Diğer

13 Ocak 2024

Geçen çarşamba günü Kanyon sinemalarından birinde Onat Kutlar'ı andık. Hakkında yapılmış çok güzel bir filmi izleyerek... 11 Ocak 1995'te terör saldırısı sonucu hayatını kaybeden şair, yazar ve sinema eleştirmeni Onat Kutlar, ölümünün 29. yılında hayat hikâyesini anlatan bir filmle anıldı. Kutlar'ın Türkiye'den Fransa'ya uzanan ve sonra burada gelişen sinema yolculuğunu anlatan "Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar" belgesel filmi basına sunuldu. 42. İstanbul Film Festivali'nde dünya prömiyerini yapan film aynı zamanda Türk Sinematek Derneği'nin tarihini tanıklarla anlatıyor. Yönetmenliğini Sinematek konusunda tez yazmış olan Önder Esmer, yapımcılığınıysa Matthias Kyska üstlenmiş. Ve bundan sonra sinemalarda değilse de MUBİ sinema sitesinde bulunup izlenebilecek.

Doğrusu kaçırılmaz bir deneyimdi bu film... Akla gelebilecek herkesle konuşulmuştu; benim hiç tanımadıklarımla bile... Eşi sevgili Filiz Kutlar'ın yanı sıra kızkardeşi Seza Kutlar Aksoy, oğlu Mazlum Kutlar... Ayrıca onu tanımış isimler: merhum Hüseyin Baş, merhum Şakir Eczacıbaşı, merhum Rekin Teksoy, merhum Giovanni Scognamillo, Hülya Uçansu, Cevat Çapan, Mete Akalın, Jak Şalom, Burcak Evren, Mustafa Göçmen, Ali Özgentürk, Adnan Özyalçıner, Vecdi Sayar, Aydın Sayman, Ahmet Soner, sağlık durumu pek iyi olmayan sevgili Ömer Pekmez... Ve de bendeniz.

Benim oradaki heyecanlı konuşmamı basın şöyle anlatmış:

"Onat Kutlar'ın hayatıyla ilgili bütün olup bitenleri bilmeme rağmen heyecanla ve duygusallıkla izledim. Filmin bazı sahnelerinde gözümden yaş geldi. Çünkü Türk sanatına ve kültürüne bu kadar katkıda bulunup da bu kadar hazin bir akıbetle hayatı sona eren nadir insanlardan biriydi. Olgunluk çağında daha çok şey verebilecek, üretebilecekken uğursuz bir bomba onu hayattan kopardı. Onat'ın ölüm haberi geldiğinde nasıl sarsıldığımı nasıl gideceğim yere gidemediğimi, nasıl gözyaşlarına boğulduğumu çok iyi hatırlıyorum. Çok ani oldu. Bombadan sonra bir süre hayatta kaldı, birçok ünlü isimle hastane kapısında iyileşeceği umuduyla bekledik. Ama ne yazık ki kurtulamadı. Çok iyi bir yazardı. Yaşasaydı çok daha iyi hikâye kitapları yazabilirdi. Kendisinden çok şey feda etmiştir. Bir anlamda kendi kişisel başarısını, üretimini ve sonunda hayatını feda etti. Onun hayatını büyük bir dram olarak görüyorum. Bu film de bu dramın bütün acısını hissettirdi. Onun ölümü Türk sanatı için büyük bir kayıp oldu."

Ve şimdi sıra vaktiyle ona yazdığım bir mektupta.... Buyrun...

HİÇ UNUTULMAYACAK BİR DOSTA MEKTUP

Sevgili Onat

O kadar çok zaman geçti ki... Seni 11 Ocak 1995 günü yitirdik. Kentin göbeğinde, Marmara otelinin kahvesinde, tümüyle rastlantı sonucu, oraya bırakılmış bir serseri bombanın kurbanı oldun. O menfur olayın bulunamamış katilleri, o serseri bombanın ne denli güzel bir insanı öldürdüğünü bilseler nasıl pişmanlık duyarlardı diye hep düşünmüşümdür.

Sevgili kardeşim... Aradan geçen 20 küsur yıla karşın seni unutmadım, unutmadık. Sanıyorum 1967 yılında tanışmıştık. Farklı coğrafyalardan ve koşullardan gelsek de, bizi birleştiren şeyler vardı. İkimiz de Fransız kültürüyle yetişmiştik. İkimiz de sinemaya ve yazı yazmaya gönül vermiştik. Ve ikimiz de aynı yıllarda -60'ların başlarında- bir süre Paris'te yaşayarak bu kültür başkentinde o sanatsal tutkularımıza esin alanları bulmuştuk.

Ben 64-66 arası askerliğimden döndüğümde, sen belki tüm dünyada sanata en çok gönül vermiş iş adamı olan Şakir Eczacıbaşı'nın eşsiz duygu ve ideal ortaklığıyla, yeni kurulan Türk Sinematek Derneği'nin başında idin. Bense hemen Cumhuriyet gazetesinin taptaze sinema yazarı olmuştum. Haftanın filmleri yanında, Sinematek'te Bu Ay yazılarıyla da o kurumu destekleyen bir sinema tutkunu.

Elbette tanışacak ve kaynaşacaktık. Bu serüven uzun uzun anlatılmaya muhtaçtır. O yılların bitmeyen Ulusal Sinema tartışmaları: yeni güçlenen sol görüşlerin çatısı altında katıldığımız eylemler, tartışmalar, paneller. Özellikle Yılmaz Güney'le gelişen dostluğumuz. Ve dünyayı birbirine katan '68 olaylarının Türkiye'ye de yansımasıyla başlayan o isyan ve başkaldırı duygusu.

Sevgili Onat. O yıllarda ne kadar çok şey biriktirdik. Yani anı olarak... Ülkenin sokak kavgasından sınıf kavgasına, sanatsal polemikten kaba suça her türlü olumsuzlukları içinde, biz sanki bir rüya gördük. Onca acıya, onca mateme, onca kayba sanki en güzel filmlerle bir teselli arayıp durduk.

Birlikte katıldığımız onca etkinliği hatırlıyorum. Sendikaların veya sivil örgütlerin bitmeyen siyasal panellerinden örneğin Gaziantep Mutfağı veya kısa film yarışması gibi sanatsal etkinliklere veya festival jürilerine, dirsek dirseğe az oturmadık. Örneğin Sıraselviler'deki Sinematek salonunda Arkadaş'ın özel gösterimini yapacağımız gün gelen o menhus "Yılmaz Güney hakimi vurdu" haberiyle birden nasıl şok geçirip, yine de gelen seyirciye birer küçük konuşma yapma cesaretini bulduğumuzu hatırlıyorum. Birbirimize dayanarak. Ve daha neler neler...

Tüm o kargaşa içinde Sinematek sürüyordu ve o çatı altında duygular da, fikirler de birlikte güçleniyordu. Sonra kaçınılmaz askeri darbe. 12 Eylül'ün yeni koşulları. Ve tüm dernekler gibi Sinematek'in de kapatılması. Sinema tarihini geçmişi ve o günüyle kitlelere ulaştırma rüyasının sonu.

Ama Şakir Bey ve tüm Eczacıbaşılar oradaydı. Sen oradaydın. Farklı bir sinemanın tadına alışmış kent aydınları oradaydı. Ve daha önce başlamış müzik ve dans ağırlıklı İstanbul Festivali, birer-ikişer sanat filmiyle o alana da el atmaya başladı.

Giderek 1982'de Konak sinemasında, hepsi sanat üzerine 8 seçme filmle başlayan Sinema Günleri. Sonra Beyoğlu'na sıçrayan, film sayıları füze gibi yükselen ve zamanla uluslararası bir etkinliğe dönüşen görkemli bir olay. Arkasında Vecdi Sayar, Hülya Uçansu, hemen sonrasında Nuray Muştu, Ali Sönmez, Zeliha Kaya ve daha sayısız insanın özveriyle, sevgiyle katkıda bulunduğu bir büyük organizasyon.

Sen hep o tertemiz Doğu insanı, o soylu yüreğini her iyiliğe ve güzelliğe açan gerçek yurt aydını olarak kaldın. Daha Sinematek yokken başlayan ve İshak adlı kitabını birkaç kuşağın başucu kitabı yapan yazı hayatın, az ama öz eserlerle sürdü: şiir, hikaye, deneme ve senaryo olarak... İstanbul film festivalini bizzat yönetmeyi hiç istemedin: öyle ünvanlarda gözün yoktu. Ama hep içindeydin, baştan sona katkın ve desteğin çok önemliydi.

Ve birlikte neler yaşamadık, kimleri ağırlamadık... Avrupa sinemasının yaşayan hemen tüm ünlüleri festivale gelip katıldı. Özellikle Şakir beyin katkısı ve tutkusuyla, ABD'de edindiğimiz bir devamlı temsilci sayesinde, o kıtadan da ünlü isimler geldi. Ve bizler onları yakından tanıdık, basın toplantılarını yönettik, söyleşiler yaptık, masalarda buluştuk. Artık geri gelmeyecek günler...

Ve sen, ikinci eşin sevgili Filiz'le Beyoğlu'nun göbeğinde yaşamayı seçtin. Festivalle birlikte o kültür semtinin son sakinlerinden biri oldun. Arada hiç tartışmadık mı, farklı düşünmedik mi? Elbette, o da oldu. Örneğin 1989-90'larda Amerikan film şirketleri burada kendi bürolarını açıp filmleri günü gününe getirmeye başladıklarında buna karşı çıktın, bunu bir tür kültür emperyalizmi saydın. Bense pragmatik baktım ve bunun can çekişen sinemacılığımızı kurtaracağını düşündüm.Ama bunlar ayrıntıydı. Özde hep birdik, hep dosttuk. Ve sanırım sonuna dek öyle kaldı.

Sevgili Onat... Tüm o mekanlarda hep birlikte olduk. Konak, Emek, Atlas, Fitaş, Beyoğlu gibi salonlarda, Çiçek Pasajı'ndan Yakup'a, Asmalımesçit'ten Nevizade'ye kültürle içki sofrasının birbirine karıştığı gerçek Beyoğlu dekorunda, en keskin siyasal tartışmalardan en süzülmüş edebi sohbetlere farklı konuşma ortamlarında...

Hacı Baba'dan Rejans'a, Borsa'dan Feriye'ye, Hacı Abdullah'dan Hacı Salih'e tüm o yemek şatoları, bizlerle birlikte ünlü yabancıları da mest etti. The Marmara oteli ise belli bir dönem boyunca hem otel, hem lokanta, hem de önceleri Cercle d'Orient'daki SESAM salonu, Yıldız sarayı karakolu veya Atlas sinemasının ikinci katında yaptığımız basın toplantılarının son mekanı olarak anılarımıza girdi. Oralarda az telaş, az heyecan paylaşmadık!...

Festival ofisi olarak Yıldız Sarayı, sonra Ayaspaşa'daki Boğaz'a nazır apartımandan sonra Beyoğlu'na taşındık: Luvr apartımanında yine sayısız toplantı yaptık, konuk ağırladık. Ülkenin o sarsıntılı yıllarında dostluğumuz sanatla siyaset arasında bir salıncak gibi gidip gelen bir nitelikle beslendi, gelişti. Sense vakfın daha sonra Şişhane'de edindiği kendi mekanına taşındığını göremedin. Ve en ünlü sinemacılar neredeyse ortak dostlarımız oldu. Elia Kazan'dan Carlos Saura'ya, Marcel Carne'den Antonioni'ye, Yusuf Şahin'den Tavianiler'e, Ken Russell'dan Arthur Penn'e, Pasolini'den Bertolucci'ye, Ettore Scola'dan Agnes Varda'ya, Alain Corneau'dan Bertrand Blier'ye, Angelopoulos'dan Kieslowski'ye, Wim Wenders'ten Kusturica'ya, Paul Schrader'den Costa-Gavras'a... Sonraları yıldızlar da geldi- sen kimilerine yetişemesen de: Sophia Loren'den Catherine Deneuve'e, Jeanne Moreau'dan Hanna Schygulla'ya, Gerard Depardieu'den Harvey Keitel'e... Hatta Woody Allen bile geldi!...

Ve sen adına terör denen çağdaş dünyanın belki en büyük belasının hain ve sorumsuz bir kurşunuyla çekip gittin. Tam 21 yıl önce... Orada başta Şakir Bey'den Yaşar Kemal'e, Yılmaz Güney'den Lütfi Akad'a, Nejat Eczacıbaşı'dan Aydın Gün'e eski dostlarla buluştuğuna inanmak, belki bir teselli olabilir. Seni hep sevecek, hep düşünecek, hep anacağız.

Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.

10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.

Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.

Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.

1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.

Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.

Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.

Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.

Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.

Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.

TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.

Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".

Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.

Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.

Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor.

Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de yayımlandı.

Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak T24 Yazıları -Pandemi Günlerine Doğru: Sanat ve Siyaset Ekim 2023'te okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"...

Aşkın böylesine bir kine dönüşmesini şimdiye kadar bu denli iyi veren bir başka film görmedim!...

Rahatça görebileceğiniz, iyi vakit geçirten bir film...

Film, eski bir deyimle cevval denebilecek, kıpır kıpır bir anlatıma sahiptir. Kimi zaman biraz aşırı ve özellikle oyuncular düzeyinde abartılmış gözükse de... Taşrada siyaset ya da yerel yönetim denebilecek temalara ilginç bir eğilme de denebilir

© Tüm hakları saklıdır.

QOSHE - Sevgili Onat Kutlar'ı canıgönülden anmak - Atilla Dorsay
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Sevgili Onat Kutlar'ı canıgönülden anmak

23 0
13.01.2024

Diğer

13 Ocak 2024

Geçen çarşamba günü Kanyon sinemalarından birinde Onat Kutlar'ı andık. Hakkında yapılmış çok güzel bir filmi izleyerek... 11 Ocak 1995'te terör saldırısı sonucu hayatını kaybeden şair, yazar ve sinema eleştirmeni Onat Kutlar, ölümünün 29. yılında hayat hikâyesini anlatan bir filmle anıldı. Kutlar'ın Türkiye'den Fransa'ya uzanan ve sonra burada gelişen sinema yolculuğunu anlatan "Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar" belgesel filmi basına sunuldu. 42. İstanbul Film Festivali'nde dünya prömiyerini yapan film aynı zamanda Türk Sinematek Derneği'nin tarihini tanıklarla anlatıyor. Yönetmenliğini Sinematek konusunda tez yazmış olan Önder Esmer, yapımcılığınıysa Matthias Kyska üstlenmiş. Ve bundan sonra sinemalarda değilse de MUBİ sinema sitesinde bulunup izlenebilecek.

Doğrusu kaçırılmaz bir deneyimdi bu film... Akla gelebilecek herkesle konuşulmuştu; benim hiç tanımadıklarımla bile... Eşi sevgili Filiz Kutlar'ın yanı sıra kızkardeşi Seza Kutlar Aksoy, oğlu Mazlum Kutlar... Ayrıca onu tanımış isimler: merhum Hüseyin Baş, merhum Şakir Eczacıbaşı, merhum Rekin Teksoy, merhum Giovanni Scognamillo, Hülya Uçansu, Cevat Çapan, Mete Akalın, Jak Şalom, Burcak Evren, Mustafa Göçmen, Ali Özgentürk, Adnan Özyalçıner, Vecdi Sayar, Aydın Sayman, Ahmet Soner, sağlık durumu pek iyi olmayan sevgili Ömer Pekmez... Ve de bendeniz.

