İlk bakışta pek anakronik göründüğü, “nereden çıktı şimdi bu” denebileceği için üçüncü bölümünü okumakta olduğunuz “Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu” dizisine bir “sabitlenmiş sunum” yazmış, bu sunumun her bölümün sonunda tekrarlanacağını söylemiştim. Fakat -güncel olaylar gerektirdiğinde- bu sunuma ilave bazı taze-güncel gerekçeler yazmanın yerinde olacağını düşündüm. Doğrusu, dizinin ikinci bölümünü yayımladığım 26 Aralık’tan bu yana geçen iki haftada yaşananlar, bunun şart olduğunu söylüyor bana. O nedenle üçüncü bölüme geçmeden önce bu çerçevede birkaç şey söylemek istiyorum.

Yüksel Çetkin adlı bir X platformu kullanıcısı bu diziyle ilgili şu değerlendirmeyi yaptı:

“Yazdıklarınızı birebir yaşadık zaten, anlattıklarınız malumun ilanı, başlatmak istediğiniz yazı dizisi anlamını kanaatimce yitirmiştir, bugün yazdıklarınız sıkıcı dahi geldi bana, bu minvalde devam edecekseniz emeğinize yazık derim. Anakronik bir yazı dizisi olma yolunda.”

Doğru, yazdıklarım ve yazacaklarım malumun ilamı, fakat ben esasen olgusal bir döküm yapacağımı baştan söylemiştim… Bunları hatırlatmanın faydasız bir anakronizm olduğu eleştirisine gelince: Şu son iki haftada yaşananlar, laik kesimin bu dizide örneklerini gösterdiğim ve göstereceğim propaganda ve ‘eylemlilik’ çizgisinin nelere mal olduğu hakkında hiç düşünmemiş olduğunu göstermiyor mu? Ben bu diziyi, hakikatin ‘faydalı’ çarpıtılışı üzerine kurulmuş propaganda ve eylem çizgisinin sadece kendisiyle mücadele edilene yaradığını, onu mağdur haline getirdiğini ve buradan büyük bir siyasal kazanç elde ettiğini göstermek için yazıyorum.

AK Parti artık mağdur değil, fakat ona karşı hakikatin ‘faydalı’ çarpıtılışı üzerinden mücadele yürütenlere teşekkür edecek ve bunu kendi kitlesi nezdinde gole çevirecek kadar mahir. (“Olguların ‘faydalı’ çarpıtılışı konusunda AK Parti’nin eline kim su dökebilir” diyenler tamamen haklı fakat burada konumuz o değil; o konudaki örnekleri yazılarımda zaten yeri geldiğinde aktarıyorum, burada konumuz AK Parti’nin aynı yöntem kendisine karşı uygulandığında bunu nasıl gole çevirdiği ve laik kesimin bunu bir türlü anlamaması. Ayrıca şu da var: Muhalefet, iktidarın ‘faydalı’ çarpıtmalar temelinde yürüttüğü propagandayı bırakın gole çevirmeyi geri çevirmekten bile aciz bir görünüm sergiliyor.)

Son iki haftada yaşanan iki büyük olaya bakalım… Süper Kupa finali üzerinden yürütülen ‘faydalı’ çarpıtmalar geldi bir duvara tosladı; en son Fenerbahçe Kulübü Başkanı Ali Koç muhalefetin konuyu çarpıtarak siyasallaştırmasının iki kulübe büyük zarar verdiğini söyledi. Koç, bu süreçte “en az sıkıntılı” tarafın Suudlar olduğunu da ilave etti sözlerine.

1 Ocak’ta Galata Köprüsü’nde yapılan mitingde “Hilafet çağrısı” yapıldığı iddiaları da Hilafeti gerçekten de isteyen ve savunan Hizb-ut Tahrir grubunun ondan iki hafta önce düzenlediği yürüyüşün bu mitingin parçası gibi sunulması sayesinde mümkün oldu. Türkiye’de Hizb-ut Tahrir dışında Hilafet isteyenlerin sayısı belki ancak bu örgütün üyeleri ve sempatizanları kadardır ve o da ancak 70-80 bin kişi eder. Günlerdir, “Hilafet çağrısı yapan adama yumruk atan pırıl pırıl yurtsever genç” propagandası yapan laik kesimin gazetecileri, kanaat önderleri Türkiye’de bir Hilafet tehlikesinin olmadığını elbette bilir, fakat ne gam? Değil mi ki bu sayede laik bir kabarma mümkün hale geliyor, o halde koyver gitsin.

Muhalefetin “gerçek sorunlar dururken Hilafet çağrılarıyla uğraşıyoruz” mırıldanmaları ise bunu gündem yapanın bizatihi muhalefetin kendisi olduğunu düşününce çok tuhaf kaçıyor. Ama şikâyet haklı: Evet, bu iş iktidara yarıyor. İktidar bu sayede ülkenin gerçek sorunlarının arka plana itildiğinin farkında ve tabii ki çok memnun.

Hele hele yumrukçunun savunulması… Henüz yara taze ve etkisi hissedilmiyor fakat laik kesim bu işten çok büyük bir ahlaki hasarla çıkacak. Kabarmış duygular sakinleşip de “Rejim düşüp Hilafete dönmek üzereyken bir yumrukla tehlikeye dur diyen Atatürk genci” anlatısının saçmalığı ortaya çıktığında geriye Oya Baydar’ın tespit ettiği şey kalacak:

“Bu kertede bölünmüş, cepheleşmiş, nefret söylemiyle kirletilmiş, öfkesi burnunda, şiddete meyyal kılınmış bir toplumda, -kime olursa olsun- yumruk atanı alkışlarsanız, eline sağlık der, desteklerseniz; LBGT+’nın gökkuşağı flamasını veya Atatürk fotoğrafını taşıyana, DEM Parti flaması veya bir Kürt liderin, siyasetçinin posterini taşıyana, partinizin bayrağını, amblemini taşıyana, herhangi bir dinî simge taşıyana, kısa etekliye veya çarşaflıya yapılan / yapılacak saldırıları eleştirme, kınama, lanetleme hakkınız kalmaz. ‘Benim yumrukçum iyi, ellerin dert görmesin ama ‘öteki’nin yumrukçusu bana vurursa yaygarayı kopartırım’ zihniyeti; ‘benim katilim /teröristim iyi, ötekininki kötü’den nitelik olarak değil, sadece nicelik olarak farklıdır.”

Ya da Nihal Bengisu Karaca’nın tespit ettiği şey:

“Ege Akersoy’un uyguladığı şiddete kurumsal düzeyde sahip çıkan bazı ‘muhalefet’ siyasetçileri tabana şu tehlikeli mesajı vermiş oldular: Lafa cumhuriyet diye girmek koşuluyla hayatının baharında olan her genç babası yaşındaki adamı dövebilir.”

Bunları hatırlatıyorum, çünkü bu dizide anlattıklarım bir anlamda “bugün ne yapılmamalı” sorusunun cevabını veriyor, dolayısıyla kesinlikle ‘anakronik’ değil.

Belki kendime şöyle bir eleştiride bulunabilirim: “Görüyorsun ki geçmişi hatırlatmak faydasız; kimsenin geçmişten ders almaya niyeti yok, o halde hâlâ neden hatırlatıyorsun bunları?”

Doğrusu şu iki haftada yaşananlar, işte bu nedenle diziye devam etmedeki motivasyonumu hayli azalttı. Fakat devam edeceğim, belki yanılıyorumdur, belki bunları hatırlamak yine de bir biçimde anlamlıdır diye… Belki bugün değilse bile yarın bir zamanlar ülkede neler olduğunu merak edenler olur diye…

Bu uzun parantezden, taze gerekçeden sonra artık üçüncü bölüme geçebiliriz…

Önceki bölümlerde söylediğim gibi bu dizi 2012’de yazmaya başladığım fakat bitirdiğimde yayımlamayı uygun bulmadığım ‘2007’ başlıklı kitabın tefrika edilmiş hali. Kitabın kurgusu kronolojikti fakat başlangıçta 2005’te ülkede birdenbire başlayan olayları anlatmayı uygun bulmuş, sonra 2003-2004’e dönmüştüm, burada da aynı kurguyu sürdüreceğim. (Dizinin önceki bölümlerini okumamış olanlar 2012’de kitabı neden yayımlamadığımı bu bölümün sonundaki, ‘sabitlenmiş sunum’dan öğrenebilirler.)

***

Ülke 2005’ten itibaren ısıtılıyor, ceketler çıkartılıyor

2005’ten itibaren ülkede ilginç bir şey olmaya başladı… Sanki, 2003-2004 darbe girişimcilerinin günlüklerinde anlattığı, arzu ettiği şey olmaya başlamış, ülke, içlerinden kesif provokasyon kokusu yayılan birtakım eylemlere, gösterilere sahne olmaya başlamıştı.

Bu dönemin başlangıç tarihi olarak, 21 Mart 2005’teki Nevruz gösterilerinden bir gün sonra Mersin’de gerçekleştirilen “bayrak yürüyüşü”nü almak yanlış olmayacaktır… Nevruz gösterilerinde, çocukların gerçekleştirdiği bir “bayrak yakma” girişimi önce Mersin’de (22 Mart 2005), ardından yurt çapında büyük bir “milliyetçi öfke”ye ve “bayrak mitingleri”ne yol açmıştı. Mersin olaylarından iki hafta kadar sonra Trabzon’da ortaya çıkan (6 Nisan 2005) linç girişimi ve onu izleyen benzer olaylar da ülkede birdenbire beliriveren provokatif gösteriler kuşağının ikinci halkasını oluşturuyordu.

Radikal gazetesi 11 Nisan 2005 tarihli sayısında, süreci şöyle özetledi:

“Olaylar, 21 Mart’ta Mersin’deki Nevruz kutlaması sırasında birkaç çocuğun Türk bayrağını yere attığına ilişkin haberle başladı. ‘Bayrak hassasiyeti’ bahanesiyle yapılan ilk eylemin adresi 22 Mart’ta Mersin’deydi. Ülkü Ocakları üyesi bir grup, Tevfik Sırrı Gür Lisesi’ne saldırdı, yolda uzun saçlı bir genci tartakladı.

“Gerginlik, 22 Mart’ta yapılan Genelkurmay açıklamasıyla ‘resmiyet’ kazandı. Açıklamada, ‘sözde vatandaşlar’ ifadesi kullanılırken, RTÜK de TV’lerin, ekranlarına Türk bayrağı koymasını istedi. Kamu-Sen Ankara’da bayrak dağıtırken, Üsküdar’da MHP’liler, DEHAP ilçe binasını bastı. DEHAP, ‘Türk bayrağı bizim de bayrağımızdır’ dedi. Bayrağı ‘yaktıkları ve yere attıkları’ ileri sürülen, dördü 15 yaşından ve biri de 18 yaşından küçük altı çocuk tutuklanırken, 24 ve 25 Mart’ta tüm kentlerde bayrak eylemleri başladı.

“Olaylar, Konya’nın Çumra ilçesinde doruğa çıktı. MHP’liler, İç Çumra beldesinde Kürtlerin oturduğu yere, ‘Kürtler defolun’ sloganıyla yürüdü, ev ve işyerlerini taşladı. Ertesi gün evleri taşlananlardan üçü dövüldü. 28 Mart’ta Isparta’dan bir ‘milli hassasiyet’ haberi daha geldi. Sütçüler Kaymakamı Mustafa Altınpınar, ilçedeki tüm Orhan Pamuk kitaplarının toplatılmasını ve imha edilmesini istedi. Ancak ilçede Pamuk’un kitabı bulunamadı.”

Her şey Mersin’le başlamıştı ama 6 Nisan’da Trabzon’da ortaya çıkan linç girişimi, kaynatılmaya çalışılan kazanın altındaki ateşe atılan yeni odunlar olarak algılandı ve bu niteliğiyle “bayrak mitingleri”nden daha büyük bir tedirginliğe yol açtı.

O günlere biraz daha yakından bakalım…

7 Nisan 2005 tarihli Hürriyet gazetesinin manşetine yerleşen “’Öfke’ sokağa taştı” manşeti Mersin mitinginin Trabzon’daki yankılarına dairdi:

“Mersin’de bayrağa yönelik saldırı, sokaklardaki tansiyonu yükseltti. Dün Trabzon’da tutuklu yakınları adına izinsiz bildiri dağıtan grup polise direnince, 2 bin kişinin saldırısına uğradı.”

Olayların ortaya çıkış ve gelişme biçimi, şayet polis de eski refleksleriyle hareket etseydi, “devletinin” yanında “devlet düşmanları”na hadlerini bildirmek üzere hareket eden kalabalığın, kıstırdığı dört kişiyi linç edeceğini gösteriyordu.

Neden böyle olacağını ve Trabzon’daki olayın gerçek karakterini daha iyi anlayabilmek için, Hürriyet‘in haberinin içinde biraz daha ilerleyelim:

“Kalabalık, ‘Türkiye, Türkiye’, ‘Burası Trabzon, burdan çıkış yok’, ‘Burası Mersin değil’ ve ‘Bayrağı yakanı biz de yakarız’ sloganları atarak, bildiri dağıtan 4 kişinin kendilerine verilmesini istedi. Takviye polis ekipleriyle birlikte olay yerine gelen Trabzon Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek, bir binanın penceresine çıkarak megafonla kalabalığı sakinleştirmeye çalıştı. İstiklal Marşı ile Gençlik Marşı’nı söyleyen öfkeli kalabalık, ‘Onları bize verin’ sloganları atarak polisin 4 kişiyi sakladığı iş hanının çıkışını tuttu. Bunun üzerine olay yerine gelen Çevik Kuvvet ve Özel Harekât ekipleri, 4 kişiyi arka kapıdan çıkararak zırhlı araçla bölgeden uzaklaştırdı.”

Saldırıya uğrayanlar, cezaevlerindeki siyasi tutukluların durumunu protesto etmek amacıyla hazırladıkları bildirileri dağıtmak isteyen Tutuklu Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği (TAYAD) üyeleriydi… Olayları canlı bağlantılarla izleyen yerel televizyonlar, manipülatif ve gerçek dışı yayınlarıyla kalabalığı kışkırtıcı bir rol oynamıştı. Bu yayınlara göre bildiri dağıtan grup PKK bayrağı açmış, Türk bayrağını ise yakmıştı.

Yerel televizyonlardan birinin altı özellikle çizilmeli… Eski adı Kadırga olan Kasırga televizyonu bu türden provokatif yayınlarıyla ünlüydü çevrede. Sahibi, daha önce Milli Güvenlik Kurulu’nda (MGK) “millîci” olduğu gerekçesiyle övülen “İslamcı” bir tarikatın da lideri olan Haydar Baş’tı. Kasırga televizyonu, TAYAD’lılar henüz bildiri dağıtmaya başlamadan önce alt yazıyla üç kez çarşıda bildiri dağıtıldığına dair alt yazı geçmişti.

Trabzon’da gösteri yapan TAYAD üyelerinin PKK bayrağı açtıkları yalanı da burada not edilmeli… Çünkü daha sonra TAYAD’lıların gerçekleştirdikleri bazı gösterilerde de “PKK bayrağı” iddiası ortaya atılacak ve halk linçe çağrılacaktı. Belli ki, TAYAD’lıların benimsediği “sol” ideoloji üzerinden, “komünizm tehlikesi” üzerinden “fonksiyonel” bir öfkenin üretilemeyeceği, el altından bu işleri planlayanların hesaba kattıkları bir bilgiydi… “Kızıl bayrak” artık iş görmüyordu ama “PKK bayrağı” öyle değildi!

Erdoğan: “Halkımızın hassasiyetlerine herkes saygı duysun”, Arınç: “Dört kişi bildiri dağıtmak istiyor, izin verilmiyor, olay çıkıyor. Bu nasıl özgürlük?”

Olaylara AK Parti’nin en tepesinden iki farklı yorum geldi.

Başbakan Erdoğan, bildiri dağıtanları suçlayıp “halkın milli hassasiyetleri”nin zorlanmaması gerektiğini savunurken, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı Bülent Arınç, tam tersine bildiri dağıtanların “demokratik hak”larını savunuyor, saldırganların eylemlerinin hükümete ve onun Avrupa Birliği (AB) hedeflerine yönelik olabileceğini savunuyordu… Arınç’a göre, Trabzon olaylarının ardından, “toplumda panik yaratacak başka olaylar da olabilir”di.

İktidarın tepesinden gelen iki zıt görüş, ayrıntılarıyla şöyleydi.

Erdoğan: “Özgürlükler ve demokrasi kimsenin kötüye kullanamayacakları kadar yüce ve evrensel değerlerdir. Trabzon’da olan olaylarda, tabii ki halkımızın hassasiyeti çok ama çok önemli. Halkımızın bu hassasiyetlerini göz önünde bulundurarak herkes kendi tavrını belirlemelidir ve halkımızın bu milli hassasiyetlerine dokunulduğu zaman, şüphesiz ki bunun tepkisi farklı olacaktır.”

Arınç: “Trabzon’da linç etmeye varan olaylar yaşandı. İşin çığırından çıkma eğilimi ve siyasi sorumluluğu var. Olayları kullanarak, AB’ye üyelik süreci ve hükümete karşı başka siyasi amaçlar güdenler olabilir. Bu süreci baltalayacak başka olaylar da olabilir. Milliyetçiliği şovenizme kaydırmak isteyenler hükümeti, Meclis’i yıpratmak, AB sürecini engellemek, Meclis’te parçalı siyaseti amaçlıyor olabilirler. Dört kişi bildiri dağıtmak istiyor, izin verilmiyor, olay çıkıyor. Bu nasıl özgürlük? Arkadan başka şeyler de yaptırıyorlar. Toplumda panik yaratacak başka olaylar olabilir. Bunlardan ders çıkarmak gerekir.”

Başbakan Erdoğan’ın tavrı gerçekten de ilginçti… En azından, bir gün ihtiyaç duyabileceği kaygısıyla, toplumdaki “milli hassasiyet sahibi” kesimlerle ilişkileri her zaman “dostane” bir seviyede tutma çabasını yansıtması açısından…

Başbakan ertesi gün de Trabzon’daki olayların “planlı olduğunun söylenemeyeceğini” ifade ederek katıldı tartışmaya… Başbakan belli ki birilerinin “odayı ısıtmaya” koyulduğunu, ısınan odada bunalan “milli hassasiyet sahibi” başka birilerinin de “gömleklerini çıkarmaya” başladığını, bu işlerde “plan”ın böyle kurulduğunu ve böyle işlediğini henüz anlayamamıştı o günlerde…

Başbakan Erdoğan’ın en tepeden yaptığı “milli hassasiyet” uyarıları, aşağılara doğru gidildikçe “milli hassasiyet sahibi vatandaşların linç hakkı”nı savunma noktasına kadar varabiliyordu… Bu olaylardan 7 ay kadar sonra, bu kez Rize’de yine TAYAD’lılara yönelik linç girişimi sırasında bir AK Parti milletvekili ile Rize’nin AK Parti’li belediye başkanının sözleri, o günlerde “odayı ısıtma”nın en gözde araçlarından biri olan linç girişimlerini arka planda ellerini ovuşturarak izleyen birilerini pek memnun etmiş olmalıdır…

AK Parti Rize Milletvekili Abdülkadir Kart’ın sözleri:

“Devletine ve milletine son derece bağlı Karadeniz insanı onlara gerekli dersi verdi. Derslerini aldılar. Bir daha buraya gelmeye cesaret edemezler.”

Rize Belediye Başkanı Halil Bakırcı da olaylardan hemen sonra şöyle konuşmuştu:

”Pencereden, belediye binası önünde birilerinin tartıştığını gördüm. Sonradan öğrendim ki, TAYAD üyeleri pankart açmaya çalışmış. Eğer onlar olduğunu bilsem, inip ben de vururdum. Kimsenin, insanımızın sabrını taşırmaya hakkı yok. Halkımız gereken cevabı verdi. Gelirlerse çok farklı olur. Bir daha kolay kurtulamazlar.”

Başbakan Erdoğan’ın zihniyet dünyasının her zaman bir bölümünü işgal eden “milliyetçiliği”, 2005’te Arınç’ın gördüğünü onun görmesini engellemişti…

Benzer bir durum -yeri geldiğinde ayrıntısıyla inceleyeceğimiz gibi- yine o yıllarda doğrudan kendisini, partisini ve hükümetini hedef alan “anti-misyoner faaliyetler”in gerçek içeriğini algılayamamasında ortaya çıkmıştı. Bir farkla: Bu defa gerçeği görememesine yol açan şey “milliyetçiliği” değildi; zihniyet dünyasının en geniş bölümünü oluşturan “İslamcılığı” yol açmıştı aynı sonuca.

(Şimdi kitaptan ayrılalım ve bu bölümü, Etyen Mahçupyan’ın beni bu diziyi yazmaya kışkırttığını söylediğim cümlelerinden birini hatırlatarak bitirelim… Söylemeye gerek yok ama, lütfen bu cümleyi, Erdoğan ve Arınç’ın 2005 olaylarını değerlendirmesindeki farkı aklınızda tutarak okuyunuz:

“Kendi kabahatinle yüzleşmek istemezsin. Laik kesim ne yapıyor şimdi, bugünkü AK Parti’yi geriye projekte ederek kendini aklamaya çalışıyor: AK Parti zaten böyleydi, Tayyip Erdoğan zaten bu kafadaydı diyor. Şurası doğru, Erdoğan büyük ölçüde aynı kafadaydı ama AK Parti’yi Tayyip Erdoğan yönetiyor değildi, çok başka bir koalisyon yönetiyordu. [Laik kesim bunu idrak edebilseydi] AK Parti’de yaşanan bütün tasfiyelerin sonucunda neyi kaybettiğimizi de anlayabilirdi.”)

SABİTLENMİŞ SUNUM

“Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu” başlıklı bu dizi çok uzun sürecek, çünkü aşağıda okuyacağınız gibi 10 yıl önce kaleme alınıp yayımlanmayan bir kitabın yeni ilavelerle tefrika edilmiş hali bu…

Dizi arasına zaman zaman güncel yazılar da girecek, dolayısıyla diziyle ilk kez karşılaşacak olanların “nereden çıktı bu” dememesi ve önceki bölümlerle bağlantısını kurması için böyle bir “sabitlenmiş sunum”u gerekli gördüm. Bu sunum sonraki yazıdan itibaren bölüm sonlarında yer alacak.

***

Demokratlık ve liberallik Türkiye’de ne zamandır küfür terimi olarak tedavülde… Küfrü daha da okkalı kılmak için onlara kestirmeden “yetmez ama evet”çi deniyor. Bu damganın ne kadar işlevsel olduğu, yeni bir TV dizisinde yer alan “O vatan haini ‘yetmez ama evet’çi içerde mi” repliği etrafında sosyal madyada düzenlenen şenlik üzerinden bir kez daha ortaya çıktı.

“Yetmez ama evet”çilere karşı yıllardır sürdürülen saldırganlık, futbol kulübü yöneticilerinin kendi başarısızlıklarının faturasını hakemlere yıkmasına çok benziyor. Aynı onun gibi, seçimle gelmiş bir iktidarı başta TSK olmak üzere ‘kurumlar’ üzerinden hal’etmeye girişerek Türkiye’yi feci bir otoriterliğe sürüklemede oynadıkları rolü görünmez kılmak isteyenler, faturayı “yetmez ama evet”çi dedikleri demokratlara ve liberallere ciro etmek için yıllardır -kabul edelim- başarılı bir performans sergiliyor.

AK Parti demokratların ve liberallerin başlangıç yıllarında kendisine açtığı krediden muhakkak ki faydalandı, fakat onun katbekat fazlasını kendisini ‘iç düşman’ olarak kodlayan modern-laik kesimlerin husumetinden türettiği mağduriyet algısından elde etti; ne var ki demokratlar ve liberaller bitmez tükenmez bir “sizin yüzünüzden” saldırısına maruz kalırken meselenin bu yanı yokmuş gibi davranıldı.

2012 yılının ortalarında, başlığı ‘2007’ olan bir kitap çalışmasına başlamıştım. Niyetim, geniş gazete taramalarıyla ‘her şeyin belirlendiği’ o kırılma yılını ve oraya nasıl gelindiğini anlatmaktı. Olguları peş peşe sıralayınca doğal olarak karşımıza seçimle gelmiş bir iktidarı ‘kurumlar’ı kışkırtarak hal’etme hikâyesi çıkıyordu, yani bir mağduriyet hikâyesi… Ne var ki kitabın yazımını bitirdiğimde artık bizzat AK Parti birilerini mağdur eden bir iktidar kurmaya başlamıştı ve o koşullarda kitabı yayımlamak içimden gelmedi. Ve aradan 10 yıl geçtikten sonra, Etyen Mahçupyan’ın Gülsüm Ekinci’ye verdiği söyleşide (Serbestiyet, 15 Aralık 2023) yer alan şu iki paragraf düşüncemi değiştirdi.

“(…) Çok kısa bir süre AK Parti’nin belki de demokratlığa da gidebilecek bir istekliliği vardı. Ama laik kesimin destek vermemesi AK Parti içindeki dinamiği tekrar eski hamuruna, eski damarına geri döndürdü. Dolayısıyla AK Parti’nin ilk on yılı Türkiye açısından kaçırılmış çok çok büyük bir fırsat. Fakat aslında bunu ne AK Partililer ne de karşısındaki laikler idrak etti.”

(…)

“Kendi kabahatinle yüzleşmek istemezsin. Laik kesim ne yapıyor şimdi, bugünkü AK Parti’yi geriye projekte ederek kendini aklamaya çalışıyor: AK Parti zaten böyleydi, Tayyip Erdoğan zaten bu kafadaydı diyor. Şurası doğru, Erdoğan büyük ölçüde aynı kafadaydı ama AK Parti’yi Tayyip Erdoğan yönetiyor değildi, çok başka bir koalisyon yönetiyordu. [Laik kesim bunu idrak edebilseydi] AK Parti’de yaşanan bütün tasfiyelerin sonucunda neyi kaybettiğimizi de anlayabilirdi.”

İşte bu iki paragrafı okuduktan sonra, 2013’te yayımlamadığım kitabı özetleyerek ama bazı ilaveler de yaparak Serbestiyet’te tefrika etmeye karar verdim.

Bu dizide geçmiş yılları hatırlatıyorum, fakat iktidar bu geçmişi artık bir mağduriyet öyküsü olarak kullanamaz… Geçmişi, laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğunu, ‘kabahatlerini’ hatırlatmak için deşiyorum.

QOSHE - Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu (3): 2005, ülke aniden ısınıyor, ısıtılıyor… - Alper Görmüş
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu (3): 2005, ülke aniden ısınıyor, ısıtılıyor…

38 1
08.01.2024

İlk bakışta pek anakronik göründüğü, “nereden çıktı şimdi bu” denebileceği için üçüncü bölümünü okumakta olduğunuz “Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu” dizisine bir “sabitlenmiş sunum” yazmış, bu sunumun her bölümün sonunda tekrarlanacağını söylemiştim. Fakat -güncel olaylar gerektirdiğinde- bu sunuma ilave bazı taze-güncel gerekçeler yazmanın yerinde olacağını düşündüm. Doğrusu, dizinin ikinci bölümünü yayımladığım 26 Aralık’tan bu yana geçen iki haftada yaşananlar, bunun şart olduğunu söylüyor bana. O nedenle üçüncü bölüme geçmeden önce bu çerçevede birkaç şey söylemek istiyorum.

Yüksel Çetkin adlı bir X platformu kullanıcısı bu diziyle ilgili şu değerlendirmeyi yaptı:

“Yazdıklarınızı birebir yaşadık zaten, anlattıklarınız malumun ilanı, başlatmak istediğiniz yazı dizisi anlamını kanaatimce yitirmiştir, bugün yazdıklarınız sıkıcı dahi geldi bana, bu minvalde devam edecekseniz emeğinize yazık derim. Anakronik bir yazı dizisi olma yolunda.”

Doğru, yazdıklarım ve yazacaklarım malumun ilamı, fakat ben esasen olgusal bir döküm yapacağımı baştan söylemiştim… Bunları hatırlatmanın faydasız bir anakronizm olduğu eleştirisine gelince: Şu son iki haftada yaşananlar, laik kesimin bu dizide örneklerini gösterdiğim ve göstereceğim propaganda ve ‘eylemlilik’ çizgisinin nelere mal olduğu hakkında hiç düşünmemiş olduğunu göstermiyor mu? Ben bu diziyi, hakikatin ‘faydalı’ çarpıtılışı üzerine kurulmuş propaganda ve eylem çizgisinin sadece kendisiyle mücadele edilene yaradığını, onu mağdur haline getirdiğini ve buradan büyük bir siyasal kazanç elde ettiğini göstermek için yazıyorum.

AK Parti artık mağdur değil, fakat ona karşı hakikatin ‘faydalı’ çarpıtılışı üzerinden mücadele yürütenlere teşekkür edecek ve bunu kendi kitlesi nezdinde gole çevirecek kadar mahir. (“Olguların ‘faydalı’ çarpıtılışı konusunda AK Parti’nin eline kim su dökebilir” diyenler tamamen haklı fakat burada konumuz o değil; o konudaki örnekleri yazılarımda zaten yeri geldiğinde aktarıyorum, burada konumuz AK Parti’nin aynı yöntem kendisine karşı uygulandığında bunu nasıl gole çevirdiği ve laik kesimin bunu bir türlü anlamaması. Ayrıca şu da var: Muhalefet, iktidarın ‘faydalı’ çarpıtmalar temelinde yürüttüğü propagandayı bırakın gole çevirmeyi geri çevirmekten bile aciz bir görünüm sergiliyor.)

Son iki haftada yaşanan iki büyük olaya bakalım… Süper Kupa finali üzerinden yürütülen ‘faydalı’ çarpıtmalar geldi bir duvara tosladı; en son Fenerbahçe Kulübü Başkanı Ali Koç muhalefetin konuyu çarpıtarak siyasallaştırmasının iki kulübe büyük zarar verdiğini söyledi. Koç, bu süreçte “en az sıkıntılı” tarafın Suudlar olduğunu da ilave etti sözlerine.

1 Ocak’ta Galata Köprüsü’nde yapılan mitingde “Hilafet çağrısı” yapıldığı iddiaları da Hilafeti gerçekten de isteyen ve savunan Hizb-ut Tahrir grubunun ondan iki hafta önce düzenlediği yürüyüşün bu mitingin parçası gibi sunulması sayesinde mümkün oldu. Türkiye’de Hizb-ut Tahrir dışında Hilafet isteyenlerin sayısı belki ancak bu örgütün üyeleri ve sempatizanları kadardır ve o da ancak 70-80 bin kişi eder. Günlerdir, “Hilafet çağrısı yapan adama yumruk atan pırıl pırıl yurtsever genç” propagandası yapan laik kesimin gazetecileri, kanaat önderleri Türkiye’de bir Hilafet tehlikesinin olmadığını elbette bilir, fakat ne gam? Değil mi ki bu sayede laik bir kabarma mümkün hale geliyor, o halde koyver gitsin.

Muhalefetin “gerçek sorunlar dururken Hilafet çağrılarıyla uğraşıyoruz” mırıldanmaları ise bunu gündem yapanın bizatihi muhalefetin kendisi olduğunu düşününce çok tuhaf kaçıyor. Ama şikâyet haklı: Evet, bu iş iktidara yarıyor. İktidar bu sayede ülkenin gerçek sorunlarının arka plana itildiğinin farkında ve tabii ki çok memnun.

Hele hele yumrukçunun savunulması… Henüz yara taze ve etkisi hissedilmiyor fakat laik kesim bu işten çok büyük bir ahlaki hasarla çıkacak. Kabarmış duygular sakinleşip de “Rejim düşüp Hilafete dönmek üzereyken bir yumrukla tehlikeye dur diyen Atatürk genci” anlatısının saçmalığı ortaya çıktığında geriye Oya Baydar’ın tespit ettiği şey kalacak:

“Bu kertede bölünmüş, cepheleşmiş, nefret söylemiyle kirletilmiş, öfkesi burnunda, şiddete meyyal kılınmış bir toplumda, -kime olursa olsun- yumruk atanı alkışlarsanız, eline sağlık der, desteklerseniz; LBGT ’nın gökkuşağı flamasını veya Atatürk fotoğrafını taşıyana, DEM Parti flaması veya bir Kürt liderin, siyasetçinin posterini taşıyana, partinizin bayrağını, amblemini taşıyana, herhangi bir dinî simge taşıyana, kısa etekliye veya çarşaflıya yapılan / yapılacak saldırıları eleştirme, kınama, lanetleme hakkınız kalmaz. ‘Benim yumrukçum iyi, ellerin dert görmesin ama ‘öteki’nin yumrukçusu bana vurursa yaygarayı kopartırım’ zihniyeti; ‘benim katilim /teröristim iyi, ötekininki kötü’den nitelik olarak değil, sadece nicelik olarak farklıdır.”

Ya da Nihal Bengisu Karaca’nın tespit ettiği şey:

“Ege Akersoy’un uyguladığı şiddete kurumsal düzeyde sahip çıkan bazı ‘muhalefet’ siyasetçileri tabana şu tehlikeli mesajı vermiş oldular: Lafa cumhuriyet diye girmek koşuluyla hayatının baharında olan her genç babası yaşındaki adamı dövebilir.”

Bunları hatırlatıyorum, çünkü bu dizide anlattıklarım bir anlamda “bugün ne yapılmamalı” sorusunun cevabını veriyor, dolayısıyla kesinlikle ‘anakronik’ değil.

Belki kendime şöyle bir eleştiride bulunabilirim: “Görüyorsun ki geçmişi hatırlatmak faydasız; kimsenin geçmişten ders almaya niyeti yok, o halde hâlâ neden hatırlatıyorsun bunları?”

Doğrusu şu iki haftada yaşananlar, işte bu nedenle diziye devam etmedeki motivasyonumu hayli azalttı. Fakat devam edeceğim, belki yanılıyorumdur, belki bunları hatırlamak yine de bir biçimde anlamlıdır diye… Belki bugün değilse bile yarın bir zamanlar ülkede neler olduğunu merak edenler olur diye…

Bu uzun parantezden, taze gerekçeden sonra artık üçüncü bölüme geçebiliriz…

Önceki bölümlerde söylediğim gibi bu dizi 2012’de yazmaya başladığım fakat bitirdiğimde yayımlamayı uygun bulmadığım ‘2007’ başlıklı kitabın tefrika edilmiş hali. Kitabın kurgusu kronolojikti fakat başlangıçta 2005’te ülkede birdenbire başlayan olayları anlatmayı uygun bulmuş, sonra 2003-2004’e dönmüştüm, burada da aynı kurguyu sürdüreceğim. (Dizinin önceki bölümlerini okumamış olanlar 2012’de kitabı neden yayımlamadığımı bu bölümün sonundaki, ‘sabitlenmiş sunum’dan öğrenebilirler.)

***

Ülke 2005’ten itibaren ısıtılıyor, ceketler çıkartılıyor

2005’ten itibaren ülkede ilginç bir şey olmaya başladı… Sanki, 2003-2004 darbe girişimcilerinin günlüklerinde anlattığı, arzu ettiği şey olmaya başlamış, ülke, içlerinden kesif provokasyon kokusu yayılan birtakım eylemlere, gösterilere sahne olmaya başlamıştı.

Bu dönemin başlangıç tarihi olarak, 21 Mart 2005’teki Nevruz gösterilerinden bir gün sonra Mersin’de gerçekleştirilen “bayrak yürüyüşü”nü almak........

© Serbestiyet


Get it on Google Play