Diğer

18 Aralık 2023

Geçen hafta koordinatörlüğünü benim ve köşe komşum Ali Yaycıoğlu’nun yaptığı TÜSİAD projesi “Cumhuriyet’in İkinci Yüzyılına Girerken Türkiye/Çalıştay Dizisinden Perspektifler” tamamlandı ve raporu yayınlandı.

Proje seçimlerden önce 2022 yılının son aylarında tasarlandı. Seçim sürecinin genel siyasi alışkanlıkların dışında daha çok toplumsal uzlaşma arayışları esaslı yürümesi umudu ve temennisine yaslandı. Ülkenin meselelerinin aktörlerden, kimliklerden, kutuplaşmalardan kurtularak tartışılmasının daha yararlı olacağı umudu vardı. Ali Yaycıoğlu sürecin “Türkiye semineri” şeklinde ve içeriğinde yaşanması gerekliliğinin ve yararlarının üzerine yazdı. Ben sağlıklı bir ortak düşünme ve tartışma zemininin yeni bir “Türkiye sözlüğü” oluşturulabilmesinin yolunu açacağına vurgu yapıyordum.

Cumhuriyet’in 100’üncü yılını kutlarken kazanımlar ve eksiklikler sağlıklı bir analizin başlangıç noktası olabilirdi, hala da öyle. Cumhuriyeti yeniden düşünür, kazanımları daha güçlü sahiplenirken geleceği hep beraber kurgulamak mümkündü ve hala da mümkün.

Cumhuriyet’in başlangıcında hedefimiz “muasır medeniyete” ulaşmak, çağdaş kurum ve kuralları inşa etmek, laiklik, eğitim, hukuk hedefleriyle toplumsal dönüşümü sağlamaktı. O gün örnek alınabilecek ve ulaşmanın hedefleneceği bir dünya ve medeniyet vardı. Bugün ise 100 yıl önceki dünya ile küresel ölçekte yaşananlar arasında belirgin bir fark var, muasır medeniyetin kendisi de krizde. Bugün yalnızca kendimize değil dünyaya da sözü ve iddiası olan bir model geliştirmek elimizde. Başaracağımız her şeyin dünyaya da örnek olması, ilham vermesi mümkün.

Ne yazık ki bugün siyasi zemin böylesi bir iddianın çok dışında, hatta farkında bile değil. Yalnızca siyasi aktörler de değil, “etkilenenleri etkileme” potansiyeli olan ya da ülkenin yumuşak gücü kabul edilen akademik dünya, entelektüeller, kanaat önderi sayılacak kişilerin önemli bir kısmı da ne yazık ki siyasi kutuplaşmanın zihni ve ruhi ambargoları içinden düşünüyor, konuşuyorlar.

Bunu aşabilmenin yolu farklı kimliklerin, pozisyonların ilişki ve diyalog platformlarını oluşturmak, teması çoğaltmak. Farklılıkların birbirleriyle konuşmaları, birbirlerine kulaklarını ve yüreklerini açmaları ile yeni bir “Türkiye semineri” süreci yaşanabilir, yeni bir “Türkiye sözlüğü” oluşturulabilir.

Bir başka açıdan bakılınca, değişim süreci ve başarısının üç unsuru var; zihniyet-kurumlar-kurallar. Bu üçlü birbiriyle uyumlu bir biçimde değişmiyorsa esas itibarıyla değişim başarılamıyor. Zihniyet değişmeden kurumlar ve kurallar içselleştirilemiyor, başarılı ve sürdürülebilir olmuyor. Zihniyet değişirken kurum ve kurallar değişmiyorsa beden ile ruh ayrışmış, ayrı bir sıkışma ya da yarılma yaşanıyor.

Gerçekleştirmeye gayret ettiğimiz tüm reformlar, değişim çabaları sonunda gidip siyasi gerilim ve kutuplaşmalara rehin olabiliyor. Onca emek ve çaba yeterli sonucu vermiyor. Başka bir yerden başlamak gerekiyor.

Bir kez daha anlıyoruz ki toplumların gelişmesinde güven, öngörülebilirlik ve özgürlük ortamının gerekliliği çok açık. Güven ortamının oluşması ise din, ırk, cinsiyet ve etnik köken ayırımı yapılmayan, siyasi kutuplaşmalardan ve fay hatlarından kurtulmuş, tüm kesimleri kapsayan eşit ve adil bir yaşam ortamı yaratmaya, bu ortamın evrensel hukuk kurallarına uygun olarak sürdürülmesi gereğine dayanıyor.

Yaşadığımız süreçler ve deneyimlerimiz, ekonomik kalkınma için artık yalnızca ekonomik aktörlerin refahını yükseltmenin yetmeyeceğini, toplumsal kalkınmanın da ekonomik kalkınmaya eşlik etmesinin gerekliliğine ve bunun için de demokratikleşme, hukuk ve siyasi reformların aynı zamanda yapılması zorunluluğuna işaret ediyor.

Şimdi Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girerken “zihniyet” değişikliğinin kaçınılmaz hale geldiğini ve bu değişimi başarmadan kurum ve kural değişikliklerinin yeterli olmadığını görüyoruz. Ve tüm değişim sürecinin başarılabilmesi için de ön şart olarak toplumsal uzlaşmaların gerekli olduğunu deneyimlerimiz bize öğretti.

Toplumsal uzlaşma ve yeniden inşa süreçlerinin önündeki en büyük engel ise zihni ve duygusal ambargolar. Kutuplaşmalar teması ve ilişkiyi engelliyor. Tanış olmanın, ilişki ve selam mesafesinde olmanın olumlu sonuçları yerine, her türlü fiziki ve fiili yakınlaşmalara, karşılaşmalara rağmen siyasal aktörlerin, toplumsal kesimlerin ve farklılıkların birbirlerine sağırlaşmaları, dilsizleşmeleri gerçeği ile karşı karşıyayız.

Bu nedenle TÜSİAD’ın projesi zihniyet değişikliğini, toplumsal uzlaşmanın önündeki zihni engelleri ve duygusal ambargoları aşmayı hedefledi. Bu amaçla da temas ve ilişki platformlarını çoğaltarak, güçlendirerek birbirimizi dinlemek, birbirimizle konuşmak, kısaca söyleşmek için bir araya gelindi.

İkinci yüzyılımıza girerken dünya ve ülke gidişatının doğurduğu büyük sorulara ve bünyesinde bu soruların yanıtlarını barındıran zihni ve siyasi ikiliklere eğilme ihtiyacından hareketle dört soru projenin hedefiydi. Çünkü bir arada düşünülmesi gereken boyutlar sanki birbirinin zıddı ya da antiteziymiş gibi ele alınan bir siyasi ortamımız var. Sanki kalkınma ile çevre, refah ile bölüşüm ayrı yönlermiş gibi algılanan bir ortam var. Bu nedenle şu ikilikler ve sorular esas alındı. (1) Cumhuriyeti ve demokrasiyi birlikte nasıl güçlendireceğiz? (2) Ulusal stratejimizi küresel dönüşümler içinde nasıl konumlandıracağız? (3) Ekonomik kalkınmayı sağlarken çevreyi nasıl koruyacağız? (4) Refahı artırırken bölüşümü daha adil nasıl yapacağız?

Bu dört soru çerçevesinde seçimlerden önce ve sonrasındaki sürede, farklı illerde, 8 çalıştay ve 1 yuvarlak masa, her türlü farklılığın ve meselenin paydaşını temsil eden ve etkilenenleri etkileme mahareti yüksek 215 kişinin katılımıyla, 70 saati aşkın toplantılar gerçekleştirildi. Tüm tartışmalar dört sorunun akademik koordinatörleri tarafından analiz edildi, değerlendirildi, yorumlandı. Her konudaki ortaklıklar, farklılıklar tespit edildi, raporlandı.

Raporun detaylarına girmeyecek, genel değerlendirmemi paylaşacağım. İsteyenler, ilgilenenler raporu edinebilir: (https://tusiad.org/tr/yayinlar/raporlar/item/11415-cumhuriyet-in-i-kinci-yuzyilina-girerken-turkiye-calistay-dizisinden-perspektifler)

Herkeste konuşma arzusu ve bir arada söyleşme fırsatı heyecanı yüksekti. Çok yorulmuştuk belki ülkeden, değişmeyen meselelerden ve hatta kendimizden. Farklılıkların bir arada olduğu platformları da özlemiştik. Gezi’den beri kendim de dahil birçok girişim ve çabada farklılıkları bir araya getirmeye çalışsak da 2011 Anayasa sürecindeki sivil girişimlerden sonra arzu ve heyecanın en yüksek olduğu toplantılardı.

Siyasi kutuplaşmanın ve güncel siyasetin şehvetinden çıkılabildiği oranda meselelere odaklanmak, birbirini dinleme ve anlama arzusu daha yüksekti. Siyasi kutuplaşmaların ezberlerimizi nasıl çoğalttığını, empatiyi ve hoşgörüyü nasıl yok ettiğini hep beraber gözlemledik.

Güvenin son derece düşük olduğu bir toplumda, kurumlara güvenden önce birbirimize güvenin esas olduğunu kavradık. Temas, konuşabilmek, dinlendiğini bilmek, söyleşmek herkese iyi geldi. Sendikacılar, işveren örgütleri temsilcileri, çevreciler ve çiftçilerle sanayiciler, Türklerle Kürtler, Sünnilerle Aleviler, muhafazakarlarla sekülerler, akademisyenlerle sivil toplumcular böyle bir fırsatı ve söyleşme ortamını özlemişlerdi.

Asıl çarpıcı olan herkes ülkenin meselelerinin neler olduğu konusunda mutabıktı. Hatta birbirlerinin sorunlarının varlığının kabulü de çok güçlüydü. Ama çözümler konusunda herkesin kafası biraz karışıktı. Herkesin fikri elbette vardı ama öte yandan o kafasındaki çözümün tek çözüm olduğundan emin olamamanın, ötekilerin, karşıt fikirdekilerin o çözüm konusundaki duyarlılıklarının da farkında oluşun tedirginliğiydi gözlediğim.

Herkes dünyanın ve ülkenin geleceği konusunda son derece endişeliydi. Belirsizlik, karmaşıklık içinde nasıl yol almamız konusunda netlik ve mutabakat olmamasının verdiği tedirginlik her konuda gözleniyordu.

Sorunların tespiti ve ‘ötekilerin duyarlılıkları’ konusunda mutabakat meseleler hakkında farkındalığın yüksek olduğunu gösteriyordu. Öte yandan çözümler için nereden ve nasıl başlayacağımız konusundaki belirsizlik ve tedirginlik baskındı.

Aslında bu durum fırsatın ya da çözümün anahtarının nerede olduğunu da gösteriyor. Kanaatim, gözlemim ve gördüğüm araştırmalar bu ikircikli ve tedirgin halin yalnızca etkilenenleri etkileyenlerde değil tüm toplumda yaygın olduğu yönünde.

Bireysel, özel ve sivil alanlarda farkındalık ve endişe yüksek olsa da gayret eksik. Farkındalık gayrete, örgütlü gayrete dönüşemiyor. Özellikle gidişata eleştiri, toplumsal cinsiyet eşitliği, iklim değişikliği gibi temel meselelerde endişe ve farkındalık olağan seyrinden de yüksek. Ama bu farkındalık iktidar ve genel olarak da siyaset üzerinde bir baskıya dönüşemiyor. Siyasetin öncülüğü bekleniyor ama var olan siyasete de güvenilemiyor.

Birey olmak konusunda gayretli hatta bencil ama ortak hayatta, sokakta ortak meseleler konusunda yurttaş olmaktan tedirgin ve endişeli olan, aktif yurttaş olmaktan kaçınan, “makbul vatandaş” olmayı içselleştirmiş bir toplumdayız. Etkilenenleri etkileyenler de bu toplumun bir parçası.

Bu paradoksal durum bana Elif Boyner’in “Orijinal Kopya” adını verdiği sergisindeki “adaptasyon masası” enstalasyonunu hatırlattı.

“Adaptasyon” isimli enstalasyon, ayaklarının bazıları kırılmış, o nedenle eğri durması sağlanan yemek masası üzerinde zengin bir sofradan oluşuyor. Çorba, su, salata ve ana yemek eğri masa üzerinde dökülmeden duruyorlar. Çünkü her bir tabak ve bardağın altındaki küçük ya da büyük çeşitli desteklerle yere paralel ve düz durması, bu sayede de yiyecek ve içeceklerin dökülmemesi sağlanmış. Masa üzerindeki tabak ve bardakların her biri, altına yerleştirilen destekler sayesinde düz dururken, tüm bu desteklerin taşıyıcısı olan masa, yıkıldı yıkılacak ya da batan bir gemiyi andıran haliyle dikkat çekiyor.

Enstalasyonun yaratıcısı Elif Boyner’e göre “normatif algının bireyler tarafından değiştirilemeyeceğine olan inanç, bireylerin gündelik hayat içindeki mevcut kalıplara kendiliğinden adapte olmasıyla sonuçlanıyor. Böylelikle gündelik yaşam içerisinde sayısız kültürel kalıp, kamufle olarak saptanamaz hale geliyor. Bazen ise ideal olana bağlı kalmaksızın, masanın üzerini kuşatan menüye geçici desteklerle fonksiyon kazandırır gibi; gündelik hayat içerisindeki eğriler, altına iliştirilen anlamlarla geçici işlevler kazanıyor”.

