Diğer

Konuk Yazar

03 Aralık 2023

Geçenlerde bir psikoloğun videosu düştü önüme. "Bir ilişki sizi mutlu etmek için vardır" diyordu. "Mutsuz ediyorsa o ilişkide kalmamalısınız." Böyle mi sahiden diye düşündüm. İçi mutlulukla dolu, mutsuzluğa tahammülü olmayan ilişkiler midir bu işin doğrusu? Peki o zaman mutluluk ne? Birbirimize mutsuzluk vermemeye çabalarken aslında bir tür ilişkisizliğe tıkılıp kalmıyor muyuz? Karşımızdakine belirli bir mesafede durup, o güvenli mesafeden ilişkilenmeye çabalarken aslında olmayacak duaya amin demeye çalışır gibi görünmüyor muyuz?

Zira kendimizi, birbirimizi ve hayatın kendisini anlama çabası genellikle mutlulukla el ele veren bir çaba gibi görünmüyor. Aksine, o yolculukta insanı daha çok acı veren bir şeyler bekliyor sanki. Tam bunları düşünürken Byung-Chul Han'ın Metis'ten çıkan "Palyatif Toplum: Günümüzde Acı" kitabı geçti elime. Han, acıdan fobi derecesinde (buna algofobi deniyor) korkan bir topluma dönüşmemizi anlatıyor kitabında.

İçinde hiçbir sürtüşmenin olmadığı ilişkiler, mutsuzluktan zinhar uzak durulan bir yaşam felsefesi dayatması, çevremizde yaşanan ve duyması acı veren her türlü tecrübeye kulaklarımızı kapatarak sürdürülmeye çalışılan bir hayat… Acının her türlüsüne karşı keskin bir detoks hâli…

Öyle keskin ki, Byung-Chul Han acının sadece fiziksel olana indirgendiği, tıp alanında insan bedenine hapsedildiği ve kuvvetli ağrı kesicilerle palyatif bir şekilde tedavi edilmek istendiği bir topluma dönüştüğümüzü söylüyor.

Acı hissimizi yitirdikçe, ondan uzak durma çabasını hayatın amacı haline getirdikçe bir tür sıradanlığın, bir sıkışmışlığın içine hapsoluyoruz oysaki… Han, "aynılığın cehennemi" diyor, bu sıkıştığımız yere.

Üstelik aynılığın cehenneminde bir de mutlu olmak zorundayız. Ya da mutlu görünme… Mutluymuş gibi yapma…

Oysa unuttuğumuz bir şey var: Acı yoksa, mutluluk da yok. Çünkü acı bir kerteriz aslında. Bir sınır çizgisi. Farklıya, değişik olana giden yolda bireyin ödediği bir bedel. Aşkın içinden acıyı çıkarın mesela. Yahut acı çekme ihtimalini… Artık aşk diyebilir miyiz geriye kalan şeye?

Evrimsel olarak düşünelim: Neyin tehlikeli olduğunu acı sayesinde öğrenebiliyoruz. Sınırlarımızı acı tarif ediyor. Bu çok sıcak, yakıyor. Dokunma! Fakat sıcağı bulmak, sınırlarımızı görebilmek için konfor alanımızın dışına çıkmamız, keşfe koyulmamız gerekiyor. Oturduğumuz yerde ateş yok. Ateş yoksa acıyı hissedebileceğimiz bir tecrübe yok.

Acı keşif yolculuğunun olasılıklarından biri ve hiç de öyle sonsuza kadar uzak kalınabilecek bir ihtimal değil. Aslında acıdan uzak durmayı mutlaklaştırdığımızda hareketsiz kalmaya karar vermiş oluyoruz. O an ne yapıyorsak, onu yapmaya devam ediyoruz. Bir şeylerin değişmesinden, değişip bize zarar vermesinden korkar hale geliyoruz. Durumumuzu idare ediyoruz aslında. Ne kadar ve nereye kadar yapıyoruz bunu, onu da bilmiyoruz.

"Acı ve mutluluk ikiz kardeşlerdir. Birlikte büyüyen ya da birlikte güdük kalan" diyor Nietzsche. Ona bir destek de İtalyan edebiyatçı Aldo Palazzeschi'den geliyor: "Daha önce insanî acının derinliklerinde gömülü olmayan biri yüreğinin derinliklerinden gülemez."

Birbirimize sabahtan akşama kadar kalp gönderdiğimiz bir dünyada mutluluğumuzun gönderdiğimiz kalpler sayısınca arttığını söyleyebilir miyiz? Yahut şöyle söyleyeyim; gerçekten o kadar mutlu muyuz? Eğer mutluluğumuzun altını bu kadar kalınca çizmek istiyorsak ve Nietzsche haklıysa, böyle bir durumda "like"larımız oranında büyük bir acıyı bir yerlere saklıyor, görmezden geliyor, varlığını hissetmemize rağmen yok saymaya kalkıyor olabilir miyiz?

Zira "acı kurnazdır," diyor Byung-Chul Han. "Bastırıldığında gizli bir köşede 'görünmez bir sermaye' şeklinde faiz üzerine faiz alarak birikir."

Biz bunca acıyı nerede biriktiriyor olabiliriz? Aynılığın cehenneminde hapsolduğumuz o koskoca karanlıkta mı? Biriktirdiğimiz acı büyüdükçe, biz onu o karanlık köşede görmezden geldikçe giderek katılaşıp içimizde habis bir ura dönüştüğünü kabul etmek istemiyoruz. Acımızla tanışıp, onu sağaltmaya çalışmaktan uzak durdukça sebebini çözemediğimiz bir depresyon kaplıyor içimizi.

Üstüne bir de acılarımıza yenilerini ekleme korkusundan doğan o hareketsizliğin sıkıntısı, Han'ın tabiriyle "aynılığın cehennemi" de ekleniyor. Kapana kısılmış gibi kalakalıyoruz.

Değişmek istiyoruz. Dilimizde belki de en çok dolanan kelime "değişim". Fakat bu değişimin mümkünse "acısız" olmasını arzu ediyoruz. İlişkimiz değişsin, yaptığımız iş değişsin, yaşam standardımız değişsin… Fakat mümkünse bu süreç bize hiç acı vermesin.

Nedense böyle bir ihtimal olduğuna inandırılmışız. Üniversitede psikoloji okurken adeta "ithal edilmiş" gibi aniden bir kavram çıkmıştı karşımıza: Pozitif Psikoloji. ABD'deki Pozitif Psikoloji yüksek lisans programlarından daha kolay kabul alınıyor, buralarda "mutluluğun formülü" araştırılmaya başlanıyordu. O zamanki aklımla bile bir öfke duymuştum bu "pozitif psikoloji" meselesine… İnsanın içinde bulunduğu insanlık dışı hallere "alıştırılmasının" ilmi gibi gelmişti yapılmak istenen… Byung-Chul Han'ın da pozitif psikolojiye benzer bir yerden tepki verdiğini görünce içime su serpilmiş gibi hissettim.

Pozitif psikolojinin üstümüze uygun diktiği o acısız mutluluk tarifinin ne kadar süflî olduğunu söylüyor Han. Acısız değişimin/dönüşümün mümkün olmadığını ekleyerek devam ediyor. Hakiki dönüşümlerin acı verdiğini, gerçek bir reformun ancak acı çekmeyi göze alarak yapılabileceğini anlatıyor. Buradaki "hakikat" vurgusu önemli. Hakikatin acıtıcı olduğunun altını çiziyor. Mesela iki şeyin arasındaki bağın gerçekten var olduğunu, kopuşların acısından anlayabildiğimizi söylüyor.

Şu durumda acısını hiç hissetmediğimiz (önüme düşen videodaki terapistimiz öyle salık veriyor çünkü) bir ilişkinin gerçek olup olmadığını, hakikatini de sorgulayamaz hale geliyoruz. Hangi ilişkimizin gerçek, hangisinin sahte olduğunun sağlamasını yapamadığımız bir dünyada haliyle kendimizi giderek daha yalnız hissediyoruz.

Neyin gerçek, neyin sahte olduğunu ayıramayan, yalnızlığına sıkışıp kalmış insanın bir de aslında bu dünyada fani olduğunun bilgisiyle başa çıkması gerekiyor. "Acı insanın faniliğinin temel ruh halidir" diye yazmış Han. Öleceğini bilen, bildiği için çektiği acıyla baş etmeyi öğrenmeye çalışan insan. Acı çeken insan, yani Homo Doloris

Fakat tam da öleceğimizi bilmenin yarattığı bir boşluk, bir aydınlık da yok mu? Kendi ölümünün bilgisine sahip olmanın yaşama deneyimine bizzat kattığı bir değer yok mu?

Han bunu şöyle tarif ediyor: "Ölüm ve acı birbirine aittir. Acıyı yok etmek isteyen ölümü de ortadan kaldırmak zorundadır. Ama ölüm ve acısı olmayan hayat insanî bir hayat değil ölmemişlik hayatıdır."

Belki de bu yüzden Roma imparatoru Marcus Aurelius kulağına ara ara "Memento mori" kelimelerini fısıldaması için birisini görevlendirmiş. "Ölümünü hatırla." Öleceğin bilgisinden sonra her şey boş çünkü. Orada bir nihayet var ve biz o nihayetin bilgisiyle baş başayız. Ve sanki mutluluk o boşluğun içerisinde filizleniyor.

İç karartıcı bir pazar yazısı, diye düşünmeyin.

Aksine, içinizdeki o tarifsiz sıkıntının sebebi kendinizi mahkûm ettiğiniz ve konfor alanı sandığınız o hareketsiz/eylemsiz durma hali olabilir. O alanın dışı elbette tehlikeler ve risklerle dolu.

Ve tabii acıyla… Fakat durmanın, hareketsiz kalmanın verdiği o iç sıkıntısına ve depresyona kıyasla dönüşürken karşınıza çıkacak acılar hem daha insanî hem daha canlı değil mi?

Mutsuzluktan kaçmak yerine mutluluğu anlamaya çalışmak… Mutluluğu tarif etmeye çabalarken acının da mutluluğa dahil olduğunu bilerek, başımıza geleceklere "eyvallah" demek…

Belki de asıl olan bu… Bir düşünelim derim.

Eray Özer kimdir?

Eray Özer ODTÜ’de psikoloji okudu, sosyoloji hatmetti. Akabinde Bilgi Üniversitesi’nde yüksek lisans, Anadolu Üniversitesi’nde ise tez aşamasına takılan bir doktora ile akademik hayattan bir türlü elini eteğini çekemedi. Hatta iki yıl boyunca Kadir Has Üniversitesi’nde sosyoloji dersleri verdi.

Meslek hayatına Radikal Gazetesi’nde başladı, kısa süreli televizyon haberciliği deneyiminin ardından Doğuş Dergi Grubu’nda devam etti.

Son olarak ise Cumhuriyet hafta sonu eki Sokak’ı çıkaran ekipte yer aldı. Radikal, Birgün, Cumhuriyet ve Diken’de yazdı.

Yaklaşık dört sezondur devam eden bir podcast içeriği hazırlıyor. Buzdolabının tarihinden Yapay Zekâ’ya, Roman halkının hikâyesinden Kayıp Kıta Mu’ya birbirinden farklı konular hakkında hiç bilinmeyenlerin anlatıldığı "Yeni Haller" ismindeki podcast yayınına Spotify'dan veya tüm podcast uygulamalarından ulaşabilirsiniz.

Kapitalizm bir kez daha galip geldi. Geldiğimiz noktada OpenAI'ın yeni seçilen yönetim kurulunda ABD eski Hazine Bakanı bile var. Altman'a meydan okuyan ekip ise tasfiye edildi

Habermas ve arkadaşlarının ısrarla tarif ettiği demokratik ethos alanının aslında bir noktadan sonra İsrail şiddetine sessiz kalınan bir "mazeret alanına" dönüşüp dönüşmediği meselesi bugünün felsefecilerinin, tarihçilerinin ve academia'sının omuzlarına yeni bir yük getiriyor

Veli Yılmaz'ın ve onunla birlikte Neyyire Özkan'ın ve Hazal'ın insanın içinde "çok beklemiş, çok eski bir yeri kanatan" yaşam öyküsüne ortak olmak, devrimci mücadelenin izini bir de onun yaşamı üzerinden sürmek isterseniz, buyurun okumaya

© Tüm hakları saklıdır.

