Kısa bir hatırlatma yapalım önce.

Evvela Leyla Zana suskunluğunu bozdu. 2016’dan sonra güncel siyasetten bir nevi elini ayağını çeken, gidip köyüne yerleşen ve iç-dış basının tüm ısrarlarına rağmen tek bir kelime etmeyen Zana, 2024’ün Ocak ayında kamuoyunun önüne çıktı. Sadece Kürtler için değil Ortadoğu halkları için de “tarihsel bir fırsat” olarak nitelediği çözüm sürecinin bozulmasında iki tarafın da sorumluluğunun bulunduğunun altını çizdi.

Zana’ya göre, işin sarpa sarmasının mühim amillerinden biri, iki tarafın içindeki kimi çevrelerin bu sorunu Erdoğan’sız ve Öcalan’sız çözmeye yeltenmeleriydi. Dünya kadar riski göğüsleyen bu kişileri devre dışı bırakarak yol almanın imkânı yoktu. Bugün gelinen noktada ise bir çözüm mecburiyeti kendini hem Kürtlere hem de devlete dayatıyordu. O halde Erdoğan’ın “dondurucuya kaldırdım” dediği süreci dondurucudan çıkarıp meseleyi tekrar ele alması gerekiyordu. Hem de hiç zaman kaybetmeden!

Zana’nın ardından Şubat ayında, bu kez bir diğer tecrübeli isim Ahmet Türk’ten Erdoğan’ı merkeze alan bir çözüm mesajı geldi. Türk, Mayıs 2023 seçimlerinde Kılıçdaroğlu’na açık ve büyük bir destek verdiklerini anımsatıyor, lakin bunu yaparken CHP’nin Kürt meselesini çözebileceği inancını taşımadıklarını da sözlerine ekliyordu.

Türk’e göre, CHP’nin bugün de böylesine devasa bir sorunu çözebilecek kabiliyeti haiz değildi. Zira orada bir liderlik yoktu; oysa bu tür ağır bir meselenin altından kalkmak lider olmayı, yani söylediklerini yaptırabilecek bir kudrete sahip olmayı gerektiriyordu. CHP’de olmayan buydu.

CHP’de “Kürtleri kucaklayacak, hak ve özgürlüklerini sahiplenecek bir yapı” yoktu. Kürtler bunu görüyor, bunu tartışıyorlardı. Kılıçdaroğlu da Özel de, böyle bir yapı inşa edecek bir güce sahip değillerdi, dolayısıyla Kürtlerin gözünde ne Kılıçdaroğlu ne de Özel bu meseleyi çözebilecek bir aktör olarak görülüyorlardı. Fakat Erdoğan farklıydı; o isterse çözebilirdi; çünkü o liderdi, güçlüydü ve devlete hâkimdi.

Siyasi çözüme dönük siyasilerden yükselen bu sese, kısa sürede sivil toplum da ortak oldu. Diyarbakır’da bir araya gelen sivil toplum kuruluşları, Kürt meselesinin çözümü için yeni bir çözüm iradesine ihtiyaç olduğunu ve bunun açığa çıkması için de silahların susması gerektiğini vurguladılar. STK’lara göre, kalıcı bir barış için bütün aktörlerin rollerini oynayabilmelerinin önündeki engeller kaldırılmalı ve onlara gerekli imkânlar sağlanmalıydı. Adı anılmasa da burada kastedilenin Öcalan olduğu belliydi.

Bölgedeki iş dünyası da bu tartışmaya katıldı. 2013-2015 arasındaki çözüm sürecini “Cumhuriyet tarihinin en önemli projesi” olarak tanımlayan Güneydoğu Sanayici ve İş İnsanları Derneği (GÜNSİAD) Başkanı Şah İsmail Bedirhanoğlu, o süreçte toplumda güçlü bir çözüm iradesi ve umudunun oluştuğuna dikkat çekti.

Bedirhanoğlu’na göre, çözüm sürecinin açtığı bu yolda, yani demokratik siyasette ısrarcı olmak lazımdı. Çünkü demokratik yol ve yöntemler dışında hiçbir tercihin Kürt meselesinin çözümüne bir faydası yoktu. Bugün demokratik siyasete ivme kazandıracak en önemli adım da, PKK’nin Türkiye’ye dönük silahlı eylemlerini sonlandırması ve Türkiye topraklarından çıkmasıydı.

(https://amidahaber.com/diyarbakir/diyarbakirdan-silah-birakma-cagrisi-6604h)

İnsan Hakları Derneği (İHD) Diyarbakır’da, 16-17 Mart’ta “Kürt Meselesinin Çözümü ve Barış Konferansı” düzenledi. Yurt içi ve dışından çok sayıda katılımcının katıldığı bu konferansa damgasını vuran, Selahattin Demirtaş ve Selçuk Mızraklı’nın mesajları oldu. Her çözüm sürecinin bizlere değerli tecrübeler kazandırdığını ve bunlardan çıkarılacak doğru derslerle çözüme ulaşılacağına inandıklarını belirten Demirtaş ve Mızraklı, muhatap için adres de gösterdiler:

“Elbette Kürt sorununun çözümü, resmi olarak bir masa etrafında konuşulacaksa -ki bizce gecikilmeden konuşulmalıdır- masada Türkiye Cumhuriyeti devletini temsilen Hükümet olmak zorundadır. Hükümet de bugün itibarıyla Sayın Erdoğan şahsında temsil edildiğine göre, bu işin birinci muhatabı Sayın Erdoğan’dır. Yine geçmiş deneyimlerden bilinen, kabul gören ve devletin de resmi hafızasında meşruiyeti kayıt altına alınmış Sayın Öcalan bir başka muhataptır.”

Demirtaş ve Mızraklı’ya göre, elbette, ağırlığından ötürü bu sorunu sadece bu iki şahıs çözemezdi, başta TBMM olmak üzere bütün toplumsal aktörler ve kurumlar da bu konunun muhatabı ve taraflarıydı. Kürt siyasetçilere düşen de, karşılaştıkları bütün adaletsizliklere rağmen “rövanşist, intikamcı duygulara teslim olmak yerine, halkımızın hak ettiği onurlu barış uğruna her türlü desteği sunmak” idi ve kendileri de buna hazırdı.

Son olarak –şimdilik tabii- Ahmet Türk bir kere daha sahneye çıktı. Silahla çatışmanın herhangi bir sorunu çözmeyeceğini, çözümün demokraside olduğunu, bunun için diyalog gerektiğini ve kendilerinin de herkesle diyaloga açık olduklarını söyleyen Türk, çözüm için yine Erdoğan’ı işaret etti:

“Şunu söylüyoruz CHP yapamaz. Neden? Derin devleti ikna edemez çünkü. Erdoğan isterse ki bugün bütün yetkiler, kurum ve kuruluşlar elinde, o isterse ikna edebilir. Sorunu çözebilirler. CHP istese de bütün devleti, derin devleti ikna edemez. Bunun için bu değerlendirmeyi yaptım. Sadece Erdoğan çözebilir veya çözer demedim o gücü var dedim. Ama bugün Kürtlere en çok zulmeden de Erdoğan’dır. 2028’e kadar da yetki elinde.”

Çözüm sürecinin rafa kaldırılmasının ve Türkiye’nin sert bir güvenlikçi bir atmosfere girmesinin ardından Kürt meselesinin bahsinin edilmesi bile son derece güç bir hale gelmişti. O nedenle 2024 ile birlikte siyaset ve sivil toplumdan gelen bu yoğun mesajlara ister istemez birçok anlam biçiliyor. Bazıları nefret ve öfkeyle, bazıları da sevinç ve umutla hızlanan bu trafiği yeni bir çözüm sürecinin peşrevi olarak yorumluyorlar.

Çözüm süreci, bana göre de, Türkiye siyasetinin en doğru, en kıymetli ve en mühim meydan okumalarından biriydi. Zira Kürt meselesini çözmeye matuf her demokratik girişimin, Türkiye’de hayatın normalleştirilmesine, ülkenin temel sorunlarıyla yüzleşmesine, hak ve özgürlük sahasının standartlarının yükseltilmesine katkı sunduğunu düşünürüm. Bu itibarla, mimarisi ve yöntemi farklı olsa bu deneyimin ruhuna sadık yeni bir teşebbüsün olmasını canı gönülden desteklerim.

Fakat doğrusu, yeni bir sürece yorulacak somut sinyaller yok ortada. Evvela DEM Parti kanadından gelen bu mesajlar, bugüne kadar hükümet nezdinde müspet bir karşılık bulmuş değil. Ayrıca Zana, Türk ve Demirtaş’ın ifadelerinin, bırakın PKK’yi, DEM Parti’nin içinde dahi ne oranda kabul gördüğü, bir soru işareti. Mamafih bu mesajlardan yine de iki anlam çıkarılabilir:

İlki, siyasi sahadaki realitenin kabulüdür. Kabul, iki yönlü: Biri, artık en azından önümüzdeki dört yıl için siyasi iktidarın değişmesi ihtimalinin kalmamasıdır. Dört yıl daha Erdoğan iktidarda ve eğer bir adım atılacaksa bu da Erdoğan ile atılmak zorunda. Dolayısıyla Erdoğan’a karşı –geride bırakılan 7-8 yılda olduğu gibi- mutlak bir ret siyasetini sürdürmek manasız ve faydası hale geldi.

Diğeri ise, alternatifleriyle –bilhassa CHP ile- mukayese edildiğinde Erdoğan’ın çözüm potansiyelinin daha fazla olduğunun teslim edilmesidir. 2005’ten 2015’e kadar Erdoğan, birçok çözüm denemesi yaptı. Hepsinde risk aldı ve kitlesini bu çözüm siyasetine razı etti. Halkta, Erdoğan’ın dün olduğu bugün de bunları yapabileceğine dair bir inanç var, ama diğer aktörler için böyle bir inanç söz konusu değil.

Alın CHP’yi; hem ana muhalefet partisi hem de yerel ve genel seçimlerde DEM Parti’den büyük bir destek görmesi hasebiyle CHP’den bir beklentinin olması normal. Ama gelin görün ki neredeyse hiç kimse CHP’nin böyle bir yükün altına gireceğine, girse bile bu yükü kaldırabileceğine inanmıyor. CHP yönetiminin esaslı bir rota çizeceğine ve tabanını buna ikna edeceğine dönük yaygın bir inançsızlık var. CHP, bu nedenle, Kürtlere itimat telkin etmiyor. Böylece Erdoğan çözümde rakipsiz kalıyor.

İkincisi, Kürtlerin çok ağırlıklı bir bölümü silahla ve çatışmaya alınabilecek bir mesafenin olmadığını düşünüyor. Sorunun siyasetle çözülmesini istiyor, bu iradesini siyasete ve sivil topluma gösteriyor. Zana, Türk ve Demirtaş’ın ifadelerini, bu iradeye bir ses verme ve bu iradeye bir tercümanlık etme çabası olarak okumak mümkün.

Lakin DEM Parti, bu toplumsal isteğin siyasi alandaki temsilinde eksik kalıyor. Kürtler derin bu sosyolojik değişimden geçiyor ve kaderlerine silahın-şiddetin değil siyasetin yön vermesini talep ediyorlar. DEM Parti bu talebi karşılamada yetersizlik yaşıyor. Onun da en büyük imtihanı bu; çünkü partinin yakın gelecekteki kaderi bu değişime uygun siyaset üretip üretemeyeceğine bağlı olarak şekillenecek.

QOSHE - Siyasi realitenin kabulü - Vahap Coşkun
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Siyasi realitenin kabulü

21 0
19.03.2024

Kısa bir hatırlatma yapalım önce.

Evvela Leyla Zana suskunluğunu bozdu. 2016’dan sonra güncel siyasetten bir nevi elini ayağını çeken, gidip köyüne yerleşen ve iç-dış basının tüm ısrarlarına rağmen tek bir kelime etmeyen Zana, 2024’ün Ocak ayında kamuoyunun önüne çıktı. Sadece Kürtler için değil Ortadoğu halkları için de “tarihsel bir fırsat” olarak nitelediği çözüm sürecinin bozulmasında iki tarafın da sorumluluğunun bulunduğunun altını çizdi.

Zana’ya göre, işin sarpa sarmasının mühim amillerinden biri, iki tarafın içindeki kimi çevrelerin bu sorunu Erdoğan’sız ve Öcalan’sız çözmeye yeltenmeleriydi. Dünya kadar riski göğüsleyen bu kişileri devre dışı bırakarak yol almanın imkânı yoktu. Bugün gelinen noktada ise bir çözüm mecburiyeti kendini hem Kürtlere hem de devlete dayatıyordu. O halde Erdoğan’ın “dondurucuya kaldırdım” dediği süreci dondurucudan çıkarıp meseleyi tekrar ele alması gerekiyordu. Hem de hiç zaman kaybetmeden!

Zana’nın ardından Şubat ayında, bu kez bir diğer tecrübeli isim Ahmet Türk’ten Erdoğan’ı merkeze alan bir çözüm mesajı geldi. Türk, Mayıs 2023 seçimlerinde Kılıçdaroğlu’na açık ve büyük bir destek verdiklerini anımsatıyor, lakin bunu yaparken CHP’nin Kürt meselesini çözebileceği inancını taşımadıklarını da sözlerine ekliyordu.

Türk’e göre, CHP’nin bugün de böylesine devasa bir sorunu çözebilecek kabiliyeti haiz değildi. Zira orada bir liderlik yoktu; oysa bu tür ağır bir meselenin altından kalkmak lider olmayı, yani söylediklerini yaptırabilecek bir kudrete sahip olmayı gerektiriyordu. CHP’de olmayan buydu.

CHP’de “Kürtleri kucaklayacak, hak ve özgürlüklerini sahiplenecek bir yapı” yoktu. Kürtler bunu görüyor, bunu tartışıyorlardı. Kılıçdaroğlu da Özel de, böyle bir yapı inşa edecek bir güce sahip değillerdi, dolayısıyla Kürtlerin gözünde ne Kılıçdaroğlu ne de Özel bu meseleyi çözebilecek bir aktör olarak görülüyorlardı. Fakat Erdoğan farklıydı; o isterse çözebilirdi; çünkü o liderdi, güçlüydü ve devlete hâkimdi.

Siyasi çözüme dönük siyasilerden yükselen bu sese, kısa sürede sivil toplum da ortak oldu. Diyarbakır’da bir araya gelen sivil toplum kuruluşları, Kürt meselesinin çözümü için yeni bir çözüm iradesine ihtiyaç olduğunu ve bunun açığa çıkması için de silahların susması gerektiğini vurguladılar. STK’lara göre, kalıcı bir barış için bütün aktörlerin rollerini oynayabilmelerinin önündeki engeller kaldırılmalı ve onlara gerekli imkânlar sağlanmalıydı. Adı anılmasa da burada kastedilenin Öcalan olduğu belliydi.

Bölgedeki iş dünyası da bu tartışmaya katıldı. 2013-2015 arasındaki çözüm sürecini “Cumhuriyet tarihinin en önemli projesi” olarak tanımlayan Güneydoğu Sanayici ve İş İnsanları Derneği (GÜNSİAD) Başkanı Şah İsmail Bedirhanoğlu, o süreçte toplumda güçlü bir çözüm iradesi ve umudunun oluştuğuna dikkat çekti.

Bedirhanoğlu’na göre,........

© Serbestiyet


Get it on Google Play