Müteşâbih Hadisler Konusunda Bediüzzaman’ın Görüşleri ve Tespitleri-2

B-Müteşâbih Âyet Ve Hadislerin Varlığının Hikmeti

Bediüzzaman, dine saldıran dinsizlerin ve dinde şüpheye düşmüş dindar kişilerin şüphelerinin kaynağının üç temel meseleden çıktığını ve bunlardan bir tanesinin müteşâbihler konusu olduğunu ifade ederek bu sorunu şöyle cevaplandırır:

“O şekk ve şübhelerin menşei üç emirdir. Birincisi: Onlar diyorlar ki: “Kur’ân’da müteşâ­bihât ve müşkilât denilen ve hakîkî ma‘nâları anlaşılamayan bazı şeylerin bulunması, Kur’ân’ın i‘câzına münâfîdir. Zîrâ Kur’ân’ın i‘câzı, belâgat üzerine müessestir. Belâgat da, ancak ifadenin zuhûr ve vuzûhuna mebnidir...”

Kur’ân-ı Kerîm’de müteşâbihât vardır dedikleri birinci şüb­helerine cevabdır: Evet, Kur’ân-ı Kerîm umûmî bir muallim ve bir mürşiddir. Halka-i tedrîsinde oturan, nev‘-i beşerdir. Nev‘-i beşerin ekserîsi avâmdır. Mürşidin nazarında ekall, eksere tâbi‘dir. Yani umûmî irşâdını ekallin hatırı için tahsîs edemez.

Maahâzâ, avâma yapılan konuşmalardan havâs hisselerini alırlar. Aksi halde, avâm yüksek konuşmaları anlamaktan mahrum kalır.

Ve kezâ, avâm-ı nâs ülfet ettikleri üslûblardan ve ifadelerin çeşitlerinden ve dâimâ hayâllerinde bulunan elfâz, maânî ve ibârelerden fikirlerini ayıramadıklarından, çıplak hakîkatleri ve akliyâtı fehm edemezler. Ancak o yüksek hakāikin, onların ülfet ettikleri ifadeler ile anlatılması lâzımdır. Fakat Kur’ân’ın böyle ifadele­rinin hakîkat olduğunu i‘tikād etmemelidirler ki, cismiyet ve cihetiyet gibi muhâl şeylere zâhib olma­sınlar. Ancak o gibi ifadelere, hakāike geçmek için bir vesîle nazarıyla bakılmalıdır.

Meselâ, Cenâb-ı Hakk’ın kâinâtta olan tasarrufunun keyfi­yeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvîr edilebilir. Buna binâendir ki, اَلرَّحْمٰنُ عَلَي الْعَرْشِ اسْتَوٰي[1] âyetinde kinâye tarîki ihtiyâr edilmiştir.

Hissiyâtı bu merkezde olan avâm-ı nâsa yapılan irşâdlarda, belâgat ve irşâdın iktizâsınca, avâmın fehimlerine mürâât, hissiyâtına ihtirâm, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lâzımdır. Nasıl ki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır. Ve çocuğun anlaması için çocuk gibi konuşur. Bunun gibi, avâm-ı nâsın fehimlerine göre ifade edilen Kur’ân-ı Kerîm’in ince hakîkatleri, اَلتَّنَزُّلَاتُ الْأِلٰهِيَّةُاِلٰي عُقُولِ الْبَشَرِ ile anılmaktadır. Yani insanların fehimlerine göre olan tenezzülât-ı İlâhiye, yani Cenâb-ı Hakk’ın hitâbâtında yaptığı tenezüller, insanların zihinlerini hakāikten tenfîr edip kaçırtmamak için İlâhî bir okşamadır. Bunun için müteşâbihât denilen Kur’ân-ı Kerîm’in üslûbları, hem hakîkatlere geçmek için, hem en derin incelikleri göstermek için, avâm-ı nâsın gözlerine birer dürbün, birer gözlüktürler. Bu sırra binâendir ki, bülegā, büyük bir ölçüde ince hakîkatleri tasavvur etmek ve dağınık ma‘nâları tasvîr ve ifade etmek için istiâre ve teşbîhlere mürâcaat ediyorlar. Müteşâbihât dahi ince ve müşkil istiârelerin bir kısmıdır. Zîrâ müteşâbihât, ince hakîkatlere suretlerdir.”[2]

