Evden yalnız başına çıkıp abbaranın kuzey çıkışı önünde sağa döndüğünde burun buruna geldiği derviş kılıklı adamla ne çok sık karşılaştığını düşündü ama üstünde durmadı. Mardin gibi küçük ve sıkışık bir şehirde zaten hemen herkes birbirini tanıyor, günde birkaç sefer karşılaşabiliyordu.
Yine de bu adamla daha çok abbaranın önünde veya Şehidiye'nin avlusunda karşılaşmasının tabiî olmaktan çıktığını düşündü fakat bunu da dervişin hayranlık ve muhabbetine verdi ki, etrafında bu kabil yolunu gözleyen, karşılaşmaya çalışan insanlar az değildi.

Şehidiye'ye varıp da ikinci katta olan odasına götüren merdivenlere tırmanmaya başladığında tanıdık bir ses hemen yanı başında:

"İçeride bekleyen misafirlerin var Seyda!" dedi.

Sesin sahibine döndü. Ders verdiği talebelerden Nusaybinli Sadık'tı bu. Hemen her zaman yakınında olmaya can atan, hizmetlerine koşan, kafası çalışan gözde bir talebe idi.

"Nereden gelmişler?" diye sordu, merak etmiş gibi.

"Derviş kıyafetindeler ama pek derviş gibi değiller Seyda. Sordum lâkin geçiştirdiler!" diyen Sadık, eksik bilgiye sahib olmanın mahcubiyetiyle önüne baktı.

Molla Said'in imkân dairesinde eksik kalmış, eksik bırakılmış hiçbir şeyden hoşlanmadığını biliyordu, bütün talebeleri gibi. Küçük bir fırça yiyeceğini düşünüyordu ama Molla Said'in tavrı öyle olmadı.

"Demek, senden saklanabilecek kadar marifetli insanlarmış. Öğreniriz birazdan!" deyip odasına yöneldi.

Odada abartılı sakalları, yıpranmış kıyafetleri ile dervişten çok kafadar seyyahlara benzeyen, kırklı yaşlarda iki yabancı vardı. Yerdeki minderlere yarı uzanır gibi kurulmuş, yorgunluk atıyorlardı. Molla Said'in içeri girmesiyle toparlandılar ama ayağa kalkmadılar. Nihayetinde içeri giren genç bir talebe idi. Molla Said'in arkasından içeri giren Sadık, bir tatsızlığa meydan bırakmamak için telaşla,
"Efendiler, Seydam Bediüzzaman Molla Said-i Meşhur bu, beklediğiniz zat!" dedi.

"Nasıl yani!" diyen esmer seyyah hayretini gizleyemezken arkadaşı çoktan ayağa kalkmıştı bile.

Ayakta devam eden musafaha faslı bitmek bilmeyince Molla Said,
"Otursak mı?" deyip üzerinde her zaman üç-beş kitabın bulunduğu rahlesinin başına geçti. Misafirlerle birlikte Sadık da henüz oturmuştu ki, içeriye başka iki talebe ile birlikte Kasım Ensarî de girdi.

Şam taraflarından geliyorlardı. İrşad için çıktıkları yolculuğun nihai hedefi Delhi imiş. Bir veya iki yıl kadar daha yaşlı olanı, Senusiye mensubdu. Yolculuğun yıpratmaya muvaffak olamadığı vücudu dinç ve heybetli duruyordu. Tek tük kırların düştüğü siyah sakalının çerçevelediği esmer çehresini, gür ve dağınık kaşları gölgeliyordu. Etli dudakları, parlak ve kalın derisi ile melez bir çehreye sahibdi. Taşıdığı Abdulaziz ismiyle pehlivanlığı kadar elîm âkıbetiyle de zihinlere kazınan Sultan Abdulaziz'i hatırlamaya sebeb oluyordu.

Genç olanı kumraldı. Arkadaşına göre daha zayıf ve narin görünmesine rağmen, çehresinde bir parça büyük gibi duran bal rengi gözleri ışıl ışıldı; keskin ve bir parça sert bakıyordu. Gözlerinde belli belirsiz bir öfke geziniyordu. Tevazu ve gurur karışık bir eda ile Cemaleddin-i Efganî'nin şâkirdi olduğunu söylerken gözleri güneş huzmelerini aksettiren Bursa bıçağı gibi parladı. Abdulcemâl'den çok belki Abdulcelâl ismini daha iyi temsil ettiğini düşündüren celâllî bir duruşu vardı fakat belli ki, bebekliğindeki masum güzelliği, ceddine Abdulcemal dedirtmişti.

Uzunca bir tanışma ve seyahat hatıralarının naklinden sonra Abdulaziz, şeyhi Muhammed el-Mehdi es-Senusî ve tarikatının yaptığı hizmetler hakkında bilgiler verdi. Kuruluşunun üstünden geçen altmış yıllık zaman zarfında bilhassa Kuzey Afrika'da yaptığı büyük hizmetleri, teşkilâtlanma şeklini, bir tarikat kadar da Müslümanların dünya hayatlarının refah ve selâmetleri için attıkları büyük adımları dile getirdi. İttihad-ı İslâm düşüncesiyle yaptıkları hizmetlerin yayılması için çıktığı bu seyahatte Abdulcemal ile yollarının Şam'da kesiştiğini ve birlikte devam etmekte olduklarını ifade ettikten sonra sözü Abdulcemal'e bıraktı.

