Denizin Ortasında Açan Karanfil

Bir karanfilin bakışını mı ödünç almıştınız
Ne güzel kokular yayıyordu yüzünüz
Gözleriniz denizler kadar derindi
Okyanusları içip de mi gelmiştiniz?

Bu sıcacık meltem yüzünüzü yuva seçmiş
Bu kuşlar yuvasını bozup kalbinize gelmiş
Ah rüyalarınız, ah o dünyalara değişilmez rüyalarınız
Gelip Barla ve Ravza’nın sinesine ermiş

Gözlerinizde aşka dalmış bir Hatice dalgınlığı
Yüzünüzün rahlesinde Muhammed Mustafa aydınlığı
Bir minbere çıkılıyor sözlerinizden
Sonsuz bir namaza duruluyor kalbinizin mihrabında

Ah ben sizi gördüğüm günden beri
Sehiv secdelerine tutuldum
Ah ben sizi gördüğüm günden beri
Uçsuz bucaksız bir aşka tutuldum

Şimdi

Bir filmin en dokunaklı yerindeyiz sizinle
Bir kalbin en hüzünlü yerinde
Bir şiirin en güzel mısraında
Bir namazın en huzurlu anında

Ah bu film hiç bitmesin
Ah bu şiir hiç dinmesin
Ah bu kalb hiç dinlenmesin
Ah bu namaz hiç bozulmasın
Ah bu aşk hiç, hiç durulmasın…

Hatice’m

Evinizin önü Hatice’m ottur geçilmez
Dutun yaprakları Hatice’m sıktır seçilmez
Anadan geçilir Hatice’m yardan geçilmez

Kar beyaz ellerine kara kına vurmuş, al diyor beni
Giyinmiş kuşanmış Hatice’m, sar diyor beni

Rumeli Ezgisi

Aşk Rüyadır Çok Zaman

Dünyanın kalbiydi Kâbe. Asırlarca milyonlarca insan onunla hayat bulmuş; hayatına hayat katmıştı. Mekke işte böyle ruhlara hayatlar bağışlayan bu güzel mabedi sinesinde barındırıyordu.

555 yılıydı. Milyonlarca doğuma şahitlik eden Kâbe o günlerde en mahzun günlerini yaşıyordu. Sinelerdeki Kâbeler yani kalpler taş kesilmiş, putlaşmıştı. Kalpleri putlaşanlar taşlardan putlar yapmışlar; o cansız taşlarla Kâbe’yi doldurmuşlardı.

İnsanlık koyu bir karanlığın pençesinde kıvranıyordu. Bu durumdan en çok etkilenenlerse kız çocukları ve kadınlardı. Oysa kadın, hayat demekti. Kadın hayattan sürgün edildiğinde varlık bereketini yitiriyordu. Kalp, insanın kızıydı. Mekkeliler kalplerini yitirmişlerdi. Onlar için kız çocuğu ‘utanç’ demekti. Bir babanın başını öne eğdiren en önemli şeydi. Kız çocuğu dünyaya getiren hanımın doğumevi mezarı oluyordu. Başta kocaları olmak üzere etrafındakiler hakaretler yağdırıyorlar; akla hayale gelmedik işkenceler yapıyorlardı. Dahası bu sözde utançtan kurtulmak için kızlarını diri diri toprağa gömüyorlardı. Bazıları daha bebek dünyaya gelmeden mezarını kazıyorlardı. Bazıları biraz da olsa merhametten payını almıştı. Onlar çocuklarını diri diri gömmek istemiyorlar; ne var ki artan çevre baskısı nedeniyle bir süre sonra onları çöle bırakmak zorunda kalıyorlardı. Hâsılı, o günlerde kız çocukları için en iyi damat topraktı. Ölüme götürülürken, “Dayıya gidiyorsun.” denilerek gönlü edilirdi. Kabir kapkaranlık dayı evlerinden bir evdi.

Hamilelik bir kadının dünyada yaşayabileceği en güzel duyguydu. Ne var ki o günkü Mekkeli kadınlar için doğacak bebeğin kız olma ihtimali daha ilk günden onları tedirgin etmeye yetiyordu. Ya bebek kız olursa, ya onu da diri diri toprağa gömerlerse…

Vahşiliğin kol gezdiği böyle bir iklimde insanlıktan nasibini alanlar da vardı. Varaka bin Nevfel bunlardan biriydi. Varaka bilgili, güngörmüş, toplumda saygı gören biriydi. Kutsal kitapları incelemiş; Tevrat’ı okuduktan sonra Musevi, İncil’i okuduktan sonra da Hıristiyan olmuştu. Toplumdaki insanlık dışı çarpık anlayışlara karşı elinden geldiğince mücadele etmeye çalışıyordu.