Bu enstalasyonun bende çağrıştırdığı biraz daha farklıydı. Eğri ve hatta eğreti duran masa üzerinde dengedeymiş gibi görünen sofra bir düzeni işaret ediyor. Düzen dengede gibi görünüyor ama her bir ayağı, dayanağı kırık, eksik ama var. Üzerinde kayıp gitmeden, altındaki sağındaki solundaki desteklerle düzgün durmaya çalışan tabaklar, bardaklar da kurumlar. Ama tüm enstelasyon varolan bir toplumsal suni dengeye işaret ediyor. Toplum ve bireyler dengenin suni olduğunu görüyor ama değiştirme gayretini de göstermiyor. Bakıyorlar ve her biri şu veya bu biçimde kendi suni dengesinde duran tabak ve bardaklardan çok içlerinde dengede duran yiyecek ve içeceklere odaklanıyorlar. “Hangi birini ben nasıl düzeltebilirim ki” diyerek herkes kendini rahatlatıyor da bir bakıma.

Galiba içinde bulunduğumuz durum ve toplumsal psikoloji de tam da bu. Seçim rallisinin son yerel seçim etabının bu psikolojiyi değiştirip değiştiremeyeceğini göreceğiz.

Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesindeki köşesinden alınmıştır.

Muhalefetteki partilerin yerel seçime kadar kayda değer bir değişim üretmelerini beklemek gerçekçi değil. Yine de yerel seçimlerdeki pozisyon ve söylemlerinin geleceğe dair önemli bir ipucu vereceğini öngörebiliriz. Liderlerin, adayların ittifakları üzerinden değil meseleler üzerinden yürütülecek çabalar partilerin geleceğini şekillendirecek. Ya da yerel seçimler “ittifak olmalı mıydı olmamalı mıydı” tartışmalarına feda edilecek

2010’dan beri neredeyse her yıl bir kez ya genel ya yerel seçim ya da referandum için sandık başına gidiyoruz. Kimliklere, kutuplaşmalara sıkışmış siyasi zeminde kaç seçim yaparsak yapalım sonuç değişmiyor. Seçim değil aslında her seferinde kimlik sayımı yapıyoruz. O nedenle ne ekonomik kriz ne yaygınlaşan yolsuzluk ne de artık iyiden iyiye kalıcılaşan yoksulluk ve adaletsizlik seçmen tercihlerini etkileyebiliyor

Şurası çok açık; tavanda kurumsal ve bölgesel düzeyde ya da tabanda yerelde ve seçmen düzeyinde ittifaklar olmadan muhalefetin işi çok zor. Öte yandan 100’üncü yıl kutlamalarında bir kez daha tanıklık ettiğimiz toplumsal seküler direnç hala güçlü. Çoğunluk laiklik ve muasır medeniyetten yana

© Tüm hakları saklıdır.

QOSHE - Zihniyet değişikliği; şimdi söyleşmek zamanı - Bekir Ağırdır
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Zihniyet değişikliği; şimdi söyleşmek zamanı

39 6
18.12.2023

Diğer

18 Aralık 2023

Geçen hafta koordinatörlüğünü benim ve köşe komşum Ali Yaycıoğlu’nun yaptığı TÜSİAD projesi “Cumhuriyet’in İkinci Yüzyılına Girerken Türkiye/Çalıştay Dizisinden Perspektifler” tamamlandı ve raporu yayınlandı.

Proje seçimlerden önce 2022 yılının son aylarında tasarlandı. Seçim sürecinin genel siyasi alışkanlıkların dışında daha çok toplumsal uzlaşma arayışları esaslı yürümesi umudu ve temennisine yaslandı. Ülkenin meselelerinin aktörlerden, kimliklerden, kutuplaşmalardan kurtularak tartışılmasının daha yararlı olacağı umudu vardı. Ali Yaycıoğlu sürecin “Türkiye semineri” şeklinde ve içeriğinde yaşanması gerekliliğinin ve yararlarının üzerine yazdı. Ben sağlıklı bir ortak düşünme ve tartışma zemininin yeni bir “Türkiye sözlüğü” oluşturulabilmesinin yolunu açacağına vurgu yapıyordum.

