"Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünkü, aramızdaki dere pek derindir; doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz veya dalâlete düşer boğulursunuz."

Mesnevî-i Nuriye'den.

Eğer olagelenleri salt siyaset üzerinden okursanız devletin bekasına, toprak alımlarına-kayıplarına, hatta ekonomik gelişmelere itikadî kaymalardan daha fazla ehemmiyet verirsiniz. Çünkü siyaset müslümanın da nazarını arzîleştirir. Sonuçları hemen görüleni sonra görülene tercih ettirir. Tutulabilene, sayılabilene, maddî olana yönlendirir. Halbuki asıl zafer hâdiselerin altından akan manevî nehre bakar. Evet. Galibiyet Allah'ın elindedir. Birgün size verir, başka gün de kafirlere. İkisi de mü'min için imtihandır. Kazandığında kazanmayı kendinden bilmemek, kaybettiğinde kaybedişi Allah'a yüklememek, ikisiyle de sınanırız. Fakat ebedî akıbetse şu sorunun cevabında gizlidir:

Kaybettiğin gün de Allah'a, Kur'an'a, Sünnet-i Seniyyeye galip getirdiği gündeki kadar inanıyor musun? Uhud'un ahirinde de Bedir'in ahirindeki kadar imanında sabit misin? Celle celalûhunun emirlerine/nehiylerine, Aleyhissalatuvesselamın tatbikatına, selef-i salihînin ictihadlarına vs... Yani üzerinde yükseldiği o kökün her parçasına ilk günkü aşkla bağlı mısın? Hakikatin yine senin kalbinde olduğuna emin misin? Eğer emin değilsen, işte, o zaman mağlubiyetin hakikattir. Ve yıkılman mukadderdir. Korkman gerek. Nitekim, müslümanlarda siyasi alanda görülen sarsılma, aslında kalplerindeki sarsıntının gürültüsüdür. Oradaki fayhattının hareketi burada biteviye bir karmaşayla ortaya çıkar.

Ahirzamandayız. Mağlubiyet çağındayız. Çıplak elle kor tutmak kolay değil. İslam'ın "Doğru budur!" dediklerine 'belî' çekmek hepimize zor geliyor. Çünkü, dünyevîleşmiş nazarlarımıza göre, itikadî anlamda doğru olanın dünyada da mutlaka bir getirisi olmalı. Dünyada kazandırmayan kazandırıyor olamaz! Sekülerleşmenin imanı bu acelecilik üzerinedir. Hak Subhanehu 'günleri çevirdiği' hakikatini bize Kur'an'da hatırlattığı halde, dinden beklentimiz, en az Batılılar kadar zevk u sefa içinde yaşatması. Yaşatamıyorsa o dinde hatalar(!) var. Veya şimdiye kadar yanlış(!) anlaşıldı. Onu düzeltmeliyiz ki işlerimiz de düzelsin. Onu zamana göre düzeltmedikten sonra belimiz de düzelmez.

Günümüz bid'a fırkalarına bakın. Hepsinin sapkınlıklarının arkasında bu travmanın izleri var: 1) Dünyayı istiyordu. Nefisperestti. Allah vermedi. Vermiyor. Şeriatı müsaade etmiyor. 2) O zaman bu Allah'ın şimdiye kadar emrettiklerine bir bakmak gerek. Belki de yanlış şeyler emrediyordu? Bunu tabii böyle açıkça söyleyemiyor. Dediği daha çok şu: "Belki de şimdiye kadar bize yanlış anlattılar?"

Tasavvuf zaten kafasına ilk taşı vurdukları Habil. Ardından mezhepler geliyor. Sonra hadisler. Daha sonra da iş Kur'an'a kadar çıkıyor. Hepsinin 'okun yaydan çıkması gibi' bir gerilimle teşebbüs ettikleri şey, bugünün başarısızlığı üzerinden üretilmiş "Yanlış yapmış olmalıyız!" psikolojisine yaslanıyor. İmtihanı anlamayan, musibeti kavramayan, kendini suçlamayan, sabrı içselleştirmeyen kabahati İslam'a yüklemekten çekinmiyor.

Dindar bildiğiniz gençlerin dahi dilinde aynı tereddüdü görebiliyorsunuz bazı: "Saygı duymak lazım!" diyorlar. Neye? LGBT'ye. Yani sapkınlığa. Harama. Belki "Devir hoşgörü devri..." diyen de var. "Onları da Allah yaratmış!" kabilinden din soslu savunmalar geliştirenlere de rastlanıyor. Fakat hepsinin ardında seçilen: Bu gençler artık şeriatın durmalarını söylediği yerden emin değiller. Bırakın hadiste buyrulduğu gibi elle, dille bir yanlışa müdahale etmeyi, kalplerindeki buğzu bile diri tutamıyorlar. "Saygı duyuyoruz!" söylemi içerisinde muhatap oldukları haram meşrulaşıyor. Bir müslüman günaha nasıl saygı duyar? Bir sinede iki kalp nasıl olur? İmanın en son delili olan 'buğz' dahi yüreği terk ediyor. Sahibi habersiz. "Önemli olan insanlık!" cümlesi, yani İslam'ın yerine geçen 'insanlık' söylemi, Asr-ı Saadet'te vahyin gördüğü hürmete benzer bir hürmetle dolaşıyor dillerde.

