Diğer

29 Aralık 2023

Büyük gerginliklerle başladığımız seneyi, yine gerim gerim gerilerek tamamlıyoruz. Mayıs 2023 seçimlerinde beş senelik iktidar vizesi alan hükümet bloğu yine de ferahlayamadı. Üç ay sonraki yerel seçim vesilesiyle toplumsal fay hatlarımıza bir tur daha mayınlar döşeniyor itinayla. Siyasetin içindeki aktörler üzerinden devam ettirilen şeytan çıkartma kampanyaları yetmiyor, sivil alanda kafasını kaldıran kim ve hangi kurum varsa yumruk yiyor.

Hükümetin sivil alandaki en büyük “mücadelelerinden biri” ise Türkiye’nin biricik eğitim kurumlarından olan Boğaziçi Üniversitesi özelinde vuku buluyor.

Boğaziçililerin üniversitelerine kayyım rektör ve iktidar dostu akademisyen atamalarını protesto ettikleri için geçtiğimiz senelerde yediği fiziksel dayağın yerini bürokratik şiddet aldı.

Yaptıkları akademik çalışmalarla memleketteki aksak alanlara ayna tutan bazı Boğaziçili akademisyenler sistem dışına atılmaya çalışılırken, bu akademisyenlerin ayakta tuttuğu bilimsel çalışma merkezleri feshediliyor. Bilim torbalarla kapının önüne konuyor. O da yetmiyor, Türkiye genelinde en yüksek puanla öğrenci alan bölümlerin başında gelen Boğaziçi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nün web sitesi kapatılıyor. Eğitim döneminin ortasında öğrenciler sitedeki ders notlarına ulaşamıyor. Tüm bunlar olurken açıklanan YÖK verileri ortaya koyuyor ki Boğaziçi’ni tercih eden öğrencilerin oranı geçen seneye göre yüzde 37 düşmüş. Belki de tam olarak Erdoğan iktidarının Boğaziçi için reva gördüğü şey oluyor.

Boğaziçi hocalarının üç senedir sırtlarını rektörlük binasına dönerek sürdürdükleri protesto eyleminin yüksek sesli mensuplarından biri olan Prof. Dr. Cem Say ile sadece bu süreci değil, bu sürecin bilimsel çalışmaları nasıl etkilediğini de konuşalım istedim. Cem Say, yaşadıklarını kendisinin öğretim üyesi olarak görev yaptığı Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nden örneklerle anlattı.

Detaylarıyla dinleyince insan hakikaten de sessizliğe gömülmekten başka bir tepki veremiyor. “Sırtımızı dönerek susalım ama yerimizden kımıldamayalım” demiş olmalarının karşı tarafı nasıl acıttığını anlatıyor muhtemeldir ki maruz kaldıkları idari tedbirlerin toplamı.

-Cumhuriyet’in yüzüncü yılını geride bırakıyoruz ve yılı kapatırken Türkiye yine bir askeri okuldaki tarikat savaşlarını tartışıyor. Siz bir bilgisayar mühendisi olmanızın yanı sıra politik gelişmeleri yakından izleyen ve dahası tavır alan bir akademisyensiniz. Bu konulara ilginiz de Ergenekon, Balyoz ve Askeri Casusluk davalarıyla başladı takip edebildiğim kadarıyla. Bu kumpas davalarında en önemli delil olarak sunulan word belgelerinin nasıl hazırlandığını ilk çözen kişilerdendiniz belki de. Bu yüzden belli çevrelerde ‘askerci’ olmakla itham da edildiniz. Bugünden geriye dönük bir okuma yaptığınızda geldiğimiz yer size ne söylüyor?

Ergenekon konusunda Mustafa Balbay’ı Cumhuriyet gazetesinde okuyan bir insan olmaktan başka bu davaların sanıklarıyla hiçbir tanıklığım yoktu. Kişisel olarak Balbay’ı da tanımıyordum. Sadece okuruydum. Sonra bu olaylar olmaya başladı. Her normal insan gibi başta ben de “bir şey vardır herhalde altında” diye düşündüm. Zaten bu ülkede eskiden de darbe olmuş. O yüzden de insanın ilk aklına gelen, bunun bir komplo olduğu ya da bir kumpasın parçası olabileceği ya da delillerin sahte olabileceği gibi şeyler değil. Ama sonra konunun detaylarını Balbay özelinde -ki ilgi duyduğum bir insan olduğu için- merak ettim ve delilleri incelemeye başladım. Delillerin basit bilgisayar bilgisiyle, basit insan mantığıyla tutarlı olmadığını gördüm. O tür bir mantık zincirine uyan hiçbir asker tanıdığım yoktum. Bu arada bazı askerlerin kendileri aleyhine sunulan delillerin sahte olduğunu ispatlamayı başardığı birtakım gelişmeler yaşandı. Bütün resim asıl suçlunun polisler ve hakimler olduğunu ortaya koyuyordu. Bilimsel olarak delillerin çürütülebiliyor olmasına rağmen bu görevlerdeki insanlar hala aynı şekilde davranmaya devam etti. Çünkü devletin kritik yerlerine yerleşmiş yüzlerce casus vardı ve bu operasyonlar gözümüzün içine baka baka yapılıyordu. Toplumun çoğunluğu bilgisayardan falan da anlamadığı için her akşam televizyonlarda o sahte deliller çarşaf çarşaf sergileniyordu.

-Özetle, bilgisayardan anlayan bir insan olduğunuz için anladınız…

Yani o sahte delilleri üretmek için bayağı da uğraşmışlar ama genel olarak kafası çalışmayan insanlar olduğu için çeşitli teknik hatalar yapmışlar. Sonra da yanlarına casusluk becerileri sayesinde edindikleri gerçek belgeleri koymuşlar. “Bakın bu gerçek olduğuna göre, öbürünün de gerçek olması lazım” havası yaratmak için. Bunu erken bir safahatta anlayınca olaylara bakışım değişti. Ta o zamandan bütün bunları yapmalarının mantığını anladım; bütün bu yetişmiş insanları hapse atmak istediklerine göre, bir sürü generali ve subayı devreden çıkarmak istediklerine göre, yerlerine kendi adamlarını koymak istiyorlar. Ayıptır söylemesi ben 15 Temmuz gibi bir şeyin olacağını önceden mantık yürüterek kendi içimde tahmin edebiliyordum. O yüzden de olduğu gün hiç şaşırmadım. Tabii çok üzücü, çok acıklı bir şey. Bu sefer de efendim işte “telefonundan by-lock çıktı” diye bir sürü insan mağduriyet yaşıyor. Bütün bunlar dünyadaki normal delil standartlarıyla değerlendirilebilecek şeyler değil. Ama sonuçta bu örgüt iktidarın sonradan “kandırıldık” moduyla içinden sıyrıldığı süreçteki desteğiyle ülkenin en önemli konumlarına yerleştirilmiş. Eğitim sisteminin içine yerleşmişler. Şimdi bugün aynı olay başka şekillerde tekrar oluyor gibi görünüyor.

-Neden sizce? Büyük bedellere rağmen bu kadar kısa sürede neden tekrar bu sefer de başka tarikatların orduya nüfuz etme çabasını konuşmaya başlayabildik?

Siyasi bedeli ödenmediği için böyle oluyor. Normal bir ülkede bu kadar korkunç bir olay yaşandığında, buna sebep olan herkesin bedel ödemesi gerekir, bu bedeli ödetecek bir süreç yaşanır. Türkiye’de biz bunu yaşamadığımız için tarikatların yeniden devlete müdahil olduğu o düzen devam ediyor.

Bakın, askerliğin çok basit bir mantığı vardır. Sistem komutanın emrine uyma üzerine ilerliyor. Kendim askerlik yaparken bunu iki günde anladım ve sonra çok rahat ettim. Komutanın dediğini yapacaksın. Ama sen hem asker hem de bir tarikat üyesiysen o zaman iki tane çok sıkı emir-komuta zincirine tabiisin. O zaman senin birbiriyle çelişen iki komutanın var gibi oluyor. Demek ki bu kişi askerliğe uygun bir kişi değil. Bu kadar basit. Şimdi askerlikte yaşanan bu ikili durumu başka kurumlar üzerinden ve işte kendi kurumumuzda yaşıyoruz. Bu son döneme kadar sistem bu tür müdahalelere karşı durabilsin diye önlemler alınmaya çalışılmıştı ama siz sistemi bir kez delik deşik hale getirseniz aynı şeyi tekrar yaşarsınız. Hatırlayın, meclisin üzerine bomba attılar.

-Tabii tarikatların nüfuz ettiği ya da etmeye çalıştığı tek yer Türk Silahlı Kuvvetleri değil. Tarikatların üniversite gençliğine dönük çabasının ne kadar derin olduğunu yurtlar ve öğrenci evleri üzerinden izliyoruz on yıllardır. Bu yapıların Türkiye’deki eğitim sistemi üzerindeki genel etkisi için ne dersiniz?

Türkiye'nin çok büyük bir gerçeği bu. Üniversiteli gençlerin büyük çoğunluğu başka bir şehirde okumaya gidenlerdir. Gittiğin yerde barınman lazım. Paraları yok, şehirde tanıdıkları yok. Gittikleri şehirlerde tutunmalarını sağlayacak servisleri devlet sağlamadıkça aslında devletin kendisi bu gençleri o yollara itmiş oluyor. Etraflarını “Şunun yurduna gidersen rahat edersin” diyenler sarıyor. O gençler birilerinin gece gündüz etkisine maruz ve hayat boyu o birilerine borçlu bir sistemde yaşatılıyor. Tüm bunlar “biz bu insanları devşirip uzun vadede onlardan yararlanabiliriz” mantığıyla yapılıyor. İşte biraz önce konuştuk bunun önceki versiyonlarını. Ama değişen bir şey olmadı. Hükümet mensupları son dönemde bunların bazılarına apaçık bir şekilde destek verdi, protokoller imzalandı. Artık göstere göstere sisteme dahil ediliyorlar. “Dağa çıkacaklarına bunlara mensup olsun” diyen bir bakan var. Tepemize düşen bombalara rağmen gençlerin hala bu örgütlere teslim edilmesinin desteklendiği bir ortam var.

-Sizin de köşe yazdığınız Oksijen Gazetesi’nin geçen haftaki manşeti “Boğaziçi’nden kaçış” idi. YÖK son açıkladığı verilere göre Boğaziçi’ndeki 31 bölümden 29’unu ilk sırada tercih eden adayların sayısı bir yılda yüzde 37 azalmış. Sizin hocalık yaptığınız Bilgisayar Mühendisliği Bölümü, 2021 ve 2022’de en yüksek puanla öğrenci alan ikinci bölüm iken bu yıl dördüncülüğe inmiş. Siz bu tabloyu neye bağlıyorsunuz?

Şimdi siz genç olsanız, önünüzde birtakım seçenekler olsa Türkiye’de kalıp Boğaziçi’ne gitmek ister misiniz? Bence bu sene bu tür bir tablonun ortaya çıkmasına neden olan iki faktör var. Birincisi deprem. Ben depremin gençlerin tercihleri açısından göz ardı edilmemesi gereken bir faktör olduğunu düşünüyorum. Aynı bölüm için “Boğaziçi mi, ODTÜ mü?” ikilemi yaşayan gençler ODTÜ’yü tercih ediyor muhtemelen. Çünkü 6 Şubat depremlerinde bir kez daha gördük ki depremlerde vatandaşın tamamen kendini kurtarmakla sorumlu olduğu bir ülkede yaşıyoruz.

-İstanbul özelinde konuştuğumuz için depremle de bağlantılı olarak akıldışı rakamların standart olduğu emlak piyasasını ve barınma sorununu da eklemek lazım sanırım.

Evet, bunlar öğrencilerin tercihleri açısından bu sene denkleme giren ekstra faktörler. Ama tabii bir de Boğaziçi’nin bir süredir maruz bırakıldığı sürecin de gençlerin tercihlerinde bir rol oynadığı ortada. Tuğba Tekerek’in “Taşra Üniversiteleri” diye bir kitabı var. Boğaziçi de büyük bir çabayla o moda geçirilmeye çalışılıyor. Boğaziçi'nin tüm kendi özelliklerinin ve geleneklerinin yıkıldığı ya da törpülendiği, üniversitenin kendi hocalarının kapıdan içeri alınmadığı bir süreç yaşıyoruz. Boğaziçi bir AKP üniversitesine dönüştürülmeye çalışılıyor. Ve siz başarılı bir genç olarak tüm bunları görüp üzerine bir de bu kiraları ödeyeceğiniz ve sonuçta bir gün depremin sallayacağı bir şehre gitmek ister misiniz? Tüm bu faktörler bir araya gelince haliyle dürtünüz azalıyor. Ama şu anda hala öncelikli olarak “Boğaziçi” diyenlerin rakamı yine de mükemmel bir rakam. Dünya çapında, çok zeki insanlar geliyor okulumuza. Sistem şöyle çalışıyor biliyorsunuz; bir bölümün puanı ne kadar insanın orası için kuyruğa girdiğinin yanı sıra gelenler arasındaki en yüksek puan üzerinden belirleniyor.

-Dolayısıyla da aslında talep düşünce puan da düşüyor, değil mi?

Tabii, öyledir. Ben durumu Bilgisayar Mühendisliği Bölümü üzerinden anlatayım. Biz yıllardır bütün sahalarda en yüksek taban puanlı bölümüz Türkiye genelinde. Yani Boğaziçi’nin Bilgisayar Mühendisliği Bölümü bütün üniversitelerin aynı bölümünün önündedir, ODTÜ Bilgisayar’ı da geçmiş durumdayız. Buradan bakınca yine en iyi öğrenciler bizde. Ama bir bölümün bir hocasının altı ay boyunca okulun kapısından içeri sokulmadığını bilirseniz, siz yine de o bölüme gitmek ister misiniz? Çok iyi hocalarımız var ama okula girmeleri yasak!

-Bilgisayar Mühendisliği bölümü öğretim üyelerinden meslektaşınız Prof. Dr. Tuna Tuğcu’yu kastediyorsunuz.

Evet onu kastediyorum. Benim eski öğrencimdir, bizim bölümdedir. Hiç suçu olmadığı halde, benim biraz önce Ergenekon sürecinde üzerine kafa yorduğumu anlattığıma benzer bir tür bir dosyalama sistemiyle suçlandı. Bunların hiçbiri dünya akademik literatüründe olmayan şeyler.

-Tuna Tuğcu’nun neden iki kez üçer ay okuldan uzaklaştırıldığını da hatırlatalım isterseniz. Boğaziçi Üniversitesi bünyesindeki Bilgi Teknolojiler Kurulu’nda yaşanan veri güvenliği sorununu ortaya çıkardığı için hakkında soruşturma başlatılmıştı. Sonra ne oldu?

Okula döndü ama bildiğim kadarıyla hakkındaki soruşturma devam ediyor. Devlet memurluğundan, yani komple işten atılması için talep devam ediyor.

-Biraz önce Erdoğan iktidarının Boğaziçi’ni bir ‘AKP üniversitesi’ haline getirmek istediğini düşündüğünüzü söylediniz. Bu yorumu ben şöyle anlıyorum; “Boğaziçi ülkede evrensel standartları yakalamış, yaşam tarzıyla da özgürlükçü akademik personeliyle de özgürlükçü bir okuldu. Şimdi Boğaziçi’nin özgürlüğü ve özgürlükçülüğü elinden alınarak Anadolu’nun genelinde gördüğümüz hükümetin her talebine biat eden diğer üniversitelere dönüştürülmeye çalışılıyor. Ve burada da temel dürtü de belli bir akademisyen profilini ortadan kaldırmak.” Bu durumun doğru bir okuması olur mu?

Kaliteli kurum olmak zor bir şey; kendi kendinize birtakım kurallar koymak zorundasınız. Bir anlamda kendi işinizi zorlaştıracak şeyler yapmak zorundasınız. Mesela uzun yıllar önce Boğaziçi şu kararı almış; “Bizden doktora mezunu olan bizde hemen işe giremesin.” Ben bu kural geçerli olmadan kısa süre önce işe girdiğim için bu kurala takılmamıştım mesela. Yine Boğaziçi işe alacağı akademisyen için “şu kadar yayını olsun” gibi kriterler koymuştur ya da profesörlüğe yükselme şartlarında çıtayı yükseltmiştir. Bu kriterlerin yüksek tutulması evet personeli ekstradan yormuştur ama sonuçta gelen gençlere verilen eğitimin kalitesi de yüksek seviyelerde olmuştur. Bu yaklaşım öğrencilerin de ülkenin de hayrına olmuştur. Bir üniversitenin başarısı nihayetinde onu kuran ve besleyen ülkenin de başarısıdır. Bugün Türkiye’de herkes çok daha basit kriter ve yöntemlerle üniversite kurabilir.

-Ki kuruyorlar da zaten.

Evet, çok fazla yapılıyor hem de. ‘Üniversiteler arası kurul’ diye bir kurum vardır. Üniversiteler üstü bir akademik organdır ve YÖK’ten farklı bir görev alanı vardır. Vaktiyle burada her üniversitenin eşit sayıda temsilcisi vardı ve üye kompozisyonu iktidarla aynı fikirde olmayan bir çoğunluktan oluşabiliyordu. Bence sürekli üniversite açılmasının mantığı şu; çoğunluğu değiştirecek kadar sayıda üniversite kurarsanız, o kadar tane adamı daha oraya ekleyebiliyorsanız hop çoğunluk değişiyor. Şimdi bunun akademik herhangi bir mantıkla bir ilgisi var mı?

-Kayyım ataması modeline geçildikten sonra ilk yapılan şeylerden biri de Boğaziçi Üniversitesi Senatosu’nda iktidar yanlısı bir çoğunluk sağlayacak atamalar olmuştu.

Üniversite Senatosu, adı üstünde. Yani üyelerinin “seçilerek” geleceği adından da belli kanunda da öyle yazıyor. Oranın üniversitenin bütün birimlerinin temsil eden bir yer olması lazım. Çok da basit bir mantığı var. Anayasamız “üniversite özerktir” diyor. Sözlüğü açıp bakıyoruz “Özerk ne demek?” diye. “Kendi kararlarını kendi veren” demek diyor. Yani bilimsel olarak bir konuda ne yapılmalı ya da hangi bölüme hangi nitelikleri taşıyan akademisyen alınmalı gibi kararları kurumun kendisinin vermesi demektir. Kanunda bu şekilde yazdığı için güya ona uyuyorlar ama kararları alacak kişileri kriterlere uymayan insanlardan seçerek özerk işleyişi gasp ettiler. Sadece Senato üyelerini değil, dekanları, enstitü müdürlerini falan da biat kriteri üzerinden atadılar. Boğaziçi’nde bütün bu yapılanlar dünya akademi tarihinde ayrı bir bölüm olarak yazılacak. Düşünün; bu okulun akademik başarılarını kanıtlamış dekanları öğrenciler hakkında disiplin soruşturması yapmadıkları için görevden alındı. Yani Boğaziçi öğrencisini cezalandırmadıkları için bedel ödetildi onlara.

-Konuyu bilmeyen ya da hatırlamayan okurlarımız için burayı da açalım biraz lütfen. Kayyım sisteminin ilk Boğaziçi’ne girdiği tarih olan Melih Bulu’nun AKP hükümeti tarafından rektör atandığı Ocak 2021’de başlayan protestolarda çok sayıda Boğaziçi öğrencisi gözaltına alındı. Protestolar altı ay kadar sürdü. Öğrenciler polis müdahalesiyle durdurulmaya çalışıldı. Hatta tutuklananlar oldu ve hala yargılananlar var. Bu süreçte hükümet dekanlardan üniversite içinde de bir cezalandırma talep etti öyle mi? Yani dekanlardan fişleme mi istenildi?

Öğrenci fişleme işini güvenlik görevlilerine vermişler. Onların hazırladıkları dosyalar dekanlara gidiyor, “Şu öğrenci şu saatte şunu yaptı” diye. Dekanlar da kanunun kendilerine verdiği sorumluluk gereği soruşturma yapıyor tabii. Ama orada tabii sorun dekanların istedikleri cezayı vermemesi.

-Protestolara katılan öğrencilerin nasıl cezalandırılmaları bekleniyor? Okuldan atılmaları mı isteniyor? Ya da şöyle sorayım; iktidar baskısı olmasa bu tür eylemlerin yasal karşılığı nedir üniversitede?

Bazı şeyler var ki, normal bir üniversitede ben bunları disiplin soruşturmasına konu olacak şeyler olarak görmem. Dekanlardan talep edilen de tam bu tür eylemlerin cezalandırılmasıydı. Bu ayıptır.

-“Bu tür” dediğiniz eylemler nedir?

Efendim işte bağırıp çağırmak, pankart açmak… Bunlar suç değildir. Siz şöyle bir süreçten sonra rektör atanmışsınız; 17 Boğaziçili hoca adaylığını koymuş ve hepsi güvenoyu almış siz yüzde 95 ile güvensizlik oyu almışsınız ve rektör atanmışsınız, insanlar da sözlü ve yazılı olarak buna demokratik tepki gösteriyor. Bu suç değildir. Böyle gelmeyi kabul etmek de ayrı enteresan tabii.

-Üniversite zemininde ne suçtur, ne suç değildir? Bugün siz rektör ya da dekan olsanız hangi koşullarda bir öğrenciye disiplin soruşturması başlatılmasını uygun bulursunuz?

Şiddet suçtur ve üniversite içinde de disiplin soruşturmasına konu olur. Mesela birisinin üstüne bir şey atarsanız, durum kişiye ve atılan cisme göre değişebilir. Bazı insanlar bunu konu etmeyebilir ama ederse bu bir disiplin soruşturmasının konusu olabilir mesela. Ama 2021’den beri benim şahit olduğum öğrenci hareketlerinin hiçbiri savcıların işin içine gireceği, insanların tutuklanacağı boyutta işler değildi. Hükümet müdahalesi olmasaydı üniversite içinde bir disiplin soruşturması olurdu belki ama asla ve asla hiçbir hoca bu seviyedeki hareketler için savcıya gidip kendi öğrencisini tutuklatmazdı.

-Biliyorsunuz “üniversite protestosu nasıl olmalı” şeklinde bir tartışma yaşayan tek ülke değiliz. Şu sıralar Amerika Birleşik Devletleri’nde buna benzer bir tartışma var, hem de çok şiddetli. İsrail’in Gazze saldırıları nedeniyle Amerikan üniversitelerinde öğrencilerin İsrail’i protesto etmesi Yahudi lobisini ayağa kaldırdı. Ülkenin en prestijli üç üniversitesinin (Harvard, M.I.T. ve Penn) rektörlerinden ABD Senatosu’nda resmen hesap soruldu bu protestolara neden izin verildiği konusunda. Belki Amerikan hükümetinin doğrudan kendisinin değil ama Yahudi lobisine yakın Amerikalı siyasetçilerin üniversitelere müdahalesi olarak yorumlanabilir bu durum. Harvard Üniversitesi Rektörü Claudine Gay sermayenin bütün baskısına rağmen istifa etmedi ya da beklenen ölçüde bir geri adım atmadı. Mesela Harvard Rektörü baskıya boyun eğip “okulu tüm protestolara kapattım” deseydi ne olurdu?

Harvard, Harvard olmaktan çıkardı. Aynı şimdi Boğaziçi'nin Boğaziçi olmaktan çıktığı gibi olurdu. Tamamen aynı şeyden bahsediyoruz. Üniversite kurumunun 1000 yıllık bir tarihi var. Ben bunun üzerine kitap da yazdım. Üniversite dediğiniz yer başka hiçbir yere benzemez. Üniversite de tıpkı yargı kurumları gibi kendi kararlarını kendi veren kurum olmalıdır. Bunu ortadan kaldırdığınızda üniversitenin varlık sebebi zaten ortadan kalkıyor. Üniversite gerçeği bulmak ve hoşa gitmese de o gerçeği söylemekle görevlidir. Sen dışardan bana müdahale etmek isteyen; o zaman deprem gerçeğini de sen analiz et ya da yapay zekâyı da sen geliştir! Bizlerin herkesin hayatlarını etkileyen gerçekleri bulmamız için özerk olmamız gerekiyor. Üniversitenin dışarının müdahalesine kapalı olmasının, yani özerk olmasının mantığı budur. Bilimi korumak için üniversite kendi yöneticisini kendi belirler.

-Yapay zekâya referans verdiniz ve benim bu söyleşiyi yapmak istememin asıl sebebini hatırlayıverdim. Türkiye yapay zekâda nerede onu konuşmak istiyorum da diğer dertlerden konu buraya bir türlü gelemiyor.

Öyle demeyin; bir sabah bir kalktık duyduk ki Boğaziçi Üniversitesi’nde bir yapay zekâ enstitüsü kurulmuş. Haberimiz olmadığından nasıl bir enstitü olacağını anlamak için verilen ilanlara baktık. Oraya alınacak insanlar için “bilgisayar mühendisi olmayacak, matematikçi olmayacak” denilmiş. Ama o kişilerin fizik konusunda doktora yapması istenmiş. Fizik konusunun yapay zekâyla ne alakası var onu da anlamadık. Sonra anlaşıldı ki rektörün doktora öğrencisinin konusuymuş fizik. Elemanlarının bu tür kriterlerle işe alındığı bir yapay zekâ enstitüsü kuruldu mesela Boğaziçi Üniversitesi’nde. Öbür yandan da 5G ve 6G alt yapılarının hazırlandığı, baz istasyonlarının sanallaştırılma projelerinin geliştirildiği, nano iletişim cihazlarının çalışmalarının yürütüldüğü Boğaziçi kapsamındaki en büyük araştırma merkezi TETAM’a el konuldu ve çalışmaları çöp poşetlerine dolduruldu.

-Ülkenin en yüksek puanlı Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nün maruz kaldığı muamele buyken yapay zekâ alanına Türkiye’nin ne şekilde müdahil olup olamayacağını tartışmak çok anlamlı bir çaba değil sanırım.

Bu alan da genel trendden nasibini alıyor elbette. Bu tür konularda dünyada geçerli becerileri olan insanların Türkiye'de kalma ve burada yaşamaya devam etme oranı müthiş şekilde düşmüş durumda. Bilgisayar mühendisliğinde bu trend zaten epeyce önceden başlamış bir şey. Elimde detaylı rakamlar yok ama anekdot olarak size şunu söyleyebilirim; bizim bölümden iki sene önce mezun ettiğimiz öğrencilerin neredeyse tamamı şimdi Almanya'da aynı üniversitede yüksek lisans yapıyorlar. Her yerde durum aşağı yukarı bu. Bu durumun elbette ekonomik çok bariz nedenleri var ama bir de tabii ki Türkiye'nin bu gibi gençlerine yönelik “giderlerse gitsinler” yaklaşımı var. Türkiye'de akademik araştırma yapılacak en iyi yer hala Boğaziçi ve Boğaziçi’nin durumu da bu. Siz başarılı geleceği olan bir genç olsanız planlarınızı buna göre yapar mısınız? Doğal olarak kendilerine özgürlük ve iyi araştırma olanağı sağlayan okul ve ülkelere gidiyorlar.

-Ama siz Boğaziçili akademisyenler yani o giden öğrencilerin ‘hocaları’ direnişe devam ediyorsunuz. Epey de kalabalıksınız Melih Bulu’nun atanmasından beri her gün aynı saatte bahçeye çıkıp sessiz protesto yapıyorsunuz.

Üçüncü senesi olacak 2 Ocak’ta.

-2021’de başlayan sürece kadar Boğaziçi aslında pek siyasal ve toplumsal olarak bir direniş kültürüyle -mesela ODTÜ gibi- anılan bir üniversite değildi. Daha ‘kolejli’ bir imajı vardı belki de. Ama şimdi Boğaziçi hocaları olarak sizlerin ve elbette öğrencilerinizin duruşu son dönemin otoriter Türkiye’sindeki sivil toplum hareketleri içinde önemli bir yere oturdu diye düşünüyorum. Sizce her gün devam ettiğiniz sessiz protestoyu doğru anlıyor mu toplumun geneli sizce?

Bir kere bu, troll vatandaşlarımızın -ki buna kendisine gazeteci diyenler de dahil- ısrarla manipüle etmeye çalıştığı gibi bir şey değil. “Sabahtan akşama kadar dikiliyorlar bir şey yapmadan. Bunlar neden maaş alıyor?” gibi yüzlerce mesaj yazılıyor hakkımızda. Bu yazdıkları şeyi olabilir sanıyorlar. Ben sosyal medyadan bu tür saldırı yapan 30 bin kişiyi falan engellemişimdir. Bunların zaten orijinal bir fikri de yok, heralde birileri onlara böyle yazmalarını söylüyor. Askerlikte bile sabahtan akşama dikilmez kimse, saati vardır o işin. Bu kadar aptalca bir saldırı çabası olabilir mi? Bu olay öğle tatilinde 15 dakika sürüyor. Ve bu da soruşturma konusu oldu, buna disiplin soruşturması açıldı. Bu protestoya katılan hocalarımız öğlen yemek saatlerinden ya da kendilerine ayırabilecekleri saatten bir 15 dakika ayırıyor. Ve buna bile disiplin soruşturması açılmasının absürtlüğü gibi şeylerle uğraşıyoruz. Akla mantığa sığmayacak, aşırı şeyler. Bu normal bir muamele değil. Boğaziçi’ne yapılan normal AKP muamelesi de değil. Ama her gün karşı karşıya kaldığımız yeni bir akademik skandal bize motivasyon veriyor. Her gün bizim oraya sırtımızı dönmemiz için yeni bir sebep veriyorlar bize.

-Bu sizin “normal AKP muamelesi bile değil Boğaziçi’ne yapılan” dediğiniz tavrın sebebi ne olabilir? Boğaziçi, iktidar tarafından seküler ya da Batıcı bir yaşam tarzının sembolü olarak görüldüğü için mi yapılıyor sizce bu muamele?

Bence onların düşüncesi bu. Bu, kendi yandaşlarına anlatmak için kullandıkları bahane evet.

-Bu söylediğiniz yine de Boğaziçi’ne özel muameleyi tam da açıklamıyor. Zira Boğaziçi ile benzer bir akademik felsefeyi savunan başka üniversiteler de var ama. Şunu kastediyorum; iktidarın kendi özerklikleri üzerindeki alanını olabildiğince daraltıp yoluna devam etmeye çalışan başka eğitim kurumları da var.

Demin anlattığım protestoların bir geri besleme döngüsü yaratması olmalı sebep. Melih Bulut gibi bir insanın profesör yapılmasına, sonra rektör yapılmasına sırtımızı döndük biz. Onlar da baktı ve herhalde şöyle dediler;

“Yahu bir dakika. Biz bütün öteki üniversitelere canımızın istediğini yaptık. Hiçbiri bu kadar uzatmadı. Bunlar niye uzatıyor?” Bu bakışla saçma sapan şeyler yapmaya devam edilmesi bizdeki sırt dönme isteğinin alevlenerek sürmesine de yol açıyor bir yandan.

-Melih Bulu ile başlayan süreçte hükümet tarafından yaklaşık 50 akademik personel atanmış.

Bu paraşütleri mi diyorsunuz?

-‘Paraşütler’ mi diyorsunuz onlara?

Diyoruz da bunu bir de yabancı akademisyene anlatmaya çalışın bakalım.

-Ne oluyor yabancı meslektaşlarınıza tüm bunları anlatmaya çalıştığınızda?

Kısa sürede mavi ekran veriyorlar. Şunu İngilizce söyleyin yeter; “Sizin bölümünüze CV’sinde bu bölümle ilgili hiçbir şey olmayan birini atasalar, bölüme gelince ders veremeyecek birisini atasalar…” Ve o kişiler kriterleri karşılamadığı için atanabilsinler diye hop kural değiştiriliyor. Sonuçta o kişi geliyor. Büyük bütün kurallar çiğnenerek kendisi için her şey dümdüz edilerek o kişi geliyor. Bölümün konularını bilmediği için dönemi boş geçiriyor, ders vermiyor. Şimdi bunu Harvard'dan meslektaşınıza anlatın bakalım. Adam zaten hikâyenin üçüncü cümlesinde bayıldı.

Bakın, size Harvard'da kimsenin aklına gelmeyecek, rüyalarında bile göremeyecekleri bir şey daha anlatayım. Birkaç gündür bizim Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü'nün onlarca yıldır devrede olan web sitesine ulaşılamıyor. Eğitim döneminin içindeyiz. Kimi derslerde kullanılan ders notlarına, simülatörlere vesaire erişmesi gereken öğrenciler, bölüme başvuru yapmayı düşünen, hakkında bilgi edinmek isteyen adaylar, mesai saati dışında evden bir detayı kontrol edecek hocalar, dünyanın herhangi bir yerinden bölümde otuz küsur yıldır yapılmış tezlere, hocaların kişisel sayfalarına koydukları yayınlarına, kitaplarına, temas bilgilerine ulaşıp atıf verecek, ortak çalışma tasarlayacak bilim insanları, “Acaba burada hangi araştırmalar yapılıyor, bu hocalar ne üretiyor, hangi kitapları yazmışlar, hangi ödülleri almışlar?" diye merak eden vatandaşlar…sözün kısası hiç kimse bölümün sitesine ulaşamıyor!

-Sadece sizin bölümün web sitesi mi ulaşılamayan?

Üniversitenin ve kimi diğer birimlerin boun.edu.tr, me.boun.edu.tr, ee.boun.edu.tr adresleri çalışıyor. Ama bizim nice yıllık cmpe.boun.edu.tr çalışmıyor. İnternet’in Türkiye'ye gelişinden beri bölümün hocası olarak web sayfam vardı, artık yok. Haritadan silindik. Bununla uğraşmak zorunda kalan bir Harvard hocası düşünebiliyor musunuz?

-Teknik bir sorun olamaz mı?

Bölümdeki sunucularımızı kontrol ettik; her şey yolunda. Sonuçta dünyanın bölümümüzün sitesine erişiminin “idari bir karar” ile kesildiğini anladık. Söyledik; günlerdir bir çözüm yok. “Acaba Lale Akarun Hocamızın Bilim Akademisi üyeliğine seçildiği haberini her normal kurumun yapacağı gibi siteden övünçle duyurduk diye mi bu başımıza geldi?” diye düşünmüyor değiliz.

-Lale Akarun’la ilgili bir tepki mi sizce hakikaten, yoksa onu ironi olsun diye mi söylediniz?

Ciddi ciddi aklımıza başka bir açıklaması gelmiyor.

-Peki tüm bunlara rağmen Türkiye’yi yine de yapay zekâda mesela masaya oturtabilecek herhangi bir proje var mı?

Yapay zekâ özelinde dünya olarak acayip heyecanlı bir dönemden geçiyoruz. Yani dünya olarak gerçekten geçiyoruz gerçekten. Hani böyle insan beyni gibi bir şey yapmayı başarmış durumdayız. Bir senelik falan bir hikâye bu. Ve de internetin hepsini yalayıp yutmuş, bütün o bilgiyi içeren bir insan beyni olduğu için bir bazı açılardan da insan beyninden daha iyi. Çok kısa süre önceye kadar bunun yapılıp yapılamayacağı bir bilimsel tartışma konusuydu. Daha emekli olmadan bunu görmüş olmam beni çok mutlu ediyor. Türkiye özelinde ise bilgisayar mühendisliği, roket bilimi gibi milyar dolarlık yatırımlar yapmadan da dünya kalitesinde insanlar yetiştirebileceğiniz ve ürünler ortaya koyabileceğiniz bir alan. Ben hep Ekşi Sözlük örneğini veriyorum. Facebook'tan 8 yıl önce ortaya çıkıyor Ekşi Sözlük. Dünyada o sırada benzeri yok. Ama sonra Türkiye'nin meşhur Amerika’da olmayan sürtünme faktörü devreye giriyor. Amerika'da o işi yapsaydı Zuckerberg olacak alan adam Türkiye'de Mehmet Baransu denen konuşmamızın başında bahsettiğimiz örgütün mensubu adam tarafından “tutuklanması lazım” diye hedef gösteriliyor. Ondan sonra zaten Ekşi Sözlük’ün durumunu biliyorsunuz, habire kapatılıyor, tekrar açılıyor. Adam sonunda Amerika'ya taşınıyor.

Yapay zekâ özelinde konuşurken bir de şu var. Bu ortalığı kasıp kavuran büyük dil modelleri, ChatGPT gibi şeyler insanlığın yazdığı her şeyden, her bilgiden, atılan her tweet’ten, yazılmış her kitaptan, internetteki bütün sohbet odalarındaki her şeyden besleniyorlar. İnternetin her tarafının engelli olduğu bir ülkede yapay zekâyı nasıl geliştireceksiniz? Internet hızında bile habire geriye düşen bir ülkeyiz.

-Bu yapay zekâyı eğitme konusunda bir sorum var. Mesela Türkiye’de yapay zekâ doğaldır ki Türkiye’de devletin internet politikasının izin verdiği bilgilerden besleniyor. Dolayısıyla da aslında baskın ideolojiyle besleniyor ve yapay zekânın bilgisi de o düzlemde mi kalıyor nihayetinde? Mesela yapay zekânın Türkçe domain’den çektiği bilgilerin toplamı iktidar partisinin çıkmasını tercih edeceği bir metne daha yakın mı oluyor?

Demin bahsettiğimiz şekilde bir Türkçe büyük dil modeli eğitilirse muhtemelen dediğiniz gibi olacak. Yani ona gösterilen külliyatın ağırlığında ne varsa, sonuç öyle çıkacak. Bir de bunları üretenlerin yaptığı bence en hayranlık verici teknik numara şu; ona birtakım değerler de yüklemişler, sadece büyük dil modeline internetteki bütün metinleri göstermekle kalmamışlar. Mesela Hitler’e asla “iyi adamdı” dedirtemiyorsunuz. Bunun hassas bir konu olduğu öğretilmiş yapay zekâya. Günün birinde Türkiye'de ya da işte Çin’de mesela benzer bir şey başarılırsa onun Çin Komünist Partisi’ne mensup bir yapay zekâ olacağı ortada.

Dolayısıyla da bunu sadece bizim iktidar partisi için söylemek biraz haksızlık olur. Bu maalesef kim eğitirse ona göre şekil alan bir teknoloji. Mesela belki denemişsinizdir; Elon Musk’ınki aynı Elon Musk gibi konuşuyor.

-Bu anlattığınız, benim mesela kişisel olarak yapay zekâdan son derece tedirgin olmamın temel sebebi.

Ben genel olarak insanlık için uzun vadede umutluyum ama. Tarihe bakın, bin yıllar içinde genel gidişat iyiye doğru. Ama şu an tarihin epey tökezlediğimiz bir anındayız. Batı’nın, Amerikalıların en savundukları değerler konusunda sınıfta kaldıkları gerçeği var. Orası öyle yani. Ama genel olarak bilim sayesinde 10 bin yıl önceki duruma göre daha iyi durumdayız. Herhalde bugünkü sallantılardan çıkınca yine daha ileri gideriz. Ama bizim için Türkiye’deki soru şu; biz o ileri giden vagonda mı olacağız yoksa en arkadaki vagona yetişecek miyiz? BTK ülkede internet nasıl daha hızlı olabilir diye çalışacağına depremin üçüncü gününde sosyal medyayı nasıl engelleyebileceğine kafa yoruyor. Okullarda yabancı dil dersinin yerine işte fıkıh mı istersiniz, Türk sosyal hayatında aile dersi mi istersiniz, evliyaların biyografileri dersini mi istersiniz… Bu sonuncusu da Milli Eğitim Bakanının bu sene çıkardığı bir icat. Zaten “Evrim teorisine inanmıyorum” diyen bir insanın hala eğitim kariyerinde devam ediyor olması da ayrı enteresan. Bütün bunları yapan bir ülkeyseniz işte o son vagona Hindistan’da vagonlara asılan adamlar gibi zor asılırsınız. Bütün bunları yapan bir ülkeyseniz zaten o mevkide gitmek istiyorsunuzdur.

Cansu Çamlıbel, Ortadoğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını, Britanya'daki Cardiff Üniversitesi'nde Uluslararası Gazetecilik bölümünde yaptı. 2002 tarihli master tezi, "Türk medyası ve otosansür sorunsalı" başlığını taşıyor.

NTV'de diplomasi muhabirliği, 2005- 2008 arasında da Brüksel muhabirliği yaptı. 2008'den Şubat 2019'a kadar Hürriyet ve Hürriyet Daily News gazetelerinde muhabirlik, haber müdürlüğü, yazı işleri müdürlüğü, köşe yazarlığı görevlerini üstlendi.

Yaklaşık 5 sene boyunca, "Yüz Yüze Pazartesi" köşesinde, Hürriyet'in haftalık siyasi söyleşilerini yaptı. 2015- 2016 döneminde ABD'de Harvard Üniversitesi'nin Nieman Bursu'nu kazandı.

Nisan 2017- Şubat 2019 döneminde ise Hürriyet Washington Temsilcisi olarak görev yaptı.

Gazetenin, siyasi baskı sonucu el değiştirmesinden sonra istifa ederek, Türkiye'ye döndü. Gazete Duvar'daki köşesinde, dış politika alanında yazılar kaleme almaya başladı. Eşzamanlı olarak Gazete Duvar'ın İngilizce edisyonu Duvar English'in kurucu Yayın Yönetmeni oldu. Bu görevi, Ekim 2021'e kadar sürdürdü.

Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) Türkiye Ulusal Komitesi üyesi olan Çamlıbel, IPI için hazırlayıp sunduğu, "Özgür Sohbetler" isimli podcast serisinde, günümüz Türkiyesi'nde gazetecilik yapmanın bedeline, içeriden bir bakış sunmaya çalışıyor.
Ocak 2023'te, T24 ekibine katıldı.
Lulu'nun annesidir.

"Kayyım politikalarının AK Parti'ye ne zararı ne faydası var. Bizler bunları altı yedi senedir hep tartışıyoruz. Belediye diyorsunuz, meclis üyesi yok. AK Parti’nin de meclis üyeleri kayyıma karşı, çünkü onlar da seçiliyorlar ve onlara da kayyım atanmış oluyor. Dedim ki; 'Kayyım döneminin kapanması bugünkü koşullarda AK Parti'nin sıkı bir çalışmayla belediyeleri kazanmasıyla olur.' Ama bunu neden söyledim? Çünkü belediyeleri HDP (DEM) kazansa da KCK komisyonları bu belediyeleri yönetme arzusundan vazgeçmedikleri sürece devlet bu işleyişe kayıtsız kalmayacak. Ahmet Bey’in başına gelenleri bütün Mardinler biliyor, konuşuyor. Halk Ahmet Türk’e oy veriyor, sonra adamlar gelip burada KCK komiseri görevlendiriyorlar"

"Ömer Faruk Gergerlioğlu kararına da konu teşkil eden ve bugün Can Atalay’ı içeride tutmaya sebep olan o 14. madde cümlesini anayasadan çıkardığımızda sorun bitmiş olacak. Bu kavramı icat edenler bugün bize sivil ve demokratik anayasa vaat edenlerin hep eleştirdikleri 12 Eylül yöneticileri. Şimdi bize demokratik anayasa vadedenlere bir çift sözüm var; samimilerse gelsinler, tek maddelik bir anayasa değişikliğini yapalım... 83. maddedeki o anayasanın 14. maddesine yapılan referansı ortadan kaldıralım. Böylece bütün bu sorunları kökten çözmüş oluruz. Kayyum yetkisi de 12 Eylül anayasasının ürünüdür"

"Yasa dışı şeyleri hemen hallederiz, anayasaya aykırı şeyler biraz daha zaman alır" cümlesini kuran pekâlâ Vladimir Putin olabilirdi ya da Xi Jinping olabilirdi ya da Rodrigo Duterte ya da Nicolás Maduro ya da Tayyip Erdoğan olabilirdi

© Tüm hakları saklıdır.

QOSHE - Prof. Dr. Cem Say: İnternetin her tarafının engelli olduğu bir ülkede yapay zekâyı nasıl geliştireceksiniz? - Cansu Çamlıbel
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Prof. Dr. Cem Say: İnternetin her tarafının engelli olduğu bir ülkede yapay zekâyı nasıl geliştireceksiniz?

28 1
29.12.2023

Diğer

29 Aralık 2023

Büyük gerginliklerle başladığımız seneyi, yine gerim gerim gerilerek tamamlıyoruz. Mayıs 2023 seçimlerinde beş senelik iktidar vizesi alan hükümet bloğu yine de ferahlayamadı. Üç ay sonraki yerel seçim vesilesiyle toplumsal fay hatlarımıza bir tur daha mayınlar döşeniyor itinayla. Siyasetin içindeki aktörler üzerinden devam ettirilen şeytan çıkartma kampanyaları yetmiyor, sivil alanda kafasını kaldıran kim ve hangi kurum varsa yumruk yiyor.

Hükümetin sivil alandaki en büyük “mücadelelerinden biri” ise Türkiye’nin biricik eğitim kurumlarından olan Boğaziçi Üniversitesi özelinde vuku buluyor.

Boğaziçililerin üniversitelerine kayyım rektör ve iktidar dostu akademisyen atamalarını protesto ettikleri için geçtiğimiz senelerde yediği fiziksel dayağın yerini bürokratik şiddet aldı.

Yaptıkları akademik çalışmalarla memleketteki aksak alanlara ayna tutan bazı Boğaziçili akademisyenler sistem dışına atılmaya çalışılırken, bu akademisyenlerin ayakta tuttuğu bilimsel çalışma merkezleri feshediliyor. Bilim torbalarla kapının önüne konuyor. O da yetmiyor, Türkiye genelinde en yüksek puanla öğrenci alan bölümlerin başında gelen Boğaziçi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nün web sitesi kapatılıyor. Eğitim döneminin ortasında öğrenciler sitedeki ders notlarına ulaşamıyor. Tüm bunlar olurken açıklanan YÖK verileri ortaya koyuyor ki Boğaziçi’ni tercih eden öğrencilerin oranı geçen seneye göre yüzde 37 düşmüş. Belki de tam olarak Erdoğan iktidarının Boğaziçi için reva gördüğü şey oluyor.

Boğaziçi hocalarının üç senedir sırtlarını rektörlük binasına dönerek sürdürdükleri protesto eyleminin yüksek sesli mensuplarından biri olan Prof. Dr. Cem Say ile sadece bu süreci değil, bu sürecin bilimsel çalışmaları nasıl etkilediğini de konuşalım istedim. Cem Say, yaşadıklarını kendisinin öğretim üyesi olarak görev yaptığı Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nden örneklerle anlattı.

Detaylarıyla dinleyince insan hakikaten de sessizliğe gömülmekten başka bir tepki veremiyor. “Sırtımızı dönerek susalım ama yerimizden kımıldamayalım” demiş olmalarının karşı tarafı nasıl acıttığını anlatıyor muhtemeldir ki maruz kaldıkları idari tedbirlerin toplamı.

-Cumhuriyet’in yüzüncü yılını geride bırakıyoruz ve yılı kapatırken Türkiye yine bir askeri okuldaki tarikat savaşlarını tartışıyor. Siz bir bilgisayar mühendisi olmanızın yanı sıra politik gelişmeleri yakından izleyen ve dahası tavır alan bir akademisyensiniz. Bu konulara ilginiz de Ergenekon, Balyoz ve Askeri Casusluk davalarıyla başladı takip edebildiğim kadarıyla. Bu kumpas davalarında en önemli delil olarak sunulan word belgelerinin nasıl hazırlandığını ilk çözen kişilerdendiniz belki de. Bu yüzden belli çevrelerde ‘askerci’ olmakla itham da edildiniz. Bugünden geriye dönük bir okuma yaptığınızda geldiğimiz yer size ne söylüyor?

Ergenekon konusunda Mustafa Balbay’ı Cumhuriyet gazetesinde okuyan bir insan olmaktan başka bu davaların sanıklarıyla hiçbir tanıklığım yoktu. Kişisel olarak Balbay’ı da tanımıyordum. Sadece okuruydum. Sonra bu olaylar olmaya başladı. Her normal insan gibi başta ben de “bir şey vardır herhalde altında” diye düşündüm. Zaten bu ülkede eskiden de darbe olmuş. O yüzden de insanın ilk aklına gelen, bunun bir komplo olduğu ya da bir kumpasın parçası olabileceği ya da delillerin sahte olabileceği gibi şeyler değil. Ama sonra konunun detaylarını Balbay özelinde -ki ilgi duyduğum bir insan olduğu için- merak ettim ve delilleri incelemeye başladım. Delillerin basit bilgisayar bilgisiyle, basit insan mantığıyla tutarlı olmadığını gördüm. O tür bir mantık zincirine uyan hiçbir asker tanıdığım yoktum. Bu arada bazı askerlerin kendileri aleyhine sunulan delillerin sahte olduğunu ispatlamayı başardığı birtakım gelişmeler yaşandı. Bütün resim asıl suçlunun polisler ve hakimler olduğunu ortaya koyuyordu. Bilimsel olarak delillerin çürütülebiliyor olmasına rağmen bu görevlerdeki insanlar hala aynı şekilde davranmaya devam etti. Çünkü devletin kritik yerlerine yerleşmiş yüzlerce casus vardı ve bu operasyonlar gözümüzün içine baka baka yapılıyordu. Toplumun çoğunluğu bilgisayardan falan da anlamadığı için her akşam televizyonlarda o sahte deliller çarşaf çarşaf sergileniyordu.

-Özetle, bilgisayardan anlayan bir insan olduğunuz için anladınız…

Yani o sahte delilleri üretmek için bayağı da uğraşmışlar ama genel olarak kafası çalışmayan insanlar olduğu için çeşitli teknik hatalar yapmışlar. Sonra da yanlarına casusluk becerileri sayesinde edindikleri gerçek belgeleri koymuşlar. “Bakın bu gerçek olduğuna göre, öbürünün de gerçek olması lazım” havası yaratmak için. Bunu erken bir safahatta anlayınca olaylara bakışım değişti. Ta o zamandan bütün bunları yapmalarının mantığını anladım; bütün bu yetişmiş insanları hapse atmak istediklerine göre, bir sürü generali ve subayı devreden çıkarmak istediklerine göre, yerlerine kendi adamlarını koymak istiyorlar. Ayıptır söylemesi ben 15 Temmuz gibi bir şeyin olacağını önceden mantık yürüterek kendi içimde tahmin edebiliyordum. O yüzden de olduğu gün hiç şaşırmadım. Tabii çok üzücü, çok acıklı bir şey. Bu sefer de efendim işte “telefonundan by-lock çıktı” diye bir sürü insan mağduriyet yaşıyor. Bütün bunlar dünyadaki normal delil standartlarıyla değerlendirilebilecek şeyler değil. Ama sonuçta bu örgüt iktidarın sonradan “kandırıldık” moduyla içinden sıyrıldığı süreçteki desteğiyle ülkenin en önemli konumlarına yerleştirilmiş. Eğitim sisteminin içine yerleşmişler. Şimdi bugün aynı olay başka şekillerde tekrar oluyor gibi görünüyor.

-Neden sizce? Büyük bedellere rağmen bu kadar kısa sürede neden tekrar bu sefer de başka tarikatların orduya nüfuz etme çabasını konuşmaya başlayabildik?

Siyasi bedeli ödenmediği için böyle oluyor. Normal bir ülkede bu kadar korkunç bir olay yaşandığında, buna sebep olan herkesin bedel ödemesi gerekir, bu bedeli ödetecek bir süreç yaşanır. Türkiye’de biz bunu yaşamadığımız için tarikatların yeniden devlete müdahil olduğu o düzen devam ediyor.

Bakın, askerliğin çok basit bir mantığı vardır. Sistem komutanın emrine uyma üzerine ilerliyor. Kendim askerlik yaparken bunu iki günde anladım ve sonra çok rahat ettim. Komutanın dediğini yapacaksın. Ama sen hem asker hem de bir tarikat üyesiysen o zaman iki tane çok sıkı emir-komuta zincirine tabiisin. O zaman senin birbiriyle çelişen iki komutanın var gibi oluyor. Demek ki bu kişi askerliğe uygun bir kişi değil. Bu kadar basit. Şimdi askerlikte yaşanan bu ikili durumu başka kurumlar üzerinden ve işte kendi kurumumuzda yaşıyoruz. Bu son döneme kadar sistem bu tür müdahalelere karşı durabilsin diye önlemler alınmaya çalışılmıştı ama siz sistemi bir kez delik deşik hale getirseniz aynı şeyi tekrar yaşarsınız. Hatırlayın, meclisin üzerine bomba attılar.

-Tabii tarikatların nüfuz ettiği ya da etmeye çalıştığı tek yer Türk Silahlı Kuvvetleri değil. Tarikatların üniversite gençliğine dönük çabasının ne kadar derin olduğunu yurtlar ve öğrenci evleri üzerinden izliyoruz on yıllardır. Bu yapıların Türkiye’deki eğitim sistemi üzerindeki genel etkisi için ne dersiniz?

Türkiye'nin çok büyük bir gerçeği bu. Üniversiteli gençlerin büyük çoğunluğu başka bir şehirde okumaya gidenlerdir. Gittiğin yerde barınman lazım. Paraları yok, şehirde tanıdıkları yok. Gittikleri şehirlerde tutunmalarını sağlayacak servisleri devlet sağlamadıkça aslında devletin kendisi bu gençleri o yollara itmiş oluyor. Etraflarını “Şunun yurduna gidersen rahat edersin” diyenler sarıyor. O gençler birilerinin gece gündüz etkisine maruz ve hayat boyu o birilerine borçlu bir sistemde yaşatılıyor. Tüm bunlar “biz bu insanları devşirip uzun vadede onlardan yararlanabiliriz” mantığıyla yapılıyor. İşte biraz önce konuştuk bunun önceki versiyonlarını. Ama değişen bir şey olmadı. Hükümet mensupları son dönemde bunların bazılarına apaçık bir şekilde destek verdi, protokoller imzalandı. Artık göstere göstere sisteme dahil ediliyorlar. “Dağa çıkacaklarına bunlara mensup olsun” diyen bir bakan var. Tepemize düşen bombalara rağmen gençlerin hala bu örgütlere teslim edilmesinin desteklendiği bir ortam var.

-Sizin de köşe yazdığınız Oksijen Gazetesi’nin geçen haftaki manşeti “Boğaziçi’nden kaçış” idi. YÖK son açıkladığı verilere göre Boğaziçi’ndeki 31 bölümden 29’unu ilk sırada tercih eden adayların sayısı bir yılda yüzde 37 azalmış. Sizin hocalık yaptığınız Bilgisayar Mühendisliği Bölümü, 2021 ve 2022’de en yüksek puanla öğrenci alan ikinci bölüm iken bu yıl dördüncülüğe inmiş. Siz bu tabloyu neye bağlıyorsunuz?

Şimdi siz genç olsanız, önünüzde birtakım seçenekler olsa Türkiye’de kalıp Boğaziçi’ne gitmek ister misiniz? Bence bu sene bu tür bir tablonun ortaya çıkmasına neden olan iki faktör var. Birincisi deprem. Ben depremin gençlerin tercihleri açısından göz ardı edilmemesi gereken bir faktör olduğunu düşünüyorum. Aynı bölüm için “Boğaziçi mi, ODTÜ mü?” ikilemi yaşayan gençler ODTÜ’yü tercih ediyor muhtemelen. Çünkü 6 Şubat depremlerinde bir kez daha gördük ki depremlerde vatandaşın tamamen kendini kurtarmakla sorumlu olduğu bir ülkede yaşıyoruz.

-İstanbul özelinde konuştuğumuz için depremle de bağlantılı olarak akıldışı rakamların standart olduğu emlak piyasasını ve barınma sorununu da eklemek lazım sanırım.

Evet, bunlar öğrencilerin tercihleri açısından bu sene denkleme giren ekstra faktörler. Ama tabii bir de Boğaziçi’nin bir süredir maruz bırakıldığı sürecin de gençlerin tercihlerinde bir rol oynadığı ortada. Tuğba Tekerek’in “Taşra Üniversiteleri” diye bir kitabı var. Boğaziçi de büyük bir çabayla o moda geçirilmeye çalışılıyor. Boğaziçi'nin tüm kendi özelliklerinin ve geleneklerinin yıkıldığı ya da törpülendiği, üniversitenin kendi hocalarının kapıdan içeri alınmadığı bir süreç yaşıyoruz. Boğaziçi bir AKP üniversitesine dönüştürülmeye çalışılıyor. Ve siz başarılı bir genç olarak tüm bunları görüp üzerine bir de bu kiraları ödeyeceğiniz ve sonuçta bir gün depremin sallayacağı bir şehre gitmek ister misiniz? Tüm bu faktörler bir araya gelince haliyle dürtünüz azalıyor. Ama şu anda hala öncelikli olarak “Boğaziçi” diyenlerin rakamı yine de mükemmel bir rakam. Dünya çapında, çok zeki insanlar geliyor okulumuza. Sistem şöyle çalışıyor biliyorsunuz; bir bölümün puanı ne kadar insanın orası için kuyruğa girdiğinin yanı sıra gelenler arasındaki en yüksek puan üzerinden belirleniyor.

-Dolayısıyla da aslında talep düşünce puan da düşüyor, değil mi?

Tabii, öyledir. Ben durumu Bilgisayar Mühendisliği Bölümü üzerinden anlatayım. Biz yıllardır bütün sahalarda en yüksek taban puanlı bölümüz Türkiye genelinde. Yani Boğaziçi’nin Bilgisayar Mühendisliği Bölümü bütün üniversitelerin aynı bölümünün önündedir, ODTÜ Bilgisayar’ı da geçmiş durumdayız. Buradan bakınca yine en iyi öğrenciler bizde. Ama bir bölümün bir hocasının altı ay boyunca okulun kapısından içeri sokulmadığını bilirseniz, siz yine de o bölüme gitmek ister misiniz? Çok iyi hocalarımız var ama okula girmeleri yasak!

-Bilgisayar Mühendisliği bölümü öğretim üyelerinden meslektaşınız Prof. Dr. Tuna Tuğcu’yu kastediyorsunuz.

Evet onu kastediyorum. Benim eski öğrencimdir, bizim bölümdedir. Hiç suçu olmadığı halde, benim biraz önce Ergenekon sürecinde üzerine kafa yorduğumu anlattığıma benzer bir tür bir dosyalama sistemiyle suçlandı. Bunların hiçbiri dünya akademik literatüründe olmayan şeyler.

-Tuna Tuğcu’nun neden iki kez üçer ay okuldan uzaklaştırıldığını da hatırlatalım isterseniz. Boğaziçi Üniversitesi bünyesindeki Bilgi Teknolojiler Kurulu’nda yaşanan veri güvenliği sorununu ortaya çıkardığı için........

© T24


Get it on Google Play