Diğer

04 Mart 2024

Siyasetin ne olduğuna dair birçok tanım kullanabiliriz. Türkiye siyasi kültürü, alışkanlıkları ve siyasi aktörleri üzerinden bakılınca siyasetin münazara ve münakaşa olarak anlaşıldığını görebiliriz. Türkiye siyaseti için ben şöyle bir metafor kullanıyorum: Bildiğiniz gibi futbol iki devre halinde oynanıyor, takımlar ikinci devreye başlarken saha değiştiriyorlar. Bizim siyasi aktörler ise ikinci devrede saha değiştirmiyorlar, formaları değiştiriyorlar. Forma değişikliği ile o formanın ilk devrede temsil ettiği ne varsa, tüm ruhu, değerleri, stratejisi, taktiği de devralıyorlar. Her bir siyasi aktör o anda bulunduğu saha ve formanın dilini, söylemini birinci devredekini tümüyle bırakıp aynen tekrarlıyor. O nedenle formaların içindeki bedenler, yüzler değişse de maçın gidişatı hiç değişmiyormuş gibi görünüyor.

Siyaset meselelerle mücadeledir ama bizdeki siyaset kültürü insanlarla, kendi partilileriyle, rakiplerle ilişki üzerinden şekilleniyor. Bir de o anda hangi formayla sahanın hangi tarafında olduklarına göre siyaset tarzı hep bildik yerden devam ediyor.

Bir büyüğüm, “Türkiye’nin başardıkları siyasetten kurtarabildiklerinden ibaret” derdi bir zamanlar.

O nedenle meseleler hemen hiç değişmez, temel meselelerimiz kronikleşmiştir, kökleşmiştir, markalaşmıştır. Üstelik meseleler zamanın ruhuna bağlı olarak katman, boyut, aktörler bağlamında dinamiktir, değişmektedir, derinleşmektedir.

Bizim siyaset aktörlerimiz müzakere etmeyi, ikna ve uzlaşma süreçlerini bilmezler, uzlaşma üretme marifetleri son derece düşüktür.

Toplumun “etkilenen” kesimi ya da büyük sessiz kitle ise bu siyasi kültür ve alışkanlık nedeniyle toplumsal meselelerde ve ortak hayattaki tutum ve davranışlarda değişmiyormuş gibi bir görüntü verir. Çünkü siyasetin, müzakere-ikna-uzlaşma süreçleriyle toplumsal dönüşümü neredeyse hiç deneyimlenmemiştir. Bunun mümkün olabileceği bilinmez.

Diğer yandan yurttaşların bireysel hayatta da ortak hayatta da yaşadıkları, gözledikleri, tanık oldukları, bildikleri var. Bu memleketin insanları, siyasi deneyim ve alışkanlıklarıyla hayata dair deneyimleri arasındaki uçuruma bakarak kendi hayat yolculuğu için bir savunma stratejisi geliştirmiş. Bireysel hayatıyla ortak hayatı iki ayrı değer seti, tutum ve davranışlarla yaşar. O nedenle bildiği, tarafı ya da tanığı olduğu meselelere aktif katılmaktan geri durur. Birey olmakla yurttaş olmayı ayırır. Birey olmak için arzulu ve gayretli insanlar yurttaş olmak konusunda temkinli ve ikircikli davranırlar.

Bireysel hayatlarında kendi arzularına, hayallerine ulaşma gayreti yüksek bireyler, ortak hayatın sorunlarına, kendisine doğrudan değmedikçe dahil ve müdahil olmaktan kaçınan insanlara dönüşüyorlar. Bireysel hayatlarında maceralara açık insanlar günün sonunda hanelerine, ailelerine dönüyorlar. Aile ve hane güvenli alandır, bir bakıma sığınaktır. Ortak hayatlarda, sokaklarda sığınılan ise her daim devlet oluyor. O devlet bireysel hayatlarına değmesin ama ortak hayattaki diğerlerini, ötekileri zapturapt altında tutsun istiyorlar.

Savunma duygusu giderek bireysel hayatlarına da yansıyor. Sanayi toplumu sosyoloji teorisiyle bilinir ki pratiklerdeki değişim daha hızlıdır. Yeme içme alışkanlıkları, giyim kuşam ya da tatil, eğlence tercihleri hızlı değişir. Ama değerler, iyi-doğru-güzel diye bilinenler, bunların dayanağı olan referanslardaki değişim çok daha yavaştır. Kültürel olan direnir ama yavaş da olsa değişir. Fakat bugünün metropollü, karmaşık, hızlı hayatının ürettiği endişe ve kaygılar çoğaldıkça, aidiyetler değiştikçe kimliklerin direnci çok daha yüksek oluyor. Kültürel kimlikler, değerler, hayat tarzları ve referanslar kimi zaman devletten bile daha fazla ağırlığı olan bir maddi ve manevi dünyayı şekillendiriyor.

Mehteran yürüyüşünün bu toprakların icadı olmasının bir sebebi olması lazım. Bu toprakların insanları tedirgin ve ikircikli davranmakla değişime ve maceraya açık olmak arasında sıkışıyorlar. O nedenle de birer adımlık hareketlerle yürümeye, değişmeye çalışıyorlar. Bir adım atıyor, bekliyor, kokluyor, sonucu görmeye çalışıyor, sonra ikinci adımı atıyor.

Bu toplumun karakteristiklerinden birisi beklentilerin bireysel hayattan ve ekonomik taleplerden şekilleniyor oluşu. Bu beklentiler kimliklere, hayat tarzlarına göre de çok değişmiyor. Herkes hanesinin dirliği düzeni peşinde.

Bireysel hayatları için korkuları da ortak; herkes parasız kalıp ya da yaşlanıp muhtaç olmaktan, çocuğunun eğitim alamayıp iyi bir iş ve yaşam koşullarından mahrum kalacağından korkuyor. Öte yandan hem bireysel hayatına hem de ortak hayata dair korkuları kültürel kimliklerinden, değerlerinden şekilleniyor. Kimisi geleneklerin çözülüyor olmasından, kimisi dini inançların eksiliyor olmasından, kimisi hayat tarzının ötekiler tarafından tehdit altında olduğundan, kimisi kimliğinin, ana dilinin diğerleri tarafından yok ediliyor olmasından korkuyor. Çok da haksız değiller çünkü bireysel deneyimlerinde az veya çok bu korkuların gerçek olduğunu da yaşıyorlar.

Ortak hayata dair duyguları ise siyasetten şekilleniyor. Siyasi rekabetin her şeyin önüne geçtiği fakat müzakere-ikna-uzlaşma süreçlerinin değil yenmenin-yenilmenin esas olduğu bir siyasi kültür duyguları şekillendiriyor.

Bu karakteristikler giderek bir başka ortak duygu haline doğru evriliyor. Son yıllarda yaşanmakta olan ekonomik tufan, enflasyon, işsizlik gibi doğrudan hanenin dirliğini düzenini tehdit eden gelişmeler bireysel hayatlara dair tehdit algısını, kaygıyı, endişeyi çoğaltıyor. Bir yandan derin bir gelecek korkusu diğer yandan çaresizlik duygusu öfkeye dönüşüyor.

En yoksul ile en zenginin, muhafazakar ile sekülerin, Sünni ile Alevinin, Türkle Kürdün birbirine değmeden yan yana yaşadıkları metropollerdeki ikili yaşamlar, hızlı gündelik hayat ritminin ürettiği sığlık, lümpenleşme gibi tüm dinamikler, kadim fay hatları ve gerilimlerin tonu, dozu artıyor.

Sistemin kriziyle beraber kültürel veya sınıfsal tüm dinamikler krizler yumağına dönüşmüş durumda.

Ortak yaşama iradesi zayıflıyor. Hukukun üstünlüğüne inanç daha da eksiliyor. Bu ortam örgütsüz bireylere karşı örgütlü kötülüğün önünü açıyor.

Siyaset kimliklere, kutuplaşmalara sıkışıyor bir yandan. İtibarını, inandırıcılığını, dönüştürücü rolünü, sorun çözme kapasitesini kaybediyor diğer yandan.

Bu nedenle de son yıllarda yaşadığımız gibi siyaset kimlik siyasetine, seçimler kimlik sayımına dönüşüyor.

Toplumun bu karakteristikleri mi siyaseti etkiliyor, siyaset mi onları? Zaman zaman roller değişiyor olsa da aslında oyunun sonunda hep devlet kazanıyor.

Elbette bir de tüm bu hikâyeyi etkileyen küresel ve bölgesel dinamikler var. İktidarı oluşturan zihni koalisyon bu dinamikleri güvenlik riski olarak görüyor. İktidardaki zihni koalisyonun dünyanın gidişatı içinde Türkiye için de bir hayali var. Bu hayalin içe dönük bir katmanı var, ülkenin dünyadaki rolüne dönük bir başka yönü var. O hayal ya da iddia nedir? Bunu açık ve net biçimde bilmiyoruz. Ya da kendileri de bilmiyor. Belki de koalisyonun ortaklarının üzerinde mutabık oldukları net bir iddia yok ya da farklı ortakların farklı iddiaları var. Onu da bilmiyoruz.

Ben hayal, iddia diyorum ama “sol.org.tr” sitesinde Anıl Çınar bunu “özgünlük” olarak not ediyor ve şu tespitte bulunuyor: “Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk döneminde, bu özgünlük kuruluş felsefesinden okunabilmektedir. Kendini Batıya zorla kabul ettiren ama kendi yerini de orada gören bir ülkedir Türkiye.

….İkinci Savaş ile birlikte bu özgünlüğün NATO’nun içerisinde bir yerde kurulmasına uğraşılır. Bu özgünlük, zamanla, komünizmle mücadelede ve Sovyetler Birliği’nin kuşatılmasında yeniden yaratılır… Sovyetler Birliği’nin olmadığı dünya beraberinde bir kimlik sorunuyla gelmiştir. … Kısa süren “tek kutupluluk” ortadan kalktıkça ve bugünkü kaotik dünyaya yol alındıkça Türkiye artık kendi özgünlüğünü nerede kuracağı sorunuyla baş başadır.”

“Ve bundan böyle demirlenecek bir ABD, demirlenecek bir AB ortada yoktur. …Türkiye ilk başlarda kendi bölgesinde ilericiliğiyle, barışçılığıyla, laikliğiyle, cumhuriyetçiliğiyle parlamıştır. Sonra NATO’nun en kıymetli karakollarından biri olmaklığıyla. Daha sonraysa emperyalizmin planlarının önemli taşeronu olarak. Bunlar bir bakıma ‘özgünlük’tür.”

“Peki nedir bugünün özgünlüğü, bunu anlayabilenimiz var mı? Savaş çıkarması mı? Ekonomik büyümesi mi? Diplomatik aracılığı mı? Jeopolitik konumu mu? Büyüyen ekonomik gücü mü, yoksa zaafları mı?”

İktidardaki zihni koalisyonun dışarıya karşı iddiasını sözde emperyalizm karşıtlığına dayandırıyor. Ama pratikte ekonomik politikaların hemen tümü emperyalist aktörlere uyumlanmak üzere.

İçeriye dönük iddianın ise temel parametreleri biraz daha net gibi görünüyor.

İktidar uzun bir süredir devletin geleneksel makbul vatandaş tanımına döndü ve sahiplendi. Yaptığı tek değişiklik eskinin makbul vatandaşı “Sünni, Türk, Laik” iken bugün “Sünni, Türk, dindar” oldu. Liyakat meseleleri olarak tartıştığımız, partizanlık olarak gördüğümüz çoğu şeyin altında bu makbul vatandaş tanımının olduğu anlaşılıyor.

“Yerli, milli” olmak iktidarın zihniyetinin bir başka unsuru. O kadar ki “milli yargı” söylemiyle evrensel hukuk, insanlığın kazanımları bir tarafa bırakılıp tümüyle siyasi iktidara göre biçimlenen, yurttaşın değil devletin önceliklerini kollayan bir hukuk ve yargı anlayışı talep edilen.

“Birlik, beraberlik” söylemi her eleştirinin önüne konan kalkan oluyor. Esas itibarıyla uslu vatandaş olmak talep ediliyor herkesten. Yurttaşlardan beklenen aslında “tek tiplilik”.

Bir başka unsur “güvenlik” anlayışı, güvenlik tanımı sınır güvenliği ve devletin bekası anlamına geliyor. Bu anlamlandırmayla varılacak yer de doğal sonuç olarak askeri politikalar ve “güçlü devlet” oluyor. Devletin bekası üzerinden bakılarak her bir eleştiri hainlik, ihanet söylemleriyle karşılanıyor.

Batı düşmanlığı bir başka birliktelik ve duyarlılık alanı. Eskiden Batı’nın sistemini, teknolojisini alacağız ama ahlakını almayacağız denilirken şimdi Batı’nın krizine de bakarak tümüyle Batı karşıtlığı söylemleri esas olmuş durumda.

Aile ve ahlak meseleleri tümüyle kadın hakları ve LGBT meselesine indirgenmiş durumda.

Memleketin sahibi de hayatın sahibi de yalnızca devlet, yurttaşların söz hakkı yalnızca seçimlerde oy vermek sonrasında sorgulamadan itaat etmek.

“Milli irade” deniyor ama iktidar kazandığı sürece. Adeta istenen bir Cumhurbaşkanı seçelim, o da yalnızca bakanları, valileri değil belediye başkanlarını da hatta muhtarları da atasın isteniyor.

Bir yandan siyasi alan çerçeveleniyor, zihni sınırları çiziliyor. Diğer yandan siyaset yalnızca partilerin ve hatta meclisin içine sıkıştırılıyor, toplum siyasetsizleşmeye itiliyor.

Tümüyle millilik gerekçesiyle merkezileşmiş, güvenlik gerekçesiyle tartışma dışına çıkarılmış karar süreçleriyle, devletin ve iktidarın otoritesine ve himmetine bağımlı hale gelmiş bir toplum hayal ediliyor. Çünkü devletin ve ülkenin bekası için şimdi tartışma, muhalif siyaset yapma değil birlik, beraberlik zamanı.

Bir bakıma yeni bir milliyetçilik hikayesi ile 60-70 yıldır tanık olduğumuz hikaye güncelleniyor. Bu yeni milliyetçilik hikayesi büyük sağ koalisyonun ve konsolidasyonun da gerekçesi ve tutkalı yapılmaya çalışılıyor.

Bunun için de toplumun farklı birçok dinamik, etki, problem nedeniyle güncel duyguları olan kaygılar, korkular ve özellikle de öfke manipüle edilerek sol fikriyata karşıtlığına, empati yoksunluğuna, farklılıklara, hoşgörüsüzlüğe yönlendirilmeye çalışılıyor. Sol fikriyata olan tepki bugünün muhalif pozisyondaki sağ-muhafazakar-milliyetçi partilerini hizalamak için de gerekçe oluyor.

Bu parametrelerden bakılınca bugün iktidar yandaşlığı-karşıtlığı kutuplaşmasından muhalif blokta duran bazı partilerin bu çerçeveye yatkın oldukları, ince ayarlamalarla yeni pozisyon ayarlamalarına çabaladıklarını görüyoruz.

Ellili yıllardaki Vatan cephesi döneminde duygusal ve siyasal yarılma yaşansa da şiddet yaşanmadı. Yetmişli yıllardaki milliyetçi cephe dönemlerinde bu yarılmalar yaşandı, gençlik örgütleri arasında siyasi cinayetler yaşandı ama yine de şiddet kitleselleşmedi. Manipüle edilmiş şiddetin neler yapabileceğini bu topraklarda 6-7 Eylül’de, Madımak’ta yaşadık.

