin de, dini-seküler bireycilik ideallerinin ütopik iklimlerinden medet ummanın da kimseye bir faydası yok. Önemli olan, geçmişte üreyen sebeplerden ötürü oluşmuş kolektivizm türlerinin marazlarını masaya yatırmak ve birliktelik ihtiyacının sacayaklarını, niteliğini, pozitif çerçevesini ortaya koymak. Bunun da toplumların kültürel kodlarıyla yakın ilişkili olduğu unutulmamalıdır. İsveç kültürü kendi ikliminde, yedi sivil toplum örgütüne birden üye olan insanlar topluluğu yaratırken; Ortadoğu coğrafyasının jeopolitik sorunlarını iliklerine kadar hisseden bizim gibi ülkelerde farklı örgütsel/cemaatsel/yapısal birliktelikler oluşmasının topluma dönük yararları zararlarından fazladır. O sorunlar yumağından ötürü bunların olumsuz örneklerini öne çıkarıp olumlu ve devletlerin aciz kaldıkları alanlarda yaraları sarıcı birlikteliklerle insanlık adına faydalar yaratan oluşumları gözden çıkarmak kötü niyet değilse eğer ferasetsizlik ve gerçeklikle savaşmak anlamı taşımaktadır. Sorun bunların varlığında değil, yapısal hallerini başkalarına dayatıp dayatmamakta, kamusal rekabet alanlarında iltimasa konu olup olmamakta, faaliyetlerinin amaçtan sapıp farklı rant türlerine dönüşüp dönüşmemesinde, siyaset (iktidar ya da muhalefet) ile kurulan ilişkinin olması gerekenin ötesine taşınıp taşınmamasındadır.

Olumlu örneklere ilişkin yakın geçmişten pek çok misal verilebilir ki bunlar savaştan kaçmış mağdur insanlara kucak açan oluşumlar ve özellikle deprem alanlarında devletin boşluk ve zaaflarını gideren yapılardır. Üstelik bunların yüzlercesi hâlihazırda toplumun, hayvanların, doğanın yaralarını sarmada da yerini hiçbir kurumsallığın dolduramayacağı üretkenlikler ortaya koymaya gayret etmektedirler. Bunlar sadece teoride hukuk devletinin açtığı alanlarda gerçekleştirilen “sivil toplumsal” faaliyetler değildir. Çoğunluğun kültürel kodlarından sadır olan aidiyet bilinçleriyle, fedakârlıklarla; merhamet ve vicdan duygularını harekete geçiren ve bağlılarını da eğitip ıslah eden, bu şekilde de toplumun ve bireyin yalnızlığını gidermesinde sadra şifa oluşumlardır. Üstelik, bereketli ürünlerin yetiştiği mümbit tarlalarda değil, nice çöllerde kuraklıkla mücadele ede ede bugünlere gelmişlerdir. Hatta fark edilmesi ötelense de, aslında siyasi ve toplumsal ahlaki yozlaşmalar karşısında bir tür muhalefet direncini de temsil etmektedirler. Onlara, iktidar siyasetiyle ortak kodlara sahip olmalarından ötürü vebalı ya da “sorumlu” muamelesi yapmanın, konuştuğumuz konuya hiçbir katkısı olmayacaktır. Bugüne dek hayatlarının merkezine “insanı ve yaşadığı acil sorunları” koymuş bu insanlara dönük yapılan eleştirilerin önemli bir kısmının da ‘oryantalistik’ kaldığının, kifayet sorunu teşkil ettiğinin de altını kalınca çizmek gerekir. Bu durumun, -başka konularda da- kulak vermeyi imkânsız kılan bir hali tetiklediğini bilmem tekraren hatırlatmaya gerek var mı?