Varaka, Esedoğulları kabilesine mensuptu. O günlerde kabilesine heyecanlı, bir o kadar da tedirgin bir bekleyiş hâkimdi. Amcası Hüveylid ve yengesi Fatıma bebek bekliyorlardı. Bu onların ilk bebekleri olacaktı. Fatıma da Hüveylid gibi soylu bir aileden geliyordu. İkisinin soyu da İbrahim peygambere çıkıyordu. Buna rağmen kendilerini cahiliye adetlerinin etkisinden korumakta zorlanıyorlardı.

Ya onların da kızı olursa…

Ya onlar da onu toprağa gömmek zorunda kalırlarsa…

Hüveylid hayli tedirgindi. Zaman zaman umutsuzluk kuyusuna düşüyordu. Doğum günü yaklaştıkça sıkıntısı daha da artıyordu. Çocuğu kız olursa siteme uğramaktan, ayıplanmaktan, dahası hakarete uğramaktan korkuyordu. Doğacak bebeğin erkek olmasını umutla bekliyordu. O günlerde gördüğü bir rüya umutlarını artırmıştı. Rüyasında Hz. Yusuf ile birlikteydi. Bir hurma bahçesinde geziyorlardı. Hz. Yusuf ağaçlardan hurma koparıp Huveylid’e veriyordu. O da kucağını dolduruyordu. O heyecanla uyanmıştı.

Çok mutluydu. İyice rahatlamıştı. Zira koskoca Mısır’ın sultanı Hz. Yusuf rüyasına misafir olmuştu. Hz. Yusuf gibi bir sultan rüyasına kadem bastığına göre onun bir erkek evladı olacak ve Mekke’ye sultan olacaktı…

O günleri düşündükçe içi kıpır kıpır oluyordu. Bu sevinci eşiyle paylaşmalı; onu da rahatlatmalıydı.

Eşi uyanmıştı. O sevinçle,

“Müjde ey Fatıma, benim bir oğlum olacak.” deyip bir çırpıda rüyasını anlatıvermişti.

Fatıma, 25 yıl sonra dünyayı şereflendirecek Hz. Muhammed ile aynı soydan geliyordu. Bilgili ve gönül gözü açık bir kadındı. Ona göre bu rüya erkeğe değil kıza işaret ediyordu.

“Bence yanılıyorsun ey Huveylid. Hurma, kıza işaret eder. Bana kalırsa oğlumuz değil; kızımız olacak.”

Gerçekten de rüyada hurma görmek kız evlada işaretti. Zaten Hüveliylid de biricik eşini, “eğilmiş hurma dalım” diye diye severdi. İşin aslı buydu. Eğilmiş hurma dalı dünyalara değişilmez Hz. Havva ve Hz. Meryem misali bir meyve verecekti. Yıllar sonra o kız büyüyecek; Hz. Yusuf’a rüyasında ay ve güneşi gösterip Mısır’a sultan yapan Rabbi onun rüyasına kameri (ay) gönderecek; ay göğsüne girip dünyayı aydınlatacak; nihayet yıllar sonra Hz. Yusuf’tan daha hayırlı bir peygambere, iki cihanın sultanı Hz. Mustafa’ya eş olacak; O’nun sultanı, kadınlar âleminin mihmandarı olacaktı.

O eğilmiş hurma dalı’nın kızıydı. Annesi ve babasına layık şekilde yaşayacak; izzet ve cömertlik sahibi bir kadın olacak; bereketli bir hurma ağacı gibi dallarından yoksullar, fakirler, fukaralar, muhtaçlar meyveler yiyecekler; gönlü ateşler içinde yananlar gölgesine gizlenecekti…

Hüveylid, ‘eğilmiş hurma dalım’ dediği eşinin bu sözleri karşısında şaşkına dönmüştü. İçini yeniden hafakan basmıştı. Eşini çok seviyordu. Bu yorumu başka birisi yapsa tepkisi çok sert olurdu.

Fatıma nazik, nazenin, şefkatli, merhametli, ince ruhlu bir kadındı. Rüyayı ve eşinin düştüğü durumu düşündükçe yüreği daraldı; gözleri bulutlandı. Şimdi neye, hangi birine üzülsündü…

Kız çocuğu sahibi olup sonra onun toprağa gömülmesine mi üzülsündü?