Fakat Allah, "Önemli olan insanlık!" ile razı olsaydı, neden en derûnumuza kadar tesir eden, her anımıza dahlolan bir şeriat emretsindi? Peygamberlerine neden bu kadar çektirsindi? Altıbin küsûr ayet indireceğine "İnsan olun!" cümlesini postayla gönderse yetmez miydi? Ne gereği vardı komşu hakkına, ana-baba hukukuna, hatta sokakta nasıl yürümek gerektiğine kadar teferruatlı bir dine? Öyle ya, madem insan olmak yetiyordu, Ebu Talib iman etmese de olurdu, neden üzüldü Aleyhissalatuvesselam kelime-i tevhidi duymadığı için dilinden? (İhsan Eliaçık "Ateistler de cennete gidecek!" derken Ondan daha mı iyi biliyordu yani?) Lut aleyhisselam sapkın kavmiyle neden mücadele etti onca yıl? Saygıyla yaşayıp gitselerdi ya beraber! Ne lüzumu vardı gerginliğin de iş böyle büyüdü?

Bakınız, küçük gibi görünebilir, ama hiç de küçük değil. Biz müslümanlar bu tarz tereddütlerle şunları imâ ettiğimizin farkında değiliz: 1) Kur'an sadece o zamanki insanlara indi. 2) Aleyhissalatuvesselam sadece kendi dönemindeki insanlar için konuştu. 3) Allah bütün zamanları kuşatacak bir şeriat göndermedi-gönderemez. 4) Bizden öncekiler bu dini bozdular. 5) Selef bu dinin hakikatini anlayamayacak kadar bizden geridelerdi... İthamları daha say say bitmez. Zaten günümüz bâtılının aklını karıştıran biraz da 'doğrusal zaman algısı' ile yüklenmiş olması. Bu dogmayı bir iman bellemesi. Dinin de seküler ilimler gibi zamanla gelişiyor olduğu düşüncesi. Halbuki din zaten zirvesine çıktı. Asr-ı Saadet'te rıza-i ilahîye uygun yaşamanın en üst seviyesine çıkıldı. Bundan sonra biz giderek geriliyoruz. Yapabileceğimiz en iyi şey onların bıraktığı mirasa elimizden geldiğince sahip çıkmak. Üstüne çıkmamız diye birşey sözkonusu değil. Üstündeyim sanan aslında dışındadır.

"Recep'le Şaban'ın aşkına Ramazan engel olamaz!" diye pankart açıp dinimizi alaya almalarını bir kenara bırakıyorum. O sapkınların çirkin fiileri üzerinden talep edecekleri hiçbir saygı olamaz. Hiçbir vücud kansere saygı duymaz. Mü'min harama saygı duyan değil karşı durandır. Şartlar el veriyorsa eliyle, şartlar el vermiyorsa diliyle, daha da müsaadesizse en azından kalbiyle direnecek olandır. Suyuna gidecek kadar tıynetsiz değildir. Bu noktada onu sınırlayacak olan da liberal ahlak, hümanist düşünce, insan hakları falan değil şeriatın sınırlarıdır. Yani haram işleyene uygulanacak yaptırımlar şeriat dairesinde nass-ı Kur'an, sünnet-i Nebeviye, kıyas ve icma yoluyla zaten belirlenmiştir. Fıkıhta hepsi açıktır. Bir müslümana düşen, "Ya bu zamanda olmaz öyle şeyler..." demek değil, bu şerefli mirastan razı olmaktır, özgüvenle-izzetle hakkını vermektir.

Laik devlette yaşıyoruz. Bu belki işin 'ancak bir devlet otoritesince halledilebilecek' kısmına dahil olamayışımızı normalleştiriyor. Fakat haramı hoşgörecek, 'bu zamanın ilcaatı' nevinden kılıf bulacak, bir de hatta koruyup-kollayacak değiliz. Ona en azından buğzederiz. Buğzumuzu belli ederiz. Buğzumuzla içimizin dinamiklerini koruruz. Ruhumuzu koruruz. İmanımızı koruruz. Gücümüz yetiyorsa dilimizle-elimizle, yine şeriat içinde kalarak ama, tepkimizi gösteririz. Unutmayalım. Her günahın normalleşmesi onu hoşgörmekle başlıyor. Hoşgörmek meşrulaştırmanın ilk adımıdır. "Onlar da öyle yaratılmış" deyip, sanki geri kalanımız günah işlemeye müsait yaratılmamışız gibi, imtihanın amacını unutmak yanlıştır.