Kur’an-ı Kerîm’in ve hadis-i şeriflerin hem o devir insanları için, hem bütün zamanların insanları açısından gaybî ve bilinmez olan iman esaslarını, hem gelecek zamana ait meseleleri anlatmasında müteşâbih ifadeler kullanması kaçınılmazdır. Çünkü bilinmeyen şeyler bilinen şeylere benzetilerek, benzerlik yönünden faydalanılarak ve bir bilgi zemini oluşturularak bilmeyen kişilere anlatılabilir. Aksi takdirde o mesele ve mevzu muhatap açısından mutlak manada meçhul kalacaktır. Bu noktada Bediüzzaman mantık üzerine kaleme aldığı Ta’likat kitabında şöyle der: “Mutlak meçhulü talep etmek ise, muhaldir.”[3] Talep, bir şeyin güzelliğini bilme neticesinde ona karşı duyulan güçlü istek mânasında olduğundan her bir insanı doğrudan ilgilendiren Âhiret hayatının kişi açısından mutlak mânada meçhul kalması onun talep edilmemesi anlamına gelir. İnsan ise tâlibi olduğu şey için çabaladığı ve çalıştığından dolayı Âhireti bilemeyenin Âhiret için çalışması imkânsız olacaktır. Bundan dolayı Âhiretin insanlara anlatılması gerekecektir; tâ ki dinin mahiyeti kendini gösterebilsin.

Epistemolojik açıdan bilinmeyenler ancak bilinenler üzerinden gidilerek elde edilebildiğinden, yeni bir konuyu keşfedenler o konu hakkında bilgisi olmayanlara onların anlayacağı bir surette, bir üslup ve ifade tarzıyla meseleyi anlatmaya mecburdurlar. Aşağıdan yukarıya kendi başına çıkamayan kişiyi, yukarıdaki kişi aşağıya inerek çıkartabilir. Bu mânada Bediüzzaman teşbihler şeklinde benzetmeler yapılmasının zaruriliğini bir müteşâbih hadis üzerinde şöyle anlatır:

[4]

yani insafsız ve dikkatsizlerin en ziyâde nazar-ı dikkatini celb eden şu gibi rivâyetlerdir. Hakîkati şudur ki, dünyada dar nazarımızla, kısacık fikrimizle, Musa ve Harun aleyhimesselâmların sevablarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz; âlem-i ebediyette, Rahîm-i Mutlak, saadet-i ebediyede, nihâyetsiz ihtiyaç içinde bir abdine, bir tek virde mukābil vereceği hakîkat-i sevâb, o iki zâtın sevablarına, fakat dâire-i ilmimize ve tahmînimize giren sevablarına müsâvî olabilir.

Meselâ, bedevî vahşi bir adam, hiç padişahı görmemiş, saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder, o mahdûd fikriyle bir padişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hatta bizde sâde-dil bir tâife var ki, eskiden diyorlardı ki, “Padişah, kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız onu biliyor.” Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaz‘iyette ve âdî bir sûrette tahayyül ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor. Âdetâ bir yüzbaşı haşmetinde farz ediyorlar. Şimdi biri, o adamlardan birisine dese, “Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin padişahın haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim. Yani bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim.” O söz hakîkattir. Çünki haşmet-i pâdişâhîden onun dar dâire-i fikrine giren, ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir.

İşte dünya nazarıyla, dar fikrimizle, âhirete müteveccih hakāik-i sevâbiyeyi o bedevî adam kadar da düşünemiyoruz. Hazret-i Musa (as) ve Hârûn’un (as) meçhûlümüz olan hakîkî sevablarıyla muvâzene değil. Çünki teşbîh kaidesi, meçhûlü ma‘lûma kıyâs eder, belki muvâze­ne edilen ve ma‘lûmumuz olan ve tahmînimize giren sevablarıyla, bir abd-i mü’minin bir virdine mukābil, meçhûlümüz olan hakîkî sevabıdır. Hem de deniz yüzü ile katrenin gözbebeği, güneşin tamam aksini tutmakta müsâvîdirler. Fark keyfiyet­tedir. Hazret-i Musa (as) ve Hârûn’un (as) deniz-misâl âyîne-i rûhlarına in‘ikâs eden mâhiyet-i sevâb, bir katre hükmünde bir abd-i mü’minin bir âyetten aldığı aynı mâhiyet-i sevâbdır. Mâhiyetçe ve kemiyetçe birdirler. Keyfiyet ise, kābiliyete tâbi‘dir.”[5]