Çözümün Kendisi Yine Bu Kültürün Kendi İçindedir

Hâlihazırda kötü bir imtihandan geçse de, ram olmak zorunda kaldığı, yaşadığı geçmiş tecrübelere verdiği ilkesel durumlarla çelişse de, yine kendi içinden hamlelerle ve elbette ki sahih bir dönüşümü beraberinde getirecek bir düşünce ve eylem ikliminin inşasıyla, bu ülkenin geleceği muhafazakâr demokrat kesimlerin uhdesinde olacaktır diye düşünenlerdeniz.

Nitekim eğer iktidar 15 Temmuz sonrası daha sahih bir yol takip etmiş olsaydı, bu kitleler hem akidelerini kirletmek zorunda kalmayacak ve o erdemli yolu da sahipleneceklerdi hem de ülkenin tüm kesimleri -yakın geçmişte olduğu gibi- bu kutlu yürüyüşten nasibini alacaktı.

İşte o yüzden, bu kesimlere kendi diliyle, kendi içinden bir hitap mekanizması geliştirip, bu aktivasyonun iktidar nimetinin başka ellere tevdi edilmesi riskini içermek zorunda olmadığına da inandıran bir çıkış yolu sunulması kaçınılmazdır. Bu tespit, çoğunluğu oluşturanların habitatına pozitif ayrımcılık olarak algılanmamalıdır. Ülkelerin çoğunluk kesimlerinin doğru bir sosyo-kültürel ve sosyo-politik hattın içine girmesi tüm ülke açısından büyük bir avantajdır. Bu bir siyasal gerçekliktir. Tersinin milletlerin başına ne belalar getirdiği yeter derecede tecrübe edilmiştir. O yüzden -sırf dünya görüşüne karşıtlık motivasyonuyla- o çoğunluğun hikâyesini tarihin kötü kolektivizm örnekleri üzerinden sadece negatif kodlamalarla irdelediğini zannetmenin ülkeye, topluma, siyasete hiçbir faydası yoktur. Tarih, bugün ihtiyacımız olan ölçüler için yardıma çağırılmalıdır, yoksa kültürel kavgalara lojistik olsun için değil.

Bu bağlamda o çoğunluk kitleyle ilgili yapıcı ve olumlu düşünmek, dönüşümüne katkı sağlayıcı parametreler üzerine kafa yormak gerekmektedir. Tabii bu yapılmaya çalışılırken, diğer dünyaların kendi demokratikleşme serüvenlerinin gözden geçirmesinin elzem olduğunu hatırlatmaya gerek olmamalı. Farklı kesimler arasına örülen duvarların yıkılması, birbirine yakınlaşma ve anlamaya çalışma, daha ileri empati modelleri geliştirmeye gayret, becerilebilirse eğer yakın tarihle yüzleşme, herkesin üzerine düşen sorumluluktur. Tabii, demokratikleşme serüvenlerimizin ve kolektivist alanlarımızın bu coğrafyanın jeopolitik yüklerini üzerinde barındıran kimliklere dayalı olduğu gerçeğini de, bunun işlerimizi olabildiğince zorlaştırdığını da hiç aklımızdan çıkarmamalıyız.

Velhasıl, “düşene bir tekme de bizden” anlayışından öte, önce neden düştüğü, bundaki kendi payımız, benzer saiklerle aslında aynı hatalı döngüye kendimizin de girip girmediği gibi gerçekler üzerinde tefekkür etmek bir zorunluluktur. Birileri bir yerlerde hatasız bir adil şahitlik, demokratperverlik, hukukseverlik ortaya koyuyor da başka birileri kötülüklerin içinde debeleniyor değildir. Ortak günahların, ortak cürümlerin, el değiştirse türbülans yaptıracak kültürel kodların içinde olduğumuz unutulmamalıdır. “Hepimiz suçluyuz” gibi oldu ama evet hepimizin “Açlık” çektiği alanlar, inanç haline getirdiğimiz kısır döngüler var ve buralardan elbirliğiyle çıkmak istiyorsak, evrensel normları, toplumsal empati hallerini, hakiki çoğulculuk iklimini kendi mahallerimize kendi dilimizle götürmek zorundayız. Hangi kesimden olursa olsun buna engel olmaya çalışan; jeopolitiğin getirdiği sorunları kaşıyıp resmî ideolojik hallerinden taviz vermeyen “şahinler”le üst normlara dayalı ortak demokrasi ve hukuk bilinciyle mücadele etmek ve bunu ortak bir kimliksel şuura dönüştürmek kaçınılmazdır.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

