Diğer

16 Şubat 2024

ZAFERİN RENGİ

X X X X

Yönetmen: Abdullah Oğuz
Senaryo: Safran Banu Erdoğan, Abdullah Oğuz, Evren Oğuz
Görüntü: Ghasem Ebrahimian
Müzik: Yıldıray Gürgen
Oyuncular: Kubilay Aka, Gülper Özdemir, Nejat İşler, Timuçin Esen, Yiğit Özşener, Gonca Vuslateri, Birce Akalay, Yılmaz Bayraktar, Selim Öztürk, Doğukan Güngör, Arif Pişkin, Engin Heplieri, Ruhi Sarı, Nizam Namidar, David Masterson

ANS Production yapımı, 2024

İşte tüm geçen yıl boyunca kutladığımız Cumhuriyet'imizin 100. yılı yeni bitmişken, yine o döneme ait ilgi çekici bir film... Özlenmiş yönetmeni Abdullah Oğuz, zengin oyuncu kadrosu, Osmanlı'nın son günlerinde başlayıp Cumhuriyet'in ilk yıllarında gelişen ve aslında dışardan aldığımız bir büyük spor olan futbolun o yıllardaki ilk temsilcisi olan Fenerbahçe kulübünün de bir anlamda kuruluş ve gelişme tarihi. Yeterince ilginç değil mi?

Film "Bu film tarihi gerçeklere dayanmaktadır" cümlesiyle başlıyor. Seyredeceğimiz, 1918 ile 1923 yılları arasında yaşanmış olaylardır. Başta kalabalık bir soysal mekanda (Sirkeci garı olabilir) bir büyük kalabalık görüyoruz. Fesli adamlar; ama aynı biçimde kravat, hatta papyon takanlar da var!.. Genç Galip yakışıklı yüzüyle ilgi çekiyor, ama gözle görülür bir sakatlığı var. Ayrıca babasıyla da bitmeyen bir tartışma hevesi. O arada Peyker adlı güzel bir kızla tanışır. O dönemdeki adıyla Hilal-i Ahmer (yani Kızılay) için çalışan ve hayatını iyilik yapmaya adamış biridir Peyker...

O dönemde hâlâ eski harfler kullanılır. Gazeteler öyledir; her yerde o alfabeyi taşıyan afişler asılıdır. Ve o sırada bir maçtan söz edilir: Fenerbahçe ve bir Yunan takımı arasında... Ama bizim takım kazanır gibi olunca, bir yangın girişimiyle maç dağıtılır!.. Bu arada futbol hastası Ali Sami Bey (sonradan ismi bir stada verilecektir) genç Galip'e rica eder: Acaba takımının başına geçer mi?

O sırada Peyker'e aşık olmakla meşgul Galip, sonunda sakatlığı için doktora gider. Ve iyi haberi alır: Bir ameliyatla kurtulacaktır... Yıl 1918'dir; İstanbul henüz hiç bozulmamış güzelliğiyle önümüzde uzanır. Bir yıl sonra Yunan ordusu İzmir'i işgal edecektir. Tam o sıralarda Halide Edip Sultanahmet meydanında bir konuşma yapar ve büyük bir kitleye seslenir. Filmin en güzel ve unutulmaz sahnelerinden biri...

Ama Anadolu'ya da ilgi gösterilir. Örneğin genç bir mühendis DDY için çalışmak üzere ana kıtaya yollanır. Arada Özbekler Tekkesi'nin garip törenleri görülür. İşgalcilere karşı savaşta örneğin Haliç'teki depolarda binbir dümen çevrilir. O sıralarda da 1919 Sivas Kongresi toplanır; az sonra ilk kez yapılan Millet-i Mebusan toplantısı işgal kuvvetlerince basılır. Arada filmin gerçek kişilerinden Sabri ve Arif vefat ederler.

Ve Mustafa Kemal de elbette iş başındadır. Kendine özgü çağrılar ve tarihe geçmiş özdeyişlerle halkına seslenir. Ata'nın konuşmaları sık sık filme yansır: "Bu millet o kadere kolay kolay teslim olmayacak"; "Zafer ancak zafer benimdir diyenlerindir". Bir yakınıyla deniz üzerindeyken bir soruya karşılık olarak da şöyle der: "Deniz özgürdür, cömerttir, kimselere teslim olmaz."

Bu arada, İstanbul'u neredeyse tek başına işgal etmişe benzeyen İngilizler de hikâyede önemli yer tutar. Mağrur bir komutanları şöyle der: "500 yıl sonra yeniden Konstantinopolis'e geldik." Ama aralarında biri vardır ki, evlere şenlik... Yüzbaşı Bennett yakışıklı, ama ayni ölçüde zalim, hırslı ve hinoğlu hindir. Bir yandan Peyker'e tutulur; onu Galip'in elinden almak için her şeyi dener. Bir akrabasıyla ilgili iğrenç bir şantajı bile. Başaramayınca, bir azınlık mensubu olan şarkıcı Vera'da karar kılar. Öte yandan, o yeni futbol zevkinin egemen olmaya başladığı bu ülkede, oyunu Türklere öğreten İngilizlerin galibiyeti için elinden geleni de ardına koymaz.