Zaten imtihan 'günah işlemeye müsait yaratılmışların buna karşı koyması' üzerine dönmüyor mu? Evet. Sen hırsızlık yapabilirdin, yapmıyorsun. Ben içki içebilirdim, içmiyorum. Öteki zina edebilirdi, etmiyor. Beriki adam öldürebilirdi, öldürmüyor. İmtihan zaten bu zararlı arzulara direnmekle kazanılıyor. Takva buna deniyor. Yoksa hiçbirimiz melek değiliz. O da çirkin temayülatına 'Dur!' demek zorunda. Tedavisini aramak zorunda. Hepimiz birşeylere 'Dur!' diyoruz. Emmare olan nefsimizi durduruyoruz. Sınavımız bu.

Her neyse. Çok uzattım arkadaşım. Seni de epeyce yordum. Son cümlelerim: Allah'ın dininden razı olalım. O bu dini seçti. Ve ancak razı olanlardan razı olacağını bildirdi. Beyyine sûresindeki 'Allah onlardan razı, onlar da Allah'tan razı...' sırrının bir vechi de budur. Bu sırrı anlamayan Allah'a ilahlık taslamaya kalkar. Dini silbaştan keyfine göre yeniden dizayn etmenin bundan öte bir anlamı yoktur çünkü. Yüzbin kere ne'ûzu billah.

QOSHE - Nonoşları normalleştirmek ne zamandan beri işimiz? - Ahmet Ay (2)
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Nonoşları normalleştirmek ne zamandan beri işimiz?

3 26
10.11.2023

"Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünkü, aramızdaki dere pek derindir; doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz veya dalâlete düşer boğulursunuz."

Mesnevî-i Nuriye'den.

Eğer olagelenleri salt siyaset üzerinden okursanız devletin bekasına, toprak alımlarına-kayıplarına, hatta ekonomik gelişmelere itikadî kaymalardan daha fazla ehemmiyet verirsiniz. Çünkü siyaset müslümanın da nazarını arzîleştirir. Sonuçları hemen görüleni sonra görülene tercih ettirir. Tutulabilene, sayılabilene, maddî olana yönlendirir. Halbuki asıl zafer hâdiselerin altından akan manevî nehre bakar. Evet. Galibiyet Allah'ın elindedir. Birgün size verir, başka gün de kafirlere. İkisi de mü'min için imtihandır. Kazandığında kazanmayı kendinden bilmemek, kaybettiğinde kaybedişi Allah'a yüklememek, ikisiyle de sınanırız. Fakat ebedî akıbetse şu sorunun cevabında gizlidir:

Kaybettiğin gün de Allah'a, Kur'an'a, Sünnet-i Seniyyeye galip getirdiği gündeki kadar inanıyor musun? Uhud'un ahirinde de Bedir'in ahirindeki kadar imanında sabit misin? Celle celalûhunun emirlerine/nehiylerine, Aleyhissalatuvesselamın tatbikatına, selef-i salihînin ictihadlarına vs... Yani üzerinde yükseldiği o kökün her parçasına ilk günkü aşkla bağlı mısın? Hakikatin yine senin kalbinde olduğuna emin misin? Eğer emin değilsen, işte, o zaman mağlubiyetin hakikattir. Ve yıkılman mukadderdir. Korkman gerek. Nitekim, müslümanlarda siyasi alanda görülen sarsılma, aslında kalplerindeki sarsıntının gürültüsüdür. Oradaki fayhattının hareketi burada biteviye bir karmaşayla ortaya çıkar.

Ahirzamandayız. Mağlubiyet çağındayız. Çıplak elle kor tutmak kolay değil. İslam'ın "Doğru budur!" dediklerine 'belî' çekmek hepimize zor geliyor. Çünkü, dünyevîleşmiş nazarlarımıza göre, itikadî anlamda doğru olanın dünyada da mutlaka bir getirisi olmalı. Dünyada kazandırmayan kazandırıyor olamaz! Sekülerleşmenin imanı bu acelecilik üzerinedir. Hak Subhanehu 'günleri çevirdiği' hakikatini bize Kur'an'da hatırlattığı halde, dinden beklentimiz, en az Batılılar kadar zevk u sefa içinde yaşatması. Yaşatamıyorsa o dinde hatalar(!) var. Veya şimdiye kadar yanlış(!) anlaşıldı. Onu düzeltmeliyiz ki işlerimiz de düzelsin. Onu zamana göre düzeltmedikten sonra belimiz de düzelmez.

Günümüz bid'a fırkalarına bakın. Hepsinin sapkınlıklarının arkasında bu travmanın izleri var: 1) Dünyayı istiyordu. Nefisperestti. Allah vermedi. Vermiyor. Şeriatı müsaade etmiyor. 2) O zaman bu Allah'ın şimdiye kadar emrettiklerine bir bakmak gerek. Belki de yanlış şeyler emrediyordu? Bunu tabii böyle açıkça söyleyemiyor. Dediği daha çok şu: "Belki de şimdiye kadar bize yanlış anlattılar?"

Tasavvuf zaten kafasına ilk........

© Risale Haber


Get it on Google Play