Çözülmemiş meseleler genellikle ilgili kültürel kimlikle devlet arasındaki gerilimlerin kaynağıydı. Bunca yıl sonra aynı meselelere katman eklendi, toplumdaki farklı kimliklerin karşılıklı gerilimi de büyüdü.

Bugün kontrol edilemeyecek boyutlardaki öfke ve şiddet söylemi, lümpenleşmeye dayalı siyaset tarzı yarın çok daha vahim toplumsal sonuçlar üretebilir de.

Dört haftadır bir seri halinde anlamaya, anlamlandırmaya çalıştığım tüm bu siyasi ve toplumsal yaşama dair değişimlere karşı küresel gidişat içinde ülkenin geleneksel gerilimlerini de aşacak yeni bir siyasetin parametrelerinin neler olabileceğine dair notlarla seriyi tamamlayacağım.

Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.

En son 42 yıl önce babama mektup yazmışım. İnadına umuda, iyiye, güzele, hayallerimize sarılmak zorundayız. Ve biliyorum ki insanın olduğu her yerde her zaman umut vardır

Belirsizlik esaslı bir gelecek de çoğunluğu korkutuyor. Toplumdaki baskın duygu umut değil, kaygı ve korku oluyor. Kaygı ve korkuların artışı da bireyleri kimliklere ve güvenlik ihtiyacına sıkıştırıyor

Sağ-sol ya da milliyetçilik, karşı karşıya olduğumuz durumu açıklamaya yetmiyor. İlk önemli açıklayıcı unsur Erdoğan yandaşlığı-karşıtlığı. O nedenle iki blok arasında oy geçişkenlikleri neredeyse yok. Seçmen gidişata, hanenin geçimine, ekonomik krize bakarak etkileniyor, parti aidiyeti ya da sadakati azalıyor olsa da bu iki blok arasında hareket etmiyor, blok içindeki bir başka partiye yanaşıyor

© Tüm hakları saklıdır.

QOSHE - Mehteran yürüyüşünün bu toprakların icadı olmasının bir sebebi var - Bekir Ağırdır
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Mehteran yürüyüşünün bu toprakların icadı olmasının bir sebebi var

30 15
04.03.2024

Diğer

04 Mart 2024

Siyasetin ne olduğuna dair birçok tanım kullanabiliriz. Türkiye siyasi kültürü, alışkanlıkları ve siyasi aktörleri üzerinden bakılınca siyasetin münazara ve münakaşa olarak anlaşıldığını görebiliriz. Türkiye siyaseti için ben şöyle bir metafor kullanıyorum: Bildiğiniz gibi futbol iki devre halinde oynanıyor, takımlar ikinci devreye başlarken saha değiştiriyorlar. Bizim siyasi aktörler ise ikinci devrede saha değiştirmiyorlar, formaları değiştiriyorlar. Forma değişikliği ile o formanın ilk devrede temsil ettiği ne varsa, tüm ruhu, değerleri, stratejisi, taktiği de devralıyorlar. Her bir siyasi aktör o anda bulunduğu saha ve formanın dilini, söylemini birinci devredekini tümüyle bırakıp aynen tekrarlıyor. O nedenle formaların içindeki bedenler, yüzler değişse de maçın gidişatı hiç değişmiyormuş gibi görünüyor.

Siyaset meselelerle mücadeledir ama bizdeki siyaset kültürü insanlarla, kendi partilileriyle, rakiplerle ilişki üzerinden şekilleniyor. Bir de o anda hangi formayla sahanın hangi tarafında olduklarına göre siyaset tarzı hep bildik yerden devam ediyor.

Bir büyüğüm, “Türkiye’nin başardıkları siyasetten kurtarabildiklerinden ibaret” derdi bir zamanlar.

O nedenle meseleler hemen hiç değişmez, temel meselelerimiz kronikleşmiştir, kökleşmiştir, markalaşmıştır. Üstelik meseleler zamanın ruhuna bağlı olarak katman, boyut, aktörler bağlamında dinamiktir, değişmektedir, derinleşmektedir.

Bizim siyaset aktörlerimiz müzakere etmeyi, ikna ve uzlaşma süreçlerini bilmezler, uzlaşma üretme marifetleri son derece düşüktür.

Toplumun “etkilenen” kesimi ya da büyük sessiz kitle ise bu siyasi kültür ve alışkanlık nedeniyle toplumsal meselelerde ve ortak hayattaki tutum ve davranışlarda değişmiyormuş gibi bir görüntü verir. Çünkü siyasetin, müzakere-ikna-uzlaşma süreçleriyle toplumsal dönüşümü neredeyse hiç deneyimlenmemiştir. Bunun mümkün olabileceği bilinmez.

Diğer yandan yurttaşların bireysel hayatta da ortak hayatta da yaşadıkları, gözledikleri, tanık oldukları, bildikleri var. Bu memleketin insanları, siyasi deneyim ve alışkanlıklarıyla hayata dair deneyimleri arasındaki uçuruma bakarak kendi hayat yolculuğu için bir savunma stratejisi geliştirmiş. Bireysel hayatıyla ortak hayatı iki ayrı değer seti, tutum ve davranışlarla yaşar. O nedenle bildiği, tarafı ya da tanığı olduğu meselelere aktif katılmaktan geri durur. Birey olmakla yurttaş olmayı ayırır. Birey olmak için arzulu ve gayretli insanlar yurttaş olmak konusunda temkinli ve ikircikli davranırlar.

Bireysel hayatlarında kendi arzularına, hayallerine ulaşma gayreti yüksek bireyler, ortak hayatın sorunlarına, kendisine doğrudan değmedikçe dahil ve müdahil olmaktan kaçınan insanlara dönüşüyorlar. Bireysel hayatlarında maceralara açık insanlar günün sonunda hanelerine, ailelerine dönüyorlar. Aile ve hane güvenli alandır, bir bakıma sığınaktır. Ortak hayatlarda, sokaklarda sığınılan ise her daim devlet oluyor. O devlet bireysel hayatlarına değmesin ama ortak hayattaki diğerlerini, ötekileri zapturapt altında tutsun istiyorlar.

Savunma duygusu giderek bireysel hayatlarına da yansıyor. Sanayi toplumu sosyoloji teorisiyle bilinir ki pratiklerdeki değişim daha hızlıdır. Yeme içme alışkanlıkları, giyim kuşam ya da tatil, eğlence tercihleri hızlı değişir. Ama değerler, iyi-doğru-güzel diye bilinenler, bunların dayanağı olan referanslardaki değişim çok daha yavaştır. Kültürel olan direnir ama yavaş da olsa değişir. Fakat bugünün metropollü, karmaşık, hızlı hayatının ürettiği endişe ve kaygılar çoğaldıkça, aidiyetler değiştikçe kimliklerin direnci çok daha yüksek oluyor. Kültürel kimlikler, değerler, hayat tarzları ve referanslar kimi zaman devletten bile daha fazla ağırlığı olan bir maddi ve manevi dünyayı şekillendiriyor.

Mehteran yürüyüşünün bu toprakların icadı olmasının bir sebebi olması lazım. Bu toprakların insanları tedirgin ve ikircikli davranmakla değişime ve maceraya açık olmak arasında sıkışıyorlar. O nedenle de birer adımlık hareketlerle yürümeye, değişmeye çalışıyorlar. Bir adım atıyor, bekliyor, kokluyor, sonucu görmeye çalışıyor, sonra ikinci adımı atıyor.

Bu toplumun karakteristiklerinden birisi beklentilerin bireysel hayattan ve ekonomik taleplerden şekilleniyor oluşu. Bu beklentiler kimliklere, hayat tarzlarına göre de çok değişmiyor. Herkes hanesinin dirliği düzeni peşinde.

Bireysel hayatları için korkuları da ortak; herkes parasız kalıp ya da yaşlanıp muhtaç olmaktan, çocuğunun eğitim alamayıp iyi bir iş ve yaşam koşullarından mahrum kalacağından korkuyor. Öte yandan hem bireysel hayatına hem de ortak hayata dair korkuları kültürel kimliklerinden,........

© T24


Get it on Google Play