Yoksa cahiliye adetlerine muhalefet ederek çocuğu büyütme kararı alıp eşinin uğrayacağı hakaretlere mi?

Bebek doğuyor

Gâh korku, gâh ümitle dolu günler çok çabuk geçmiş; doğum günü gelip çatmıştı. Fatıma’nın doğum sancıları başlamıştı. Göğsü deniz gibi inip kalkıyordu. Hüveylid avluda denizin dalgaları gibi bir o yana bir bu yana savruluyordu. Varaka’nın da içinde bulunduğu akrabaları avluyu doldurmuştu. Bu bile Hüveylid’in içindeki dalgaları dindirmeye yetmemişti. Bebeğin erkek olacağını umut ettikleri için şölen hazırlıkları başlamış; ziyafet sofrası hazırlanmıştı.

Heyecanlı bekleyiş az sonra Fatıma’nın kapısında ebe kadının görünmesiyle son bulmuştu. Ebenin ürkek halleri ve yüzündeki tepkisizlik herkesi tedirgin etmeye yetmişti. Ağzından bir çift söz çıkmıyordu. Söze nereden ve nasıl başlayacağını bilemiyordu. Sonunda çaresizce Huveylid’in babası Esed’e dönmüştü. Çekinerek, “Ay parçası gibi bir kızınız oldu.” demişti…

Sanki zaman durmuştu. Avluyu birden sonu gelmez bir sessizlik kaplamıştı. Herkes olduğu yerde kalakalmıştı. Yüzler iyiden iyiye asılmıştı. Demek bir kız dünyaya gelmişti. Demek Esad sülalesine bir utanç lekesi bulaşmıştı. Biri zamanın düğümünü çözmeli; sözün kilidini açmalıydı. Bu elbette kabilenin büyüğünden, dede Esed’den beklenirdi.

Esed, akıllı, duruma göre tavır alabilen, sıkıntılı durumlarda konuyu çabucak çözüme kavuşturabilen biriydi. Ne var ki bu durum çok farklıydı. Gözler medet umarcasına ona dönmüştü. Şimdi ne desindi Esed…

Saniyeler süren şok sona ermişti. Az sonra Esed’in dili çözülmüştü. Sesinde kırgınlık, dargınlık ve küskünlük yerine kadere teslimiyet vardı. Zaten kadere teslim olan kederden kurtulmuyor muydu... O, “Ne olursa olsun razıyız.” demişti.

Esed herkesin saygı duyduğu biriydi. Onun sözünün üzerine söz yoktu. Kararlarını kabul etmeseler bile itiraz edemezlerdi. Bu sözler hemen herkesi rahatlatmıştı.

Kabilede Esed’ten sonra en çok sözü geçen kişi Varaka’ydı. Varaka kutsal kitaplardaki ilahi sırlara vakıftı. Bu konuda söyleyeceği birkaç söz akıllarda kalan son şüpheleri de silip süpürecekti. Esed’in sözlerine son tuğlayı koyma sırası ondaydı.

“Beni dinleyiniz! Görüyorum ki yüzlerinizde bir doğumun değil;bir ölümün izleri var. Neden böylesiniz? Kime karşısınız? Bu bebeğin kız veya oğlan olmasında kimin payı var? Hiçbirinizin! Bu sadece Allah’ın işi. Sadece O’nun takdiri. Bu sebeple kızgınlığınız aklınızı çelmesin. Düşünün bir kere; sizi doğuran da bir kadın değil mi? Biraz aklınızı kullanın. Kim bilir belki bu yavru, ileride çok önemli biri olacak. Belki, nice yiğitler doğuracak ki onlar herkesin sevdiği, saydığı büyük insanlar olacaklar… Kim bilebilir?”

Esed ve Varaka’nın konuşmalarından sonra Hüveylid iyice rahatlamıştı. Artık kimse kızı olduğu için onu hakir göremeyecekti. Varaka’ya ne kadar teşekkür etse azdı.

“Kutlarım seni sevgili yeğenim. Bu hikmetli konuşmanla bizi insanlar arasında utançla gezmekten kurtardın...”