Ayrıca film dönem İstanbul'unu başka gerçekleriyle de gösterir. Örneğin meyhanelerde alkol tüketimi yaparken, yabancı (Rus?) ya da azınlık dilberlerin 'gavurca' şarkılar söylemesi... Arada Milli Mücadele Konserleri düzenlenir. Ve örneğin ; "Olmaz ilaç sine-i sadpareme / Çare bulunmaz bilirim yareme" klasiği hep beraber söylenir!... Finale doğru BüyükTaarruz zaferi kazanılır. Ve biri şöyle der: "Biz intikamımızı öldürerek değil, zafer kazanarak aldık!"

Bu arada bizde futbolun tarihine çok özetle bakarsak... Bir zamanlar tümüyle ülkemizde yaşayan İngilizler tarafından başlatılan bu spor, sonunda bizim takımlarımızın kurulmasına yol açmış. Fenerbahçe'nin resmi kuruluşu 1899. Ardından gelen Galatasaray ise 1906 yılında, henüz Galatasaray lisesinde öğrenci olan Ali Sami Yen ve arkadaşları tarafından, neredeyse lisenin içinde başlatılıyor. Ve kısa zamanda bir büyük takım haline geliyor.

Filmde bir ara bu futbol meselesi unutulur gibi olur; dönem siyaseti ön plana geçer. Ama özellikle son bölümde, filmin ana teması olan bu konu öylesine canlanır ki... Sinemasal anlatımı, enfes kurgusu, filme çağrılmış ve hepsi gerçek futbolcu olan zengin figüran kadrosu ile... Benim gibi bu konuda bir merakı olmayan biri bile (ne yapalım, herkes bir Uğur Vardan olabilir mi?!) tüm bu sahnelerden mest olmuş olarak çıkmışsa... Övgüye değmez mi?

Bir bilgi daha vermeliyim. Hikâyenin ana kahramanı olan Galip Bey'in tam adı Galip Kulaksızoğlu.1917- 1924 arasında kulüpte kaptanlık yapmış. Ve futbolumuzun en büyük yıldızlarından biri sayılmış. 1939 yılında vefat etmiş. Bu filmin çekiminde 110 yıl öncesine gidilerek dönemin krampon, forma, şort, konç, top gibi malzemeleri yapılmış, Filmin futbolcuları için 900 genç arasından 90 kişi seçilmiş. Ve filmin ünlü Harington Kupası maçı da bir haftada çekilmiş. İşte böyle...

Evet, film üzerine daha söylenebilecek çok şey var. Yönetmen Abdullah Oğuz birçok video filmi, TV filmi veya dizisinin yanı sıra, birkaç filmiyle de hatırlanıyor: Mutluluk, (Zülfü Livaneli'nin bir romanından uyarlanmış), Senden Bana Kalan, İlk Adım: 1919 gibi... Ghasem Ebrahimian'ın görüntüleri, Yıldıray Gürgen'in müziği anılmaya değer. Çok zengin oyuncu kadrosundan hangisini saymalı? Hepsi şahane; ama beni en çok etkileyenler Galip Bey'de Kubilay Akar; Peyker'de Gülperi Özdemir; Mustafa Kemal'de Yiğit Özşener; Yüzbaşı Bennett'de Yılmaz Bayraktar (ki hem İngilizceyi, hem de İngiliz aksanlı Türkçeyi gayet iyi konuşuyor!); onun sevgilisi Vera'da Gonca Vuslateri oldu diyebilirim.

Ayrıca eski İstanbul'un çeşitli tarihsel mekanları öyle güzel kullanılmış ki... Aralarında kimi camiler, mezarlıklar, Boğaz veya Haliç kıyıları, Sait Halim Paşa Yalısı vb. yerler var. Kimi eski mekanlar veya binalar da anılmış; bugün artık var olmasalar da... Örneğin Taksim Parkı'nda bir zamanlar ayakta olan ‘büyük kışla', bambaşka bir yerde yeniden ve sadece görsel olarak dikilmiş!...Tüm bu çabalar bu önemli filmin değerini artırıyor kuşkusuz...

YARIN: BOB MARLEY- ONE LOVE

Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.

10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.

Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.

Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.

1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.

Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.

Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.

Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.

Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.

Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.

TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.

Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".

Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.

Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.

Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor.

Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de yayımlandı.

Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak T24 Yazıları -Pandemi Günlerine Doğru: Sanat ve Siyaset Ekim 2023'te okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"...

Şimdiyse karşımıza bambaşka bir film geliyor. Geçen yıl Cannes’da kimilerinin alkışını, kimilerininse ağır eleştirisini (özellikle Fransızlar) toplayan film, Altın Palmiye’yi kaptırmış, kendisiyse Büyük Ödül’ü almıştı. Raslantıya bakınız ki, ikisinde de aynı kadın, Sandra Hüller baş roldeydi. Bizim Merve Dizdar gibi sanki!..

Yorgos Lanthimos, artık çağın önemli sanatçıları arasında yer alabilir sanıyorum..