Bediüzzaman’ın burada gösterdiği üzere teşbihte kaide olarak meçhul, malûma kıyas edilerek muhataba bir hakikat bildirilmeye çalışılır. Teşâbühe dayanan müteşâbihte ise benzetilen iki tarafın birbirine çeşitli yönlerden benzetilmesi veya iç içe benzetmeler kurulması vardır. Yukarıdaki hadis izahında Bediüzzaman önce bizce meçhul olan bir virdin sevabından bahsedildiği tespitini yapıyor. Sonra virdin sevabının yine bizce meçhul olan Hz. Musa ve Hz. Harun’un ömürleri boyunca kazandıkları sevaba benzetildiği ve kıyaslandığı tespitini yapıyor. Bu noktada Bediüzzaman hadisin anahtarı olacak şu tespiti yapıyor:

“Madem Kur’an ve hadis okuyan ve dinleyen her Müslümanın hayal dünyasında ve zihninde Hz. Musa ve Hz. Harun’un (Aleyhimesselam) kazandıkları sevaba dair hayalî de olsa bir bilgi bulunur. Hem bu bilgi kişinin manevi terakkisine göre değişir. Bu hadis-i şerifte Allah’ın Resulü (ASM), Hz. Musa ve Hz. Harun’un (Aleyhimesselam) hakiki sevaplarından değil virdi okuyan kişinin zihnindeki hayalî sevaplarından yola çıkarak virdin sevabını anlatıyor. Çünkü Onların hakiki sevaplarını bilmek mümkün değildir. Öyleyse şahısça malum olan sevap esas alınıyor, demektir. Hem okunan virdin sevabı kişinin ihlasına göre değiştiği ve muhatabın ruhunun şeffaflığına göre farklı derecede hissedildiğinden dolayı Hz. Musa ve Hz. Harun’un (Aleyhimesselam) kazandıkları sevaba dair algı da o nispette değişir.”

Bu şekilde Hz. Peygamber (ASM) bu dua ve virdin sevabının meçhullüğünü iki bilinmeyenli bir denklemle gidermiş oluyor. Hem maneviyata dair bazı meselelere de dolayısıyla temas etmiş olmuş bulunuyor.

Müteşâbihattaki bu karşılıklı veya iç içe benzetmeler konusuna Bediüzzaman şöyle başka bir misal verir:

“Evvelki âyet, [6] naziresidir. O da onun gibi bir istiâre-i bediayı tazammun eylemiştir. Şöyle ki:

Cennetin evânîleri şişe olmadığı gibi, gümüş dahi değildir. Belki şişenin gümüşe olan mübayeneti, bir istiâre-i bedianın karinesidir. Demek şişe şeffafiyetiyle, fidda dahi beyaz ve parlaklık hasebiyle, güya Cennetin kadehlerini tasvir etmek için iki nümunedirler ki, Sâni-i Rahmân bu âleme göndermiş, tâ nefis ve mallarıyla Cennete müşteri olanların rağabatını tehyiç ve iştahlarını açsın.”[7]

Bediüzzaman, Âhiret hayatına dair bu âyetin müteşabih olduğunu belirtip cam ve gümüş arasındaki köklü mahiyet farkı ve ayrılığından yola çıkarak bu âyetin kastettiği manayı beyan ediyor: “Gümüş parlaklığında cam şeffafiyetinde Cennet eşyaları…” Demek âyette Cennet kadehleri parlaklık ve beyazlık noktasında, gümüşe benzetiliyor; şeffaflık noktasında, cama benzetiliyor. Bu şekilde iç içe ve karşılıklı benzetmelerle bilinmeyen nesneler bilmeyenlere, bildirilmeye çalışılıyor.

[1] Tâhâ sûresi, 20/5.

[2] Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü’l-İ’caz, Çev. Abdülmecîd Nursî, İstanbul, Envâr Neşriyat, 1996, s. 115-116.

[3] Bediüzzaman Said Nursi, Ta’likat, İstanbul, Envâr Neşriyat, 2008, s. 33.

[4] Şeyh Ahmed Gümüşhanevî, Mecmuatü'l-Ahzâb, s. 263.

[5] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, İstanbul, Söz Matbaacılık ve Yayıncılık, 2006, s. 466-467.

[6] İnsan sûresi, 76/16.

[7] Bediüzzaman Said Nursi, Muhâkemât, İstanbul, Söz Matbaacılık ve Yayıncılık, 2009, s. 92.

QOSHE - Müteşâbih Âyet Ve Hadislerin Varlığının Hikmeti - Erdem Akça
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Müteşâbih Âyet Ve Hadislerin Varlığının Hikmeti

10 0
27.11.2023

Müteşâbih Hadisler Konusunda Bediüzzaman’ın Görüşleri ve Tespitleri-2

B-Müteşâbih Âyet Ve Hadislerin Varlığının Hikmeti

Bediüzzaman, dine saldıran dinsizlerin ve dinde şüpheye düşmüş dindar kişilerin şüphelerinin kaynağının üç temel meseleden çıktığını ve bunlardan bir tanesinin müteşâbihler konusu olduğunu ifade ederek bu sorunu şöyle cevaplandırır:

“O şekk ve şübhelerin menşei üç emirdir. Birincisi: Onlar diyorlar ki: “Kur’ân’da müteşâ­bihât ve müşkilât denilen ve hakîkî ma‘nâları anlaşılamayan bazı şeylerin bulunması, Kur’ân’ın i‘câzına münâfîdir. Zîrâ Kur’ân’ın i‘câzı, belâgat üzerine müessestir. Belâgat da, ancak ifadenin zuhûr ve vuzûhuna mebnidir...”

Kur’ân-ı Kerîm’de müteşâbihât vardır dedikleri birinci şüb­helerine cevabdır: Evet, Kur’ân-ı Kerîm umûmî bir muallim ve bir mürşiddir. Halka-i tedrîsinde oturan, nev‘-i beşerdir. Nev‘-i beşerin ekserîsi avâmdır. Mürşidin nazarında ekall, eksere tâbi‘dir. Yani umûmî irşâdını ekallin hatırı için tahsîs edemez.

Maahâzâ, avâma yapılan konuşmalardan havâs hisselerini alırlar. Aksi halde, avâm yüksek konuşmaları anlamaktan mahrum kalır.

Ve kezâ, avâm-ı nâs ülfet ettikleri üslûblardan ve ifadelerin çeşitlerinden ve dâimâ hayâllerinde bulunan elfâz, maânî ve ibârelerden fikirlerini ayıramadıklarından, çıplak hakîkatleri ve akliyâtı fehm edemezler. Ancak o yüksek hakāikin, onların ülfet ettikleri ifadeler ile anlatılması lâzımdır. Fakat Kur’ân’ın böyle ifadele­rinin hakîkat olduğunu i‘tikād etmemelidirler ki, cismiyet ve cihetiyet gibi muhâl şeylere zâhib olma­sınlar. Ancak o gibi ifadelere, hakāike geçmek için bir vesîle nazarıyla bakılmalıdır.

Meselâ, Cenâb-ı Hakk’ın kâinâtta olan tasarrufunun keyfi­yeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvîr edilebilir. Buna binâendir ki, اَلرَّحْمٰنُ عَلَي الْعَرْشِ اسْتَوٰي[1] âyetinde kinâye tarîki ihtiyâr edilmiştir.

Hissiyâtı bu merkezde olan avâm-ı nâsa yapılan irşâdlarda, belâgat ve irşâdın iktizâsınca, avâmın fehimlerine mürâât, hissiyâtına ihtirâm, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lâzımdır. Nasıl ki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır. Ve çocuğun anlaması için çocuk gibi konuşur. Bunun gibi, avâm-ı nâsın fehimlerine göre ifade edilen Kur’ân-ı Kerîm’in ince hakîkatleri, اَلتَّنَزُّلَاتُ الْأِلٰهِيَّةُاِلٰي عُقُولِ الْبَشَرِ ile anılmaktadır. Yani insanların fehimlerine göre olan tenezzülât-ı İlâhiye, yani Cenâb-ı Hakk’ın hitâbâtında yaptığı tenezüller, insanların zihinlerini hakāikten tenfîr edip kaçırtmamak için İlâhî bir okşamadır. Bunun için müteşâbihât denilen Kur’ân-ı Kerîm’in üslûbları, hem hakîkatlere geçmek için, hem en derin incelikleri göstermek için, avâm-ı nâsın gözlerine birer dürbün, birer gözlüktürler. Bu sırra binâendir ki, bülegā, büyük bir ölçüde ince hakîkatleri tasavvur etmek ve dağınık ma‘nâları tasvîr ve ifade etmek için istiâre ve teşbîhlere mürâcaat ediyorlar. Müteşâbihât dahi ince ve müşkil istiârelerin bir kısmıdır. Zîrâ müteşâbihât, ince hakîkatlere suretlerdir.”[2]

Kur’an-ı Kerîm’in ve hadis-i şeriflerin hem o devir insanları için, hem bütün zamanların insanları açısından gaybî ve bilinmez olan iman esaslarını, hem gelecek zamana ait meseleleri anlatmasında........

© Risale Haber


Get it on Google Play