Hüveylid’in kızı olduğu haberini alan akrabalardan sonra komşular da avluya toplanmıştı. Hüveylid kız evladını kurtarmanın sevincini ve huzurunu yaşıyordu. Artık, kız çocuklarını diri diriye toprağa gömmek gibi insanlık dışı gelenek son bulmalıydı. Bu gün doğan bebek bunun için bir ilk adım olabilirdi. Bu umutla kalabalığa seslenmiş; bu âdetin kaldırılmasını istemişti.

Dinleyenlerin hemen hepsi bu isteği olumlu karşılamış; böylece doğacak birçok kızın canının kurtarılma süreci başlamıştı. Yeni bebek daha şimdiden anne, baba ve akrabalarından sonra istikbalde doğacak yüzlerce kız çocuğunun hayatına da hayat katmıştı. Yıllar sonra o bebek büyüyecek; şehrin zengin, güvenilir ve merhametli kadını olarak nam salacak; diri diri kabre gömülen çocukların anne ve babaları için umut olacak; kabre götürülen çocuklara kalbini açacak; birçok aile çocuğunu toprağa diri diri gömmek yerine onun şefkatli kollarına bırakacak; o da annesi ve babasını aratmadan onları insana yakışır şekilde topluma faydalı fertler olarak yetiştirecekti.

Az sonra kalabalık hareketlenmişti. Kâbe’nin hizmetkârı, 15 yıl sonra dünyaya gelecek son peygamber Hz. Mustafa’nın dedesi Abdulmuttalib kapıda görünmüştü. Doğum haberini almış; tebrik etmek istemişti. Onu dede Esed karşılamıştı. Esed ailesi ziyaretten çok memnun kalmıştı.

Bebeğin annesi Fatıma, babası Huveylid, dedesi Esed ve Abdulmuttalip, İbrahim peygamber üzerinden akrabaydılar. Ruhlar çift yaratılmıştı. Gün gelecek Esed’in soyundan gelen Hatice ile Abdülmuttalip’in soyundan gelen Hz. Mustafa bir canda birleşecekler; gökyüzünü kanatlarıyla şenlendirecekler; insanlığa nice müjdeler getireceklerdi.

Bütün erkekleri bir kadın dünyaya getirirdi. Fakat bütün erkeklerin annesi Hz. Havva, Hz. Adem’in sağ kaburgasından yaratılmıştı. Zamanın Hz. Havva’sı Hatice gerçekte Fatıma’dan değil; Hz. Mustafa’nın dualarından ve rüyalarından dünyaya gelecek; gün gelecek O’nunla dünyaevine girecek; ardından da cennete göç edecekti.

O gün doğumevi küçük bir düğünevine dönmüştü. Yıllar sonra soyları gibi, ilk bebek ile son peygamberin yolları da birleşecek; düğünevine ve dünyaevine gireceklerdi ama ne yazık ki o gün dedeleri Abdulmuttalib ve Esed hayatta olmayacaktı. Kader onlara küçük bir güzellik yapmış; kutlu bebeğin doğum gününde onun istikbalde torunu Hz. Mustafa ile yapacağı düğünü şimdiden kutlamışlardı. Öyle ki bu kutlu bebek, hanımları arasında nesebce Sevgili’ye en yakın eş olacaktı.

QOSHE - Aşkın Kalbine Yolculuk Hz. Hatice ile Hz. Mustafa - Mustafa Oral
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Aşkın Kalbine Yolculuk Hz. Hatice ile Hz. Mustafa

4 0
01.11.2023

Denizin Ortasında Açan Karanfil

Bir karanfilin bakışını mı ödünç almıştınız
Ne güzel kokular yayıyordu yüzünüz
Gözleriniz denizler kadar derindi
Okyanusları içip de mi gelmiştiniz?

Bu sıcacık meltem yüzünüzü yuva seçmiş
Bu kuşlar yuvasını bozup kalbinize gelmiş
Ah rüyalarınız, ah o dünyalara değişilmez rüyalarınız
Gelip Barla ve Ravza’nın sinesine ermiş

Gözlerinizde aşka dalmış bir Hatice dalgınlığı
Yüzünüzün rahlesinde Muhammed Mustafa aydınlığı
Bir minbere çıkılıyor sözlerinizden
Sonsuz bir namaza duruluyor kalbinizin mihrabında

Ah ben sizi gördüğüm günden beri
Sehiv secdelerine tutuldum
Ah ben sizi gördüğüm günden beri
Uçsuz bucaksız bir aşka tutuldum