Benim oradaki heyecanlı konuşmamı basın şöyle anlatmış:

"Onat Kutlar'ın hayatıyla ilgili bütün olup bitenleri bilmeme rağmen heyecanla ve duygusallıkla izledim. Filmin bazı sahnelerinde gözümden yaş geldi. Çünkü Türk sanatına ve kültürüne bu kadar katkıda bulunup da bu kadar hazin bir akıbetle hayatı sona eren nadir insanlardan biriydi. Olgunluk çağında daha çok şey verebilecek, üretebilecekken uğursuz bir bomba onu hayattan kopardı. Onat'ın ölüm haberi geldiğinde nasıl sarsıldığımı nasıl gideceğim yere gidemediğimi, nasıl gözyaşlarına boğulduğumu çok iyi hatırlıyorum. Çok ani oldu. Bombadan sonra bir süre hayatta kaldı, birçok ünlü isimle hastane kapısında iyileşeceği umuduyla bekledik. Ama ne yazık ki kurtulamadı. Çok iyi bir yazardı. Yaşasaydı çok daha iyi hikâye kitapları yazabilirdi. Kendisinden çok şey feda etmiştir. Bir anlamda kendi kişisel başarısını, üretimini ve sonunda hayatını feda etti. Onun hayatını büyük bir dram olarak görüyorum. Bu film de bu dramın bütün acısını hissettirdi. Onun ölümü Türk sanatı için büyük bir kayıp oldu."

Ve şimdi sıra vaktiyle ona yazdığım bir mektupta.... Buyrun...

HİÇ UNUTULMAYACAK BİR DOSTA MEKTUP

Sevgili Onat

O kadar çok zaman geçti ki... Seni 11 Ocak 1995 günü yitirdik. Kentin göbeğinde, Marmara otelinin kahvesinde, tümüyle rastlantı sonucu, oraya bırakılmış bir serseri bombanın kurbanı oldun. O menfur olayın bulunamamış katilleri, o serseri bombanın ne denli güzel bir insanı öldürdüğünü bilseler nasıl pişmanlık duyarlardı diye hep düşünmüşümdür.

Sevgili kardeşim... Aradan geçen 20 küsur yıla karşın seni unutmadım, unutmadık. Sanıyorum 1967 yılında tanışmıştık. Farklı coğrafyalardan ve koşullardan gelsek de, bizi birleştiren şeyler vardı. İkimiz de Fransız kültürüyle yetişmiştik. İkimiz de sinemaya ve yazı yazmaya gönül vermiştik. Ve ikimiz de aynı yıllarda -60'ların başlarında- bir süre Paris'te yaşayarak bu kültür başkentinde o sanatsal tutkularımıza esin alanları bulmuştuk.

Ben 64-66 arası askerliğimden döndüğümde, sen belki tüm dünyada sanata en çok gönül vermiş iş adamı olan Şakir Eczacıbaşı'nın eşsiz duygu ve ideal ortaklığıyla, yeni kurulan Türk Sinematek Derneği'nin başında idin. Bense hemen Cumhuriyet gazetesinin taptaze sinema yazarı olmuştum. Haftanın filmleri yanında, Sinematek'te Bu Ay yazılarıyla da o kurumu destekleyen bir sinema tutkunu.

Elbette tanışacak ve kaynaşacaktık. Bu serüven uzun uzun anlatılmaya muhtaçtır. O yılların bitmeyen Ulusal Sinema tartışmaları: yeni güçlenen sol görüşlerin çatısı altında katıldığımız eylemler, tartışmalar, paneller. Özellikle Yılmaz Güney'le gelişen dostluğumuz. Ve dünyayı birbirine katan '68 olaylarının Türkiye'ye de yansımasıyla başlayan o isyan ve başkaldırı duygusu.

Sevgili Onat. O yıllarda ne kadar çok şey biriktirdik. Yani anı olarak... Ülkenin sokak kavgasından sınıf........

© T24


Get it on Google Play