Cumhuriyet’in 100’üncü yılını kutlarken kazanımlar ve eksiklikler sağlıklı bir analizin başlangıç noktası olabilirdi, hala da öyle. Cumhuriyeti yeniden düşünür, kazanımları daha güçlü sahiplenirken geleceği hep beraber kurgulamak mümkündü ve hala da mümkün.

Cumhuriyet’in başlangıcında hedefimiz “muasır medeniyete” ulaşmak, çağdaş kurum ve kuralları inşa etmek, laiklik, eğitim, hukuk hedefleriyle toplumsal dönüşümü sağlamaktı. O gün örnek alınabilecek ve ulaşmanın hedefleneceği bir dünya ve medeniyet vardı. Bugün ise 100 yıl önceki dünya ile küresel ölçekte yaşananlar arasında belirgin bir fark var, muasır medeniyetin kendisi de krizde. Bugün yalnızca kendimize değil dünyaya da sözü ve iddiası olan bir model geliştirmek elimizde. Başaracağımız her şeyin dünyaya da örnek olması, ilham vermesi mümkün.

Ne yazık ki bugün siyasi zemin böylesi bir iddianın çok dışında, hatta farkında bile değil. Yalnızca siyasi aktörler de değil, “etkilenenleri etkileme” potansiyeli olan ya da ülkenin yumuşak gücü kabul edilen akademik dünya, entelektüeller, kanaat önderi sayılacak kişilerin önemli bir kısmı da ne yazık ki siyasi kutuplaşmanın zihni ve ruhi ambargoları içinden düşünüyor, konuşuyorlar.

Bunu aşabilmenin yolu farklı kimliklerin, pozisyonların ilişki ve diyalog platformlarını oluşturmak, teması çoğaltmak. Farklılıkların birbirleriyle konuşmaları, birbirlerine kulaklarını ve yüreklerini açmaları ile yeni bir “Türkiye semineri” süreci yaşanabilir, yeni bir “Türkiye sözlüğü” oluşturulabilir.

Bir başka açıdan bakılınca, değişim süreci ve başarısının üç unsuru var; zihniyet-kurumlar-kurallar. Bu üçlü birbiriyle uyumlu bir biçimde değişmiyorsa esas itibarıyla değişim başarılamıyor. Zihniyet değişmeden kurumlar ve kurallar içselleştirilemiyor, başarılı ve sürdürülebilir olmuyor. Zihniyet değişirken kurum ve kurallar değişmiyorsa beden ile ruh ayrışmış, ayrı bir sıkışma ya da yarılma yaşanıyor.

Gerçekleştirmeye gayret ettiğimiz tüm reformlar, değişim çabaları sonunda gidip siyasi gerilim ve kutuplaşmalara rehin olabiliyor. Onca emek ve çaba yeterli sonucu vermiyor. Başka bir yerden başlamak gerekiyor.

Bir kez daha anlıyoruz ki toplumların gelişmesinde güven, öngörülebilirlik ve özgürlük ortamının gerekliliği çok açık. Güven ortamının oluşması ise din, ırk, cinsiyet ve etnik köken ayırımı yapılmayan, siyasi kutuplaşmalardan ve fay hatlarından kurtulmuş, tüm kesimleri kapsayan eşit ve adil bir yaşam ortamı yaratmaya, bu ortamın evrensel hukuk kurallarına uygun olarak sürdürülmesi gereğine dayanıyor.

Yaşadığımız süreçler ve deneyimlerimiz, ekonomik kalkınma için artık yalnızca ekonomik aktörlerin refahını yükseltmenin yetmeyeceğini, toplumsal kalkınmanın da ekonomik kalkınmaya eşlik etmesinin gerekliliğine ve bunun için de demokratikleşme, hukuk ve siyasi reformların aynı zamanda yapılması zorunluluğuna işaret ediyor.

Şimdi Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girerken “zihniyet” değişikliğinin kaçınılmaz hale geldiğini ve bu değişimi başarmadan kurum ve kural değişikliklerinin yeterli olmadığını görüyoruz. Ve tüm değişim sürecinin başarılabilmesi için de ön şart olarak toplumsal uzlaşmaların gerekli olduğunu deneyimlerimiz bize öğretti.

Toplumsal uzlaşma ve yeniden inşa süreçlerinin önündeki en büyük engel ise zihni ve duygusal ambargolar. Kutuplaşmalar teması ve ilişkiyi........

© T24


Get it on Google Play