Efgânî'nin şâkirdi olmakla iftihar ettiğini saklama ihtiyacı duymayan Abdulcemal, üzerinde çokça çalışılmış, hattâ ezberlenmiş bir metni okur gibi konuşuyordu. Çıkış ve inişlerinde değişen ses tonunu tekrarlayan mimik ve tavırları, arada bir naklettiği parlak mısralara hâkimiyeti, beklenmedik bir anda yaptığı geri dönüşlerle iyi bir hatib olduğunu kabul ettiriyordu. Yarım saatlik coşkulu hitabetini Namık Kemal'in Hürriyet Kasidesinden derlediği mısralarla bitirdi:

Muini zâlimin dünyada erbâb-ı denaettir
Köpektir zevk alan, sayyâd-ı bi-insâfa hizmetten
Ne gam pür âteş-i hevl olsa da gavgâ-yı hürriyet
Kaçar mı merd olan bir can için meydân-ı gayretten
Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin
Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten
Ne mümkün zulm ile bidâd ile imhâ-yı hürriyet
Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten
Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet
Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten

Odadaki üç-beş kişiye değil de bir cenk meydanında ordulara okur gibi şiiri bitirdiğinde mahcûb olmuş gibi, başını öne eğip gözlerini yere dikti. Felek utansın, der gibi bir hali vardı.

Oysa Bediüzzaman Molla Said, bu ateşin ifadelerle ilk defa karşılaşmıştı. Göğsüne mızrak yemiş gibi ayağa fırlamak istiyordu fakat Abdulcemal'in mahcub hali frenliyordu.

"Kim bu bağrı alev topu yiğit?" diyebildi.

"Namık Kemal!" dedi Efganî'nin gayretli talebesi. "Uzun bir kaside, sadece yer yer okudum."

Bediüzzaman, tamamını dinlemek istediğini son anda söylemekten vaz geçerek,
"Rica etsem yazabilir misiniz?" dedi.

Abdulcemal'in bakışları talebelere kaydı, belli ki onların yanında bazı şeyleri konuşmak istemiyordu. Nihayet dayanamayıp,
"Yalnız kalabilir miyiz?" dedi.

Molla Said kararlı ve sert bir tavırla,
"Hayır!" dedi. "Onlar benim talebelerim ve onlarla aramızda saklı, gizli hiçbir şey yoktur, olamaz. Ne söyleyecekseniz rahat olunuz, odada sizlerden başka sadece ben varım."

Beklemediği bir cevabdı ama Abdulcemal gibi Abdulaziz'in de hoşuna gitmiş, gülümsemekten kendisini alamamıştı. Ancak o zaman beriki yanında tuttuğu heybesini kurcalayıp el yazması küçük bir kitab çıkardı. Bu, Namık Kemal'in, sonuna Hürriyet kasidesi de ilave edilmiş "Rüya"sıydı.
Molla Said, yeni bir intibahın eşiğinde olduğunun hissi içinde uzanıp kitabı aldı.

"Mahremdir!" diye fısıldadı Abdulcemal...

(Kutub Yıldızı II)

QOSHE - 'Kemal'in Rüya'sıyla Uyandım!' - Hüseyin Yılmaz
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

'Kemal'in Rüya'sıyla Uyandım!'

18 0
21.02.2024

Evden yalnız başına çıkıp abbaranın kuzey çıkışı önünde sağa döndüğünde burun buruna geldiği derviş kılıklı adamla ne çok sık karşılaştığını düşündü ama üstünde durmadı. Mardin gibi küçük ve sıkışık bir şehirde zaten hemen herkes birbirini tanıyor, günde birkaç sefer karşılaşabiliyordu.
Yine de bu adamla daha çok abbaranın önünde veya Şehidiye'nin avlusunda karşılaşmasının tabiî olmaktan çıktığını düşündü fakat bunu da dervişin hayranlık ve muhabbetine verdi ki, etrafında bu kabil yolunu gözleyen, karşılaşmaya çalışan insanlar az değildi.

Şehidiye'ye varıp da ikinci katta olan odasına götüren merdivenlere tırmanmaya başladığında tanıdık bir ses hemen yanı başında:

"İçeride bekleyen misafirlerin var Seyda!" dedi.

Sesin sahibine döndü. Ders verdiği talebelerden Nusaybinli Sadık'tı bu. Hemen her zaman yakınında olmaya can atan, hizmetlerine koşan, kafası çalışan gözde bir talebe idi.

"Nereden gelmişler?" diye sordu, merak etmiş gibi.

"Derviş kıyafetindeler ama pek derviş gibi değiller Seyda. Sordum lâkin geçiştirdiler!" diyen Sadık, eksik bilgiye sahib olmanın mahcubiyetiyle önüne baktı.

Molla Said'in imkân dairesinde eksik kalmış, eksik bırakılmış hiçbir şeyden hoşlanmadığını biliyordu, bütün talebeleri gibi. Küçük bir fırça yiyeceğini düşünüyordu ama Molla Said'in tavrı öyle olmadı.

"Demek, senden saklanabilecek kadar marifetli insanlarmış. Öğreniriz birazdan!" deyip odasına yöneldi.

Odada abartılı sakalları, yıpranmış kıyafetleri ile dervişten çok kafadar seyyahlara benzeyen, kırklı yaşlarda iki yabancı vardı. Yerdeki minderlere yarı uzanır gibi kurulmuş, yorgunluk atıyorlardı. Molla Said'in içeri girmesiyle toparlandılar ama ayağa kalkmadılar. Nihayetinde içeri giren genç bir talebe idi. Molla Said'in arkasından içeri giren Sadık, bir tatsızlığa meydan bırakmamak için telaşla,
"Efendiler, Seydam Bediüzzaman Molla Said-i Meşhur bu, beklediğiniz zat!" dedi.

"Nasıl yani!" diyen esmer seyyah hayretini gizleyemezken arkadaşı çoktan ayağa kalkmıştı bile.

Ayakta devam eden musafaha faslı bitmek bilmeyince Molla Said,
"Otursak mı?" deyip üzerinde her zaman........

© Risale Haber


Get it on Google Play