QOSHE - Acı çekmek hakikatse, hakikiyiz ikimiz de - Eray Özer
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Acı çekmek hakikatse, hakikiyiz ikimiz de

13 1
03.12.2023

Diğer

Konuk Yazar

03 Aralık 2023

Geçenlerde bir psikoloğun videosu düştü önüme. "Bir ilişki sizi mutlu etmek için vardır" diyordu. "Mutsuz ediyorsa o ilişkide kalmamalısınız." Böyle mi sahiden diye düşündüm. İçi mutlulukla dolu, mutsuzluğa tahammülü olmayan ilişkiler midir bu işin doğrusu? Peki o zaman mutluluk ne? Birbirimize mutsuzluk vermemeye çabalarken aslında bir tür ilişkisizliğe tıkılıp kalmıyor muyuz? Karşımızdakine belirli bir mesafede durup, o güvenli mesafeden ilişkilenmeye çabalarken aslında olmayacak duaya amin demeye çalışır gibi görünmüyor muyuz?

Zira kendimizi, birbirimizi ve hayatın kendisini anlama çabası genellikle mutlulukla el ele veren bir çaba gibi görünmüyor. Aksine, o yolculukta insanı daha çok acı veren bir şeyler bekliyor sanki. Tam bunları düşünürken Byung-Chul Han'ın Metis'ten çıkan "Palyatif Toplum: Günümüzde Acı" kitabı geçti elime. Han, acıdan fobi derecesinde (buna algofobi deniyor) korkan bir topluma dönüşmemizi anlatıyor kitabında.

İçinde hiçbir sürtüşmenin olmadığı ilişkiler, mutsuzluktan zinhar uzak durulan bir yaşam felsefesi dayatması, çevremizde yaşanan ve duyması acı veren her türlü tecrübeye kulaklarımızı kapatarak sürdürülmeye çalışılan bir hayat… Acının her türlüsüne karşı keskin bir detoks hâli…

Öyle keskin ki, Byung-Chul Han acının sadece fiziksel olana indirgendiği, tıp alanında insan bedenine hapsedildiği ve kuvvetli ağrı kesicilerle palyatif bir şekilde tedavi edilmek istendiği bir topluma dönüştüğümüzü söylüyor.

Acı hissimizi yitirdikçe, ondan uzak durma çabasını hayatın amacı haline getirdikçe bir tür sıradanlığın, bir sıkışmışlığın içine hapsoluyoruz oysaki… Han, "aynılığın cehennemi" diyor, bu sıkıştığımız yere.

Üstelik aynılığın cehenneminde bir de mutlu olmak zorundayız. Ya da mutlu görünme… Mutluymuş gibi yapma…

Oysa unuttuğumuz bir şey var: Acı yoksa, mutluluk da yok. Çünkü acı bir kerteriz aslında. Bir sınır çizgisi. Farklıya, değişik olana giden yolda bireyin ödediği bir bedel. Aşkın içinden acıyı çıkarın mesela. Yahut acı çekme ihtimalini… Artık aşk diyebilir miyiz geriye kalan şeye?

Evrimsel olarak düşünelim: Neyin tehlikeli olduğunu acı sayesinde öğrenebiliyoruz. Sınırlarımızı acı tarif ediyor. Bu çok sıcak, yakıyor. Dokunma! Fakat sıcağı bulmak, sınırlarımızı görebilmek için konfor alanımızın dışına çıkmamız, keşfe koyulmamız gerekiyor. Oturduğumuz yerde ateş yok. Ateş yoksa acıyı hissedebileceğimiz bir tecrübe yok.

Acı keşif yolculuğunun olasılıklarından biri ve hiç de öyle sonsuza kadar uzak kalınabilecek bir ihtimal değil. Aslında acıdan uzak durmayı mutlaklaştırdığımızda hareketsiz kalmaya karar vermiş oluyoruz. O an ne yapıyorsak, onu yapmaya devam ediyoruz. Bir şeylerin değişmesinden, değişip bize zarar vermesinden korkar hale geliyoruz. Durumumuzu idare ediyoruz aslında. Ne kadar ve nereye kadar yapıyoruz bunu, onu da bilmiyoruz.

"Acı ve mutluluk ikiz kardeşlerdir. Birlikte büyüyen ya da birlikte güdük kalan" diyor Nietzsche. Ona bir destek de İtalyan edebiyatçı Aldo Palazzeschi'den geliyor: "Daha önce insanî acının derinliklerinde gömülü........

© T24


Get it on Google Play