Özgün bir film. Estetik, fantastik, komik ögelere belli bir animasyon - canlandırma duygusu da eklemiş. Stilize, absürt ve eğlendirici. Yer yer biraz sıksa da...

© Tüm hakları saklıdır.

QOSHE - Kurtuluş savaşımızda futbolun misyonu nasıl oldu?  - Atilla Dorsay
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Kurtuluş savaşımızda futbolun misyonu nasıl oldu? 

19 1
16.02.2024

Diğer

16 Şubat 2024

ZAFERİN RENGİ

X X X X

Yönetmen: Abdullah Oğuz
Senaryo: Safran Banu Erdoğan, Abdullah Oğuz, Evren Oğuz
Görüntü: Ghasem Ebrahimian
Müzik: Yıldıray Gürgen
Oyuncular: Kubilay Aka, Gülper Özdemir, Nejat İşler, Timuçin Esen, Yiğit Özşener, Gonca Vuslateri, Birce Akalay, Yılmaz Bayraktar, Selim Öztürk, Doğukan Güngör, Arif Pişkin, Engin Heplieri, Ruhi Sarı, Nizam Namidar, David Masterson

ANS Production yapımı, 2024

İşte tüm geçen yıl boyunca kutladığımız Cumhuriyet'imizin 100. yılı yeni bitmişken, yine o döneme ait ilgi çekici bir film... Özlenmiş yönetmeni Abdullah Oğuz, zengin oyuncu kadrosu, Osmanlı'nın son günlerinde başlayıp Cumhuriyet'in ilk yıllarında gelişen ve aslında dışardan aldığımız bir büyük spor olan futbolun o yıllardaki ilk temsilcisi olan Fenerbahçe kulübünün de bir anlamda kuruluş ve gelişme tarihi. Yeterince ilginç değil mi?

Film "Bu film tarihi gerçeklere dayanmaktadır" cümlesiyle başlıyor. Seyredeceğimiz, 1918 ile 1923 yılları arasında yaşanmış olaylardır. Başta kalabalık bir soysal mekanda (Sirkeci garı olabilir) bir büyük kalabalık görüyoruz. Fesli adamlar; ama aynı biçimde kravat, hatta papyon takanlar da var!.. Genç Galip yakışıklı yüzüyle ilgi çekiyor, ama gözle görülür bir sakatlığı var. Ayrıca babasıyla da bitmeyen bir tartışma hevesi. O arada Peyker adlı güzel bir kızla tanışır. O dönemdeki adıyla Hilal-i Ahmer (yani Kızılay) için çalışan ve hayatını iyilik yapmaya adamış biridir Peyker...

O dönemde hâlâ eski harfler kullanılır. Gazeteler öyledir; her yerde o alfabeyi taşıyan afişler asılıdır. Ve o sırada bir maçtan söz edilir: Fenerbahçe ve bir Yunan takımı arasında... Ama bizim takım kazanır gibi olunca, bir yangın girişimiyle maç dağıtılır!.. Bu arada futbol hastası Ali Sami Bey (sonradan ismi bir stada verilecektir) genç Galip'e rica eder: Acaba takımının başına geçer mi?

O sırada Peyker'e aşık olmakla meşgul Galip, sonunda sakatlığı için doktora gider. Ve iyi haberi alır: Bir ameliyatla kurtulacaktır... Yıl 1918'dir; İstanbul henüz hiç bozulmamış güzelliğiyle önümüzde uzanır. Bir yıl sonra Yunan ordusu İzmir'i işgal edecektir. Tam o sıralarda Halide Edip Sultanahmet meydanında bir konuşma yapar ve büyük bir kitleye seslenir. Filmin en güzel ve unutulmaz sahnelerinden biri...

Ama Anadolu'ya da ilgi gösterilir. Örneğin genç bir mühendis DDY için çalışmak üzere ana kıtaya yollanır. Arada Özbekler Tekkesi'nin garip törenleri görülür. İşgalcilere karşı savaşta örneğin Haliç'teki depolarda binbir dümen çevrilir. O sıralarda da 1919 Sivas Kongresi toplanır; az sonra ilk kez yapılan Millet-i Mebusan toplantısı işgal kuvvetlerince basılır. Arada filmin gerçek kişilerinden Sabri ve Arif vefat ederler.

Ve Mustafa Kemal de elbette iş başındadır. Kendine özgü çağrılar ve tarihe geçmiş özdeyişlerle halkına seslenir. Ata'nın konuşmaları sık sık filme yansır: "Bu millet o kadere kolay kolay teslim olmayacak"; "Zafer ancak zafer benimdir diyenlerindir". Bir yakınıyla deniz üzerindeyken bir soruya karşılık olarak da şöyle der: "Deniz özgürdür, cömerttir, kimselere teslim olmaz."

Bu arada, İstanbul'u neredeyse tek başına işgal etmişe benzeyen İngilizler de hikâyede önemli yer tutar. Mağrur bir komutanları şöyle der: "500 yıl sonra yeniden Konstantinopolis'e geldik." Ama aralarında biri vardır ki, evlere şenlik... Yüzbaşı Bennett yakışıklı,........

© T24


Get it on Google Play