Şimdi

Bir filmin en dokunaklı yerindeyiz sizinle
Bir kalbin en hüzünlü yerinde
Bir şiirin en güzel mısraında
Bir namazın en huzurlu anında

Ah bu film hiç bitmesin
Ah bu şiir hiç dinmesin
Ah bu kalb hiç dinlenmesin
Ah bu namaz hiç bozulmasın
Ah bu aşk hiç, hiç durulmasın…

Hatice’m

Evinizin önü Hatice’m ottur geçilmez
Dutun yaprakları Hatice’m sıktır seçilmez
Anadan geçilir Hatice’m yardan geçilmez

Kar beyaz ellerine kara kına vurmuş, al diyor beni
Giyinmiş kuşanmış Hatice’m, sar diyor beni

Rumeli Ezgisi

Aşk Rüyadır Çok Zaman

Dünyanın kalbiydi Kâbe. Asırlarca milyonlarca insan onunla hayat bulmuş; hayatına hayat katmıştı. Mekke işte böyle ruhlara hayatlar bağışlayan bu güzel mabedi sinesinde barındırıyordu.

555 yılıydı. Milyonlarca doğuma şahitlik eden Kâbe o günlerde en mahzun günlerini yaşıyordu. Sinelerdeki Kâbeler yani kalpler taş kesilmiş, putlaşmıştı. Kalpleri putlaşanlar taşlardan putlar yapmışlar; o cansız taşlarla Kâbe’yi doldurmuşlardı.

İnsanlık koyu bir karanlığın pençesinde kıvranıyordu. Bu durumdan en çok etkilenenlerse kız çocukları ve kadınlardı. Oysa kadın, hayat demekti. Kadın hayattan sürgün edildiğinde varlık bereketini yitiriyordu. Kalp, insanın kızıydı. Mekkeliler kalplerini yitirmişlerdi. Onlar için kız çocuğu ‘utanç’ demekti. Bir babanın başını öne eğdiren en önemli şeydi. Kız çocuğu dünyaya getiren hanımın doğumevi mezarı oluyordu. Başta kocaları olmak üzere etrafındakiler hakaretler yağdırıyorlar; akla hayale gelmedik işkenceler yapıyorlardı. Dahası bu sözde utançtan kurtulmak için kızlarını diri diri toprağa gömüyorlardı. Bazıları daha bebek dünyaya gelmeden mezarını kazıyorlardı. Bazıları biraz da olsa merhametten payını almıştı. Onlar çocuklarını diri diri gömmek istemiyorlar; ne var ki artan çevre baskısı nedeniyle bir süre sonra onları çöle bırakmak zorunda kalıyorlardı. Hâsılı, o günlerde kız çocukları için en iyi damat topraktı. Ölüme götürülürken, “Dayıya gidiyorsun.” denilerek gönlü edilirdi. Kabir kapkaranlık dayı evlerinden bir evdi.

Hamilelik bir kadının dünyada yaşayabileceği en güzel duyguydu. Ne var ki o günkü Mekkeli kadınlar için doğacak bebeğin kız olma ihtimali daha ilk günden onları tedirgin etmeye yetiyordu. Ya bebek kız olursa, ya onu da diri diri toprağa gömerlerse…

Vahşiliğin kol gezdiği böyle bir iklimde insanlıktan nasibini alanlar da vardı. Varaka bin Nevfel bunlardan biriydi. Varaka bilgili, güngörmüş, toplumda saygı gören biriydi. Kutsal kitapları incelemiş; Tevrat’ı okuduktan sonra Musevi, İncil’i okuduktan sonra da Hıristiyan olmuştu. Toplumdaki insanlık dışı çarpık anlayışlara karşı elinden geldiğince mücadele etmeye çalışıyordu.

Varaka, Esedoğulları kabilesine mensuptu. O günlerde kabilesine heyecanlı, bir o kadar da tedirgin bir bekleyiş hâkimdi. Amcası Hüveylid ve yengesi Fatıma bebek bekliyorlardı. Bu onların ilk bebekleri olacaktı. Fatıma da Hüveylid gibi soylu bir aileden geliyordu. İkisinin soyu da İbrahim peygambere çıkıyordu. Buna rağmen kendilerini cahiliye adetlerinin etkisinden korumakta zorlanıyorlardı.

Ya onların da kızı olursa…

Ya onlar da onu toprağa gömmek zorunda kalırlarsa…

Hüveylid hayli tedirgindi. Zaman zaman umutsuzluk kuyusuna........

© Risale Haber


Get it on Google Play