Diğer

Konuk Yazar

05 Şubat 2024

Dünyaya ne oluyor? Bu aralar kafamı kurcalayan soru bu… Bir şeyler olduğu kesin. Giderek daha otoriter ve popülist liderlerin dünyasına dönüşüyor. Vekalet savaşları farklı coğrafyalarda giderek hız kazanıyor. Ekonomik kriz dünya genelinde derinleşiyor. Sağ hareketler her yerde yükseliyor. Popülist sağcı liderler adına “sol” dedikleri hayalî bir canavarın kafasına ellerine geçen tüm kavramları fırlatmak suretiyle saldırıyor. Ezilen sınıflar öfkelerini kendilerini sömürenlere değil de, popülist otoriter liderlerin işaret ettiklerine yöneltiyor.

Oysa hani böyle olmayacaktı? Hani Fukuyama bize Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Sovyetler’in çöküşü sonrası tarihin sonuna geldiğimizi, artık piyasa ekonomisi ile demokratik kurumların el ele vererek kardeşçe yaşayacağını müjdelemişti? Hani büyüme ve genişleme çok uluslu şirketler eliyle zaman içerisinde farklı coğrafyalara yayılacak, yayıldığı coğrafyalardaki kapalı toplumlar dinamik yapıları karşılarında görünce açılıp saçılacaktı? Hani katı kuralları, tek adam yönetimlerini hiç sevmeyen liberal sermaye, beraberinde getirdiği demokrasi tarifinin yatırım yaptığı topraklarda da geçerli olması için ısrarcı olacaktı?

Ne oldu da, pembe panjurlu neoliberal hayallerimiz yalan oldu?

Bu soruya tek bir yazıyla cevap vermek elbette mümkün değil. Fakat demokrasi ve kapitalizm ilişkisine dair son dönemde yaptığım okumalardan belki birlikte bir sesli düşünme denemesi yapabiliriz. O halde başlayalım…

Öncelikle popülist sağın saldırdığı gerçekten sol mu? Burayı bir düzeltmemiz gerekiyor. Geçen haftaki yazıda ABD’de yükselen sağın kendisine hedef belirlediği bazı “sol” kavramlara nasıl saldırdığını anlatmıştım. Evet, kavramlar sol literatürün bağrından çıkan kavramlar ama kavramların içini boşaltanların, bu kavramlar etrafında gerçek bir toplumsal reform örgütleyemeyip sağın alay konusuna dönüşenlerin gerçekten “sol” yapılar olduğuna emin miyiz?

Bunlar sol değil de bizzat merkezin kendisi olmasın sakın? Yoksa merkezdeki bu beceriksiz kadroları “aşırı sol” diye tarif etmek popülist politikacıların gayet işine geliyor ve aslında müesses nizam kendi “düzen karşıtı” görünümlü düzen bekçilerini solun -ve merkezin- üzerine salıyor olabilir mi?

Mesela ABD’de Trump’ı ve kötü taklitlerini düşünelim. “Woke” diyenin kafasına, “Eleştirel Irk Teorisi” diyenin midesine her fırsatta birer yumruk indiriyorlar. Onlara göre bu kavramlar bir grup “beyaz” elit Hollywood yıldızının liberal hassasiyetlerinden ibaret.

Peki gerçekten öyle mi? Ya da bu, popülist sağın bir “sihirbazlık hilesi” mi yoksa? “Woke”u elitlere, Biden’ı “woke”a, Hillary’yi Biden’a bağla… Hepsini bir torbaya koy ve çalkala çalkala, getir önümüze “işte radikal sol” diye dök.

Reklamcı jargonuyla söylersek “bunu satın alıyor muyuz” sahiden?

Acaba mesele, demokratik kurumlara inancını yitirmekte olan ve kendi sınıfının sesine saygı duyulmadığını düşünenlerin öfkelerini ne yapacağını bilememesi olabilir mi? Yaşanan, bu öfkeyi popülizmle yoğuran yeni bir dilin, merkezin beceriksizlerine kesilen faturayı işgüzarca ve tam da düzenin iş birlikçilerinin istediği gibi sola havale etmesi olmasın?

Oysa derdimiz eğer gerçekten solun duruşuyla ilgili bir değerlendirme yapmak ise gelin Sanders ile Trump arasındaki bir önceki seçimde aşırı derecede popüler olan kampanya söylemlerindeki benzerliklere bakalım. Her iki taraf da kararların sırtını müesses nizama dayamış yerleşik bir elit tarafından alındığı hileli bir siyasi ve ekonomik sisteme vurgu yapıyordu. Yine her iki taraf da merkezdeki bu elitlerin başarısızlığının maliyetinin emekçi sınıflara yüklendiğini söylüyordu. Yine her iki tarafa göre de küresel şirketlerin çıkarları Amerikan halkının çıkarlarının önüne geçmişti. (Alexander Stern’ün “Liberalizm Nasıl Savunulmaz” makalesi bu anlamda çok önemli saptamalar yapıyor.)

Söylemlerin birinin daha gelişmiş bir diğerinin daha ilkel bir dile sahip olmasına, yahut birinin gerçekten ezilenlerin sesi olmayı amaçlarken diğerinin popülizm adına bu söylemi araçsallaştırmasına şimdilik takılmayalım. Trump ve benzeri popülistlerin bir gerçeği büyük bir yalanın etrafına paketlemesi ve bunda nasıl başarılı olduğu tamamen başka bir yazı konusu… Fakat aradaki bu benzerlik size de şaşırtıcı gelmiyor mu?

Keza bir başka örnek… Avrupa solunun önemli ismi Varoufakis’le röportaj yapan bir gazeteci “Sizin Birleşik Krallık'taki en yakın siyasi benzerleriniz Boris Johnson ve Nigel Farage olabililir” dediğinde önce şaşırıp "Ne?" diye cevap veriyor Varoufakis. Gazeteci devam ediyor: "Hepiniz anti-politikacısınız. Mesela Ukrayna'daki çatışmaya ilişkin görüşleriniz Nigel Farage'ınkilerden neredeyse farksız.”

Varoufakis "Haklı olduğunuz bir nokta olması çok üzücü," diye yanıtlıyor bunu. “Çünkü ben düzen karşıtıyım. Ama doğru, bu insanlar düzen karşıtlığını, düzenin çıkarları için işlevsel olacak şekilde sahipleniyorlar. Orbán, Polonya hükümeti, Trump, Farage, Johnson, Mussolini arasında hiçbir fark görmüyorum.”

Yani buradan bir yerlere varmaya başladık sanki… Hedefte aslında demokrasiye, demokratik kurumlara duyulan bir öfke var. Çünkü ezilen sınıflar için hiçbir şey kendilerine vaat edildiği gibi olmadı. Kapitalizmin demokrasiyle kol kola kardeş kardeşçe yaşayacağı anlatısı bugün çatırdıyor. İnsanların sisteme olan inançsızlığını arkasına alan popülist sağ, merkez siyaseti sol olarak tanımladığında bir taşla iki kuş vurmuş oluyor: Hem merkezdeki müesses nizamın temsilcisi olan elitleri, hem de onun soluna düşen herkesi…

Varoufakis demişken gelelim meselenin bir başka yüzüne ve büyük bir soru soralım: Hala kapitalizmle mi yönetiliyoruz sahiden? Yoksa kapitalizