“Kanunun dev kapısında duran kapıcının karşısına yorgun, bıkkın bir adam gelir. Kanun kapısından içeri girmek istemektedir. Ama kapıcı izin vermez. Adam sorar: ‘Peki, daha sonra girebilir miyim?’ Kapıcı ‘Belki’ der. Adam duvarın kenarına dayanıp aralıktan bakmaya, içeriyi görmeye çalışır: ‘Kanun kapısının herkese açık olması gerekmez mi?’

‘Ben izin vermeden içeri giremezsin’ der kapıcı: ‘Ben çok güçlüyüm. Gene de kapıcıların en küçüğüyüm. İçeride başka kapılar, her kapının önünde başka kapıcılar var. Her kapıcı bir öncekinden daha güçlüdür.’

Adam kapıcının izniyle biraz öteye oturur, beklemeye başlar. Yıllar geçer… Kapıdaki adamı kandırma uğruna elinde ne varsa kaptırır. Kapıcı hiçbirini geri çevirmez: ‘Bunları sonradan keşke ‘Şunu da yapsaydım’ demeyesin diye alıyorum.’ Yaşlanıp çocuklaşınca kapıcının kürkündeki pireye bile rüşvet verir.

Yıllar hızla geçer, iyice yaşlanıp gözleri köreldiğinde kapıda bir parıltı fark eder. Ölmeden önce tüm hayatı o an aklına gelen o tek soruya dönüşür. Daha önce hiç sormadığı bir soruya… Yaklaşır kapıya… Kapıcı ‘Amma da arsızmışsın, gene ne var?’ diye çıkışır hemen.

Mırıldanır sorusunu: ‘Herkes bu kapıdan içeri girmek ister. Öyleyken bunca yıl neden bu kapıdan girmek isteyen benden başka kimse olmadı?’ Kapıcı artık kulakları da duymayan adama bağırır: ‘Senden başka kimse bu kapıdan giremezdi. Çünkü bu kapı sadece senin içindi, gideyim de kapatayım bari.”

Orson Welles’in Franz Kafka’nın yüz yıllık romanından uyarladığı “Dava” filmi, illüstrasyonla aktarılan bu diyalogla açılıyor. Ardından fonda yine Welles’in sesiyle başlıyor film: “Bu öykünün mantığının düşlerin mantığı ile aynı olduğu söylenir. Ya da kâbusların…”

Batılı eleştirmenlerin çoğu Welles’in 1962’deki uyarlamasının (hatta romanın da) abartılı, gerçekdışı/üstü olduğunu savunmuş. Buradan bakınca bana hiç de öyle gelmiyor. Ecnebilerin beklentilerinin, tecrübelerinin, muhakemelerinin ufku bize göre biraz dar oluyor tabii! Onlara mübalağa, inanılmaz gelen durumlar, skandallar bizde gündelik, fena halde sıradan. Hele mevzu adalet olunca…

Hatta o hikâyeyi buralarda çekebilsen son derece gerçekçi bir “yerli film” olur bence. Başına da “Yaşanan gerçek olaylardan inim inim esinlenerek tıpkısıyla uyarlanmıştır” yazabilirsin. De… Buna kanunun kapılarında duranlar ne (e)der bilemem tabii. Hepsi “mahsus mahal”de farzımuhal yani.

Filmlerden, fantezilerden, kurgulardan konuşuyoruz nihayetinde… Lâkin burnu Avrupa havasındaki bazı eleştirmenlere sitemim bâkî (kızdım biraz). Romanda, filmdeki gibi anlayamadığı bir nedenle, neyle suçlandığını bilmeden tutuklanmak mı abartı, gerçeküstü misal… Yoksa başkalarına açılan kapıların o çizgi adama kapalı olması mı?

Nitekim o filmi olmasa da, devletin TRT’sinde anti-tezini, “başka(a)laşım”ını bile çektiler: Metamorfoz… Gerçek bir “dava”dan alındılar da tersinden alıntıladılar belki. Osman Kavala da kısacık açıklamasında diziyi “itibar suikastı” olarak nitelendirdi. Ki, o da Kafka’nın “Dava”sında var. Neyle suçlandığını bile anlamayan Joseph K.’nın “suç”undan herkes haberdar! Şahsına itibarın kapıları da kapalı.

Gerçek-gerçeküstü deyince… Hannah Ardent Kafka’nın eserleri ve “Dava”yla ilgili değerlendirmelerinde o eleştirmenlerle aynı fikirde değil. Kafka’nın “muhayyile ve zekâ gücüyle son derece yalın “soyut” bir deneyimden (ve onu yitirmeden) “gerçek” yaşamı karakterize eden tüm zenginlikleri, çeşitlilikleri ve drama­tik unsurları da içeren düşünsel bir manzara yarattığını” savunuyor. Bu aynı zamanda “bugün bile bizi şaşkına çeviren olağa­nüstü bir öngörü yeteneği”.

Ona göre Kafka “bu anlamda bir yazar olmaktan ziyade bir teorisyen”. Bu nedenle (de) Kafka’yı gerçeküstücülerle aynı kefeye koymanın yanlış olduğunu vurguluyor. “Kendi yaşamında hiç gerçekleşmeyen olayların gerçekleştiği bir dünyada yapay şeylerin peşine olan meraklı okur, Kafka’yı okuduğunda, kendi yaşamında hissettiği aldatılmışlık ve ketlenmiş duygusunun çok daha fazlasını yaşayacaktır”.

Devam ediyor: Kafka’nın “Dava”da 100 yıl önce anlattığı hayatla, dünyayla ilgili “kâbus”larındaki zulüm, acımasızlık bile aşılmış, hatta 20 yıl sonra “doğrulanmış gerçek bir olasılık” olarak önümüze gelmiştir. Arendt Kafka’daki gerçekdışılık izleniminin de Joseph K.’nın bir suçluluk duygusunu içselleştirmesiyle ilgili olduğunu belirtiyor. Bu onun tümüyle yozlaşmış bir hukuk, “adalet” sistemine uymasını da etkiliyor.

Suçluluk duygusu, otorite ve kabullenme… Bunun kitlesel, hatta toplumsal hâllerini bile görüyoruz. Hiç unutmadığım, gerçekle-gerçeküstünün “polka” yaptığı somut bir sahne hâlâ gözümün önünde. Yaklaşık 40 yıl önce Ortaoyuncular’ın sahnelediği “İçinden Tramvay Geçen Şarkı”da rol alan oyuncular İstiklal Caddesi’ne çıkıyor.

Üzerlerindeki nal gibi gamalı haçlarıyla Gestapo-SS üniformalarını çıkarmadan, o kostümlerle yoldan geçenleri çevirip kimlik soruyorlar. Üstelik yarı Türkçe, yarı Almanca: “Kimlik bitte?”

Milleti o üniformalarla çevirip “kimlik kontrolü” yapıyorlar da, -belki bir iki istisna, tedbirli-temkinli itiraz dışında- kimse “Yahu noluyoruz, siz de kimsiniz Nazi Nazi” demiyor. Gösteriyor kimliğini tıpış tıpış.

Benzer bir deneyi 7 Şubat 1988’de Nokta dergisi de yayınlıyor: “Yeter ki Emret, Duvarı Bile Tutarlar: Nokta’nın Büyük Deneyi. İnsanlarımızın nereden gelirse gelsin otoritenin her türüne boyun eğdiğini belgeledik.” Fotoğrafta elleri duvara dayalı “toplum”. Stanley Milgram’ın ünlü “otoriteye itaat” deneyinin yarım asır sonra bizzat yaşanan/yaşatılan örnekleri. Ne film,ne fantezi, ne gerçekdışı…