BAHADIR KURBANOĞLU

İzmir Saint-Joseph Koleji (1984), Galatasaray Lisesi (1988), İstanbul Üniversitesi Sosyoloji (1995) mezunudur. 1991 yılından itibaren uzun yıllar Haksöz dergisi ve Haksözhaber sitelerinde yazarlık, Ekin Yayınlarında editörlük yaptı.“İskilipli Atıf Hoca, İstiklal Mahkemelerinin Tarihi Misyonu ve Şapka İnkılabı”; “Şeyh Said, Bir Dönemin Siyasi Anatomisi”;“Adalet, Hukuk, Merhamet” başlıklı üç kitabı yayımlandı. Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği’nde (Özgür-Der) insan hakları ve sivil toplumsal faaliyetlere ilişkin çalışmalarda bulundu.2016-2019 yılları arasında HilalTV’de hafta içi hergün yayınlanan “Sözü Esirgemeden” adlı siyasi analiz programının yapım ve yönetimini üstlendi.

TÜM YAZILARI

BAHADIR KURBANOĞLU

İzmir Saint-Joseph Koleji (1984), Galatasaray Lisesi (1988), İstanbul Üniversitesi Sosyoloji (1995) mezunudur. 1991 yılından itibaren uzun yıllar Haksöz dergisi ve Haksözhaber sitelerinde yazarlık, Ekin Yayınlarında editörlük yaptı.“İskilipli Atıf Hoca, İstiklal Mahkemelerinin Tarihi Misyonu ve Şapka İnkılabı”; “Şeyh Said, Bir Dönemin Siyasi Anatomisi”;“Adalet, Hukuk, Merhamet” başlıklı üç kitabı yayımlandı. Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği’nde (Özgür-Der) insan hakları ve sivil toplumsal faaliyetlere ilişkin çalışmalarda bulundu.2016-2019 yılları arasında HilalTV’de hafta içi hergün yayınlanan “Sözü Esirgemeden” adlı siyasi analiz programının yapım ve yönetimini üstlendi.

TÜM YAZILARI

ÜYE OLUN

İLGİLİ YAZILAR

The post Açlık appeared first on PERSPEKTİF.

QOSHE - Açlık - Bahadır Kurbanoğlu
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Açlık

15 0
14.02.2024
TOPLUM

Hepimizin “Açlık” çektiği alanlar, inanç haline getirdiğimiz kısır döngüler var ve buralardan elbirliğiyle çıkmak istiyorsak, evrensel normları, toplumsal empati hallerini, hakiki çoğulculuk iklimini kendi mahallerimize kendi dilimizle götürmek zorundayız. Hangi kesimden olursa olsun buna engel olmaya çalışan; jeopolitiğin getirdiği sorunları kaşıyıp resmî ideolojik hallerinden taviz vermeyen “şahinler”le ortak demokrasi ve hukuk bilinciyle mücadele etmek ve bunu ortak bir kimliksel şuura dönüştürmek kaçınılmazdır.

  • BAHADIR KURBANOĞLU
  • 14 Şubat 2024

Netflix’te yayınlanan “Hunger/Açlık” filminin sonuna doğru çarpıcı bir mesaj izleyiciyle buluşturulmuştu. Ülkeyi yöneten elitlerin, bakanların, generallerin, yüksek sosyetenin vazgeçilmezi olan usta aşçı; yanında yetiştirdiği ve karşı karşıya geldikleri müsabakada rakibi olan genç kıza şu sözlerle seslenmişti:

“İstersen dünyanın en güzel yemeklerini yap, sen bir inançla mücadele ediyorsun. Onlar bana aç!”

Usta, kıza mealen, “Onlarla aramızda yemek sunumu, tatlar, tarifler ya da karnını doyurmaktan çok öte bir ilişki biçimimiz var” diyordu.

Bu tespit elbette lider-toplum ilişkisine uyarlanabilir ama her liderliği bize adil biçimde tanımlamış da olmaz. Çünkü her liderlik aynı sebeplerden beslenmez ve aynı kıvamı sağlamaz. Asıl belirleyici olan içinde yer aldığı sosyo-politik kültürdür.

Jeopolitik güvenlik hatları ve hissiyatının da bunda rol oynadığını, başta -tüm geçmiş tecrübelerine rağmen- Avrupa olmak üzere dünyada “güven veren lider” anlayışının yükselişte olduğunu da ayrıca not etmek gerekir. Nitekim Orban gibiler üzerinden Macar toplumunu günah keçisi ilan edenlerin Macarların hiç de yalnız olmadıklarını anlamaları için fazla zaman geçmedi. Rus tehdidi ve göç olgusu Batı’da güvensizlik hissiyatının gelişimini ve geçmiş travmaları olumsuz şekilde tetikledi.

“Açlık”ta bize, hayranlarının ‘Usta Aşçı’nın sunum şovuyla birlikte yaptığı yemekleri karnını doyurmak için yemediği slow motion görsel bir şölen eşliğinde anlatılıyor. Önemli olan ne yaptığından ziyade onun yapmış olması. Dahası, yeme faaliyetinin ötesinde ortamdaki varlığı her şeyin üzerinde duygular hissettiriyor. Kitle, kendinde eksik kalanı onunla tamamlıyor. Törensel şovları ayin kıvamında izliyor. Onun vardığı noktanın kendilerininkiyle özdeşleştirilmesi, insani bir eylem olan yemek yemenin, karnını doyurmanın ve bu insani doğal eylemin amaçlarının çok ötesinde. Amaç, aşçılığın mahareti olan lezzetli bir yemeğin ötesine taşınca sonuçları da ona göre maliyetler ortaya çıkarıyor.

Tıpkı ‘moda ikonları’ dediğimiz şahsiyetlerle takipçileri arasındaki benzer ilişkide olduğu gibi. Onun çizgileri artık kutsallaşıyor. Ne ürettiğinden bağımsız, onun üretmiş olması anlam ihtiva ediyor. O ikonların varlığının hissedildiği ortamlarda olmanın bizatihi kendisi amaç haline geliyor. Kitle, orada da kendini zirvede hissediyor, eksiklik hissini gideriyor, inancının gereğini ortaya koyuyor. Bu ilişkide “rasyonel” diye tanımlayabileceğimiz hiçbir girdi ve çıktı ortada gözükmüyor. Bizatihi üretilen tablonun kendisi “rasyonel” olarak anılan forma sokuluyor. Kendini “iyi hissettiren” hedefler ile mündemiç inanç rasyonelleşiyor ve hayatın belirleyeni oluyor.

Aşçı, fakirlikle geçen ömründe, daha küçük yaşlarda, aristokratların evinde hizmetli olarak çalışan annesi sayesinde onların ne arzu ettiklerini tecrübe ediyor. Binlerce dolar ödedikleri havyarın berbat tadından, onların havyarı lezzeti ya da karınlarını doyurma amacıyla yemediklerini, bizatihi ona ulaşmış olmanın hazzıyla hayatlarına anlam kattıklarını öğreniyor. Onlara ne sunacağının, nasıl sunacağının hissettirecekleriyle doğru orantılı olduğunu kavrıyor. Aralarındaki ilişki aslında bir kültürün/kültürleşmenin karşılığı ve usta asıl bu işte ustalaşıyor.

Kısa bir zaman sonra ailesiyle birlikte intihar edecek olan müflis iş adamının son yemeğini onun hazırlamasını talep etmesi ve bunun için de oldukça dolgun bir ücretten kaçınmaması da bu kültürleşmenin ve kendini yaratan rasyonelliğin uzantısı.

Siyasi Açlığın Rasyonel Sebepleri

Peki siyaset bu tablodan ari mi? Dahası, siyasi açlığın kültürel kodları zirveye tırmanmış aşçı ile aristokrasi arasındaki ilişkiyi, o ilişkinin verdiği hazzı tanımlamak kadar basit mi? Tanıdık gelmiyor değil, benzerlikler var ama dahası da var.

Mesela seçim yarışının “Reis ile aday” arasında geçtiğini ifade etmek haklı bir analiz türüdür. İçinde, “Reis”i üreten tarihsel ve kültürel koşulların olumsuz varlığına da -bazen imrenmeye de dönüşebilen- atıf vardır. Daha ileri götürdüğünüzde “Hırsızın/adayın hiç mi suçu yok; onun seslendiği kültür ak sütten çıkmış ak kaşık mı? Gerçekten de ‘Reis’i üreten kültürden daha rasyonel, insancıl, vicdani, adil ilkelere mi sahip? Bunu vurduğumuz terazi bu eleştiriyi yapanları da tartmaz mı?” soruları haklı olarak beraberinde gelir.

Noktalı virgül koyup, buraya bilahare dönmek üzere devam edelim.

Yaşadığımız ekonomik zorlukların bizi cendereye alma hali; çocuğunun gözünün içine bakmaktan utanan baba; kiracıysa büyükşehirde yaşaması imkânsız hale gelmiş emekli, iliklerine kadar hissettiği ve yaşadığı bu gerçeklere rağmen mi veriyor kararlarını, yoksa “inanç”larına göre mi? Peki ya o inançların inşasında hesaba katılması gereken yaşanmışlıkların bahşettiği tecrübeler? O tecrübelerin kazandırdığı güven hissi? Başkalarının bunu sağlayamaması?

Bu durum; “eğer lider ya da yapı/parti ile kitle arasında kültürleşmiş bir inanç varsa, onunla ancak yerine ikame etmeniz gereken başka bir inanç türüyle mücadele etmeniz gerekir” gibi bir sonuca ulaştırıyor insanı. Eğer rasyonelleştirme vasfı bu inancın sebeplerine ve gereklerine göre belirleniyorsa, bu durumda “rasyonellik”le vasıflandırılan ekonomik ya da sosyal sorunların bu inanç ile mücadele edebilmesi mümkün olmuyor.

Bu durum da siyasetin belirleyeni haline geliyor. Fayda ve zararın ölçümü de bu “gerçekler”e göre yapılıyor. Dini ya da seküler inanç konuları, bunların derinlerine işlemiş önyargılar, öğrenilmiş ezberler, korkular, üzerinde fazla düşünmeyi gerektirmeyen ya da içinden çıkılmasından ürkülen konfor alanları, hayatın amacına ilişkin kodların belirleyeni haline geliyor.

Bu durumda, siyasette kazanmayı arzulayan muhalif cephenin karşı tarafı ekonomi, eğitim, sağlık, yolsuzluk vb. alanlarda eleştirmesi de bir kısır döngüye, bir dilemmaya dönüşüyor. Çatışan unsur inanç alanları olduğu halde, hayatın getirdikleri ya da götürdükleri üzerinden bir tartışma alanı oluşuyor. Aslında bir kör döğüşü yapılmış oluyor.

Yönetmeyi güçleştiren bir sistem kurmuş olsanız da, evrensellik iddiasındaki bilimsel kodlarla,........

© Perspektif


Get it on Google Play