Neyse, gerçeklerle tahayyülün bu muazzam buluşmasının ardından tam anlamıyla “kapı gibi” gerçeklerle, hatta kâbuslarla yazımın finaline açılan kapıdan ilerleyebilirim. Kapı, sanatı edebiyatıyla, anlamıyla deyimleriyle en bereketli, çok yönlü kelimelerden. Açılır kapanır, yol geçen hanının kovboy barı kapısı da olur, “kapı duvar” da…

Kapı metaforu desen tarihi hazinemiz. Osmanlı Kapıları işlevi, terimi-deyimiyle de ansiklopedi olur herhalde. Bugün de devlet kapısı, adaletin kapıları, mahkeme-mapusâne kapısı zaten türküsü, şarkısı, filmi, fotoğrafıyla hayatın albümü. “Kapısına düşsen” akıbetin meçhul, hâlin nice… Heyhat kapılarını kapımız bellemişiz. Kapılar kapalı olsa da devletlû algı kapıları ardına kadar açık.

“Dışarı”da, dışarlıklıysan bir dava, hak, atama konusunda, mağdur, müşteki, hak sahibi olarak o kapılardan geçmek zor. “İçerde”ysen de Kafka’nın deyimiyle “her kapıda gücü, etkisi artan kapıcıları” aşıp çıkman neredeyse imkânsız.

Kafka’nın Joseph K.’sı gibiyiz çoğu kez. İllüstrasyonunu yapsan… Yorgun argın yürüyen, kapı, duvar dibinde oturan bir istifham. Sırrı Süreyya Önder’in stili, şivesi, tebessümüyle de harika güncellediği atasözü mizah değil kaderimiz sanki:“Davacının ahmağı derdini mübaşire anlatır”. Başka çare var mı, o da şüpheli. Ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu bile gittiği devlet kapılarından içeri giremedi de, kapının önünde bekledi. Derdini mecburen Kafka’nın “kapıcı”larına, muhafızlarına, güvenlikçilere anlattı.

O kapıların bazılarına da duvar örülmüş, “kapı duvar”. Kiminin elinde de “her kapıyı açan” anahtarlar, “arka kapı”lar. Kimileri de “kapı halkı”. Ömrü “kapıların önünde”, otorite ve itaatin labirentinde tükenenler. Nâzım’ın vasiyetine uyup ülkesinde mezarına dikemediğimiz çınarın hayali, şiiri solmasın; ne sen bunun farkındasın, ne de çetin cevizden kapı farkında…

Kapıyla ilgili deyimlerin, atasözlerinin hepsinin en baş döndürücü kokteylini, daniskasını Başkent Ankara’da da yaşadık. Övünmek gibi olmasın diyeceğim ama sanki Ankara’nın böyle uç malzemelerden, tuhaf rekorlardan başka elinde fazla şey de yok gibi. Çok yazdık; rantı-“imar”ı, yok edilen meydanları, binaları, sokaklarıyla kalmadı da…

Lâkin rekorlarımız çok. Güncel, sonradan yapılma kapı rekorunu da biz kırdık mesela. Tarihi “Saltanat Kapıları”nı güncelledik bir çırpıda. En büyük ama fıslamayan fıskiyenin, en uzun bayrak direğinin, yıllardır kapısı açılamasa da, dinozorlarıyla da heyula Tema Parkı’nın yanında gıcır gıcır “Neo (ve Ne o?)-Kent Kapıları” rekoru bile Ankara’nın.

Hepsi Başkan Melih Gökçek’in icraatları… Kapıyla ilgili deyimlerin, atasözlerinin neredeyse tümü Kent Kapıları’nın bünyesinde. Deyimler ve Atasözleri Sözlüğü’ne girdirdiğinde hepsinin “örnek cümlesi”ni o kapılardan kurabilirsin.

Gökçek tüm tepkilere, itirazlara karşı Ankara’nın beş girişine beş kapı yaptırıyor. Malum kentlinin, aydının-akademisyenin, kent uzmanlarının görüşleri hep “kapı gıcırtısı” hükmünde. Bir şey desen o makam “kapı duvar”. Mimarlıktaki deyimiyle ışığa-sese kapalı “sağır kapı”.

Yapıldı kapılar ama işlevi, mânâsı, tarzıyla ne kapı… Tavlada “kapı almak”, “altı kapı” mı dersin keh keh, “kapı gibi” bir inat, meydan okuyuş mu? O günlerde (2014) Ankara Hürriyet’teki yazılarımda da değinmiştim o kapılara, o vesileyle kapı metaforuna… Reklâm, PR dilinin bereketiyle olmasa da epey “reaksiyon” da almıştım söylemesi ayıp.

Daha keyfi bir düzene “kapı açmak/yapmak” desen de olur, “kapı(yı) tutmak” da… Ayrıca fonksiyonuyla “Nasreddin Hoca kapısı”. “Etrafıyla da açık, kapısız kapı”lar ama şehre giriş o sütunların, “kaide”lerin arasından. “Aynı (bir) kapıya” çıkıyor. Osmanlıdaki sembolik “cümle kapısı” desen, onun da o tarihte bile bir itibarı yok.

Ötesi… O dönem dile getirilen 36 milyonluk ihale bedeliyle gereksiz “masraf kapısı”. O günlerde 2.2 lira olan dolarla bugün şey etsen manzara yine kapı gibi ortada. Böyle savurganlıklarla (da) yumurta kapıya dayanınca, bugün de dolaylı-doğrudan vergisiymiş filan “çat kapı” karşında. Hepsi kapına dayanmış, omuzluyor kapını. “Yol-su-elektrik”in kara mizahıyla sana dönüyor. Döşeniyor…

2014’de “change.org”da “Ankara Kent Kapıları’nı yapmayı durdurun” kampanyası bile başlatılmıştı. Mimarlar Derneği 1927, Türk Serbest Mimarlar Derneği, Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Koruma ve Restorasyon Uzmanları Derneği’nin özetleyerek aktaracağım ortak açıklaması da bir yönüyle “film eleştirisi” gibiydi. Aynı zamanda ülkeyi saran öyle icraatlarla ilgili temel bir başvuru metni. Metindeki “kapı”nın yerine başka bir şey koy, tamam:

“Türkiye’de mimarlık kültürünün gelişmesi ve dünya standartlarında uygulanması yönünde çalışmalarıyla bilinen meslek kuruluşları olarak, Ankara’da “Kent Kapıları” adıyla imalatına başlanan ‘tak’ (süslü kemer) örnekleri hakkındaki değerlendirmemizi, kamuoyuna duyurmayı görev biliriz.

Otoritenin sahne dekorları: Antik Roma Uygarlığı’nda muzaffer generalleri ve kayda değer olayları anmak için dikilen “zafer takları” günümüzde işlevini ve anlamını yitirmiştir. Ulusal bayramlarda veya şenliklerde kurulan geçici dekorlar dışında, örnekleri ancak ticari-turistik ve militer uygulamalarda gözlenebilen tak çeşitleri, ne gelişmiş bir kültürün ne de çağdaş demokratik toplumun ifadeleri olabilir. Vereceği mesaj ancak, otoriter bir rejimin zamandan ve mekândan kopuk sahne dekorlarıyla iştigali olmaktadır.

Eser değil üslupsuz nesneler: Ankara için önerilen, tarihi dönemlerden toparlama (teknik dille hibrit ve eklektik) dekorlar, fevkalade işlevsiz, sanatsız ve tasarımsız olmanın yanında, ‘üslupsuz’ nesnelerdir. (…) Söz konusu dekorlar ülkemizi, çağımızı veya herhangi bir asal kültürü temsil etmekten uzak olduğu gibi, bir sanatçının savunabileceği ‘eser’ kapsamına da girmemektedir.

Mecaz yanlış anlaşılmış olmalı: Günümüzde kentlerin otoyol girişlerine getirilen çağdaş tasarım çözümleri için ‘kent kapısı’ mecazının kullanımı, yanlış anlaşılmış olmalıdır. Bu türden şeyler sahiden ‘kapı’ şeklinde olmazlar. Bunlar birer soyutlamadır; somut hale geldiklerinde tebessümle karşılanırlar. Ankara halkını gülümsetebilmek için daha iyi yollar düşünülmelidir. Apayrı bir vaka olan ‘oyuncak saat kuleleri’ ile birlikte 36 milyon TL ihale bedelinden söz edilen ‘yalancı tak-kapılar’ yoluyla, ancak ihaleyi alanların yüzü gülebilir.

Belediye başkanları, kendi dar beğenilerine göre savurganlık yapma özgürlüğüne sahip değildir. Türkiye’de kentlerin, yersiz ve zamansız dekorlarla bezenmesinden daha ciddi sorunları vardır. Kamuoyuna saygılarımızla duyururuz.”

Kurgusuyla, gerçeğiyle, belgeseliyle, olay anı görüntüleriyle böyle bir film işte. Kimi ortada, kimi kapalı kapıların ardında… Hep güncel, gerçek hayatın içinden. Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay’ın kapıları yine gündemde mesela… Kapıyı kim aralıyor, kim kapatıyor, kim neyi zorluyor, kapıların ardında neler oluyor, nereye açılıyor-kapanıyor bilemiyorum.

Edip Cansever soruyor ya “Bu kaç kapılı bir konyak?”, başın dönüyor. Sonra giriyorlar kapıdan içeri Cemal’le: “Bu kapı hiç değişmez mi, diyor Cemal /Bu kapı /Ve her şey.”

QOSHE - Adaletin kapıları: “Altı kapı”ya alınmak - Yaşar Sökmensüer
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Adaletin kapıları: “Altı kapı”ya alınmak

5 23
19.11.2023

“Kanunun dev kapısında duran kapıcının karşısına yorgun, bıkkın bir adam gelir. Kanun kapısından içeri girmek istemektedir. Ama kapıcı izin vermez. Adam sorar: ‘Peki, daha sonra girebilir miyim?’ Kapıcı ‘Belki’ der. Adam duvarın kenarına dayanıp aralıktan bakmaya, içeriyi görmeye çalışır: ‘Kanun kapısının herkese açık olması gerekmez mi?’

‘Ben izin vermeden içeri giremezsin’ der kapıcı: ‘Ben çok güçlüyüm. Gene de kapıcıların en küçüğüyüm. İçeride başka kapılar, her kapının önünde başka kapıcılar var. Her kapıcı bir öncekinden daha güçlüdür.’

Adam kapıcının izniyle biraz öteye oturur, beklemeye başlar. Yıllar geçer… Kapıdaki adamı kandırma uğruna elinde ne varsa kaptırır. Kapıcı hiçbirini geri çevirmez: ‘Bunları sonradan keşke ‘Şunu da yapsaydım’ demeyesin diye alıyorum.’ Yaşlanıp çocuklaşınca kapıcının kürkündeki pireye bile rüşvet verir.

Yıllar hızla geçer, iyice yaşlanıp gözleri köreldiğinde kapıda bir parıltı fark eder. Ölmeden önce tüm hayatı o an aklına gelen o tek soruya dönüşür. Daha önce hiç sormadığı bir soruya… Yaklaşır kapıya… Kapıcı ‘Amma da arsızmışsın, gene ne var?’ diye çıkışır hemen.

Mırıldanır sorusunu: ‘Herkes bu kapıdan içeri girmek ister. Öyleyken bunca yıl neden bu kapıdan girmek isteyen benden başka kimse olmadı?’ Kapıcı artık kulakları da duymayan adama bağırır: ‘Senden başka kimse bu kapıdan giremezdi. Çünkü bu kapı sadece senin içindi, gideyim de kapatayım bari.”

Orson Welles’in Franz Kafka’nın yüz yıllık romanından uyarladığı “Dava” filmi, illüstrasyonla aktarılan bu diyalogla açılıyor. Ardından fonda yine Welles’in sesiyle başlıyor film: “Bu öykünün mantığının düşlerin mantığı ile aynı olduğu söylenir. Ya da kâbusların…”

Batılı eleştirmenlerin çoğu Welles’in 1962’deki uyarlamasının (hatta romanın da) abartılı, gerçekdışı/üstü olduğunu savunmuş. Buradan bakınca bana hiç de öyle gelmiyor. Ecnebilerin beklentilerinin, tecrübelerinin, muhakemelerinin ufku bize göre biraz dar oluyor tabii! Onlara mübalağa, inanılmaz gelen durumlar, skandallar bizde gündelik, fena halde sıradan. Hele mevzu adalet olunca…

Hatta o hikâyeyi buralarda çekebilsen son derece gerçekçi bir “yerli film” olur bence. Başına da “Yaşanan gerçek olaylardan inim inim esinlenerek tıpkısıyla uyarlanmıştır” yazabilirsin. De… Buna kanunun kapılarında duranlar ne (e)der bilemem tabii. Hepsi “mahsus mahal”de farzımuhal yani.

Filmlerden, fantezilerden, kurgulardan konuşuyoruz nihayetinde… Lâkin burnu Avrupa havasındaki bazı eleştirmenlere sitemim bâkî (kızdım biraz). Romanda, filmdeki gibi anlayamadığı bir nedenle, neyle suçlandığını bilmeden tutuklanmak mı abartı, gerçeküstü misal… Yoksa başkalarına açılan kapıların o çizgi adama kapalı olması mı?

Nitekim o filmi olmasa da, devletin TRT’sinde anti-tezini, “başka(a)laşım”ını bile çektiler: Metamorfoz… Gerçek bir “dava”dan alındılar da tersinden alıntıladılar belki. Osman Kavala da kısacık açıklamasında diziyi “itibar suikastı” olarak nitelendirdi. Ki, o da Kafka’nın “Dava”sında var. Neyle suçlandığını bile anlamayan Joseph K.’nın “suç”undan herkes haberdar! Şahsına itibarın kapıları da kapalı.

Gerçek-gerçeküstü deyince… Hannah Ardent Kafka’nın eserleri ve “Dava”yla ilgili değerlendirmelerinde o eleştirmenlerle aynı fikirde değil. Kafka’nın “muhayyile ve zekâ gücüyle son derece yalın “soyut” bir deneyimden (ve onu yitirmeden) “gerçek” yaşamı karakterize eden tüm zenginlikleri, çeşitlilikleri ve drama­tik unsurları da içeren düşünsel bir manzara yarattığını” savunuyor. Bu aynı zamanda “bugün bile bizi şaşkına çeviren olağa­nüstü bir öngörü yeteneği”.

Ona göre Kafka “bu anlamda bir yazar olmaktan ziyade bir teorisyen”. Bu nedenle (de) Kafka’yı gerçeküstücülerle aynı kefeye koymanın yanlış olduğunu vurguluyor. “Kendi yaşamında hiç gerçekleşmeyen olayların gerçekleştiği bir dünyada yapay şeylerin peşine olan meraklı okur, Kafka’yı okuduğunda, kendi yaşamında hissettiği aldatılmışlık ve ketlenmiş duygusunun çok daha fazlasını yaşayacaktır”.

Devam ediyor: Kafka’nın “Dava”da 100 yıl önce anlattığı hayatla, dünyayla ilgili “kâbus”larındaki zulüm, acımasızlık bile aşılmış, hatta 20 yıl sonra “doğrulanmış gerçek bir olasılık” olarak önümüze........

© Serbestiyet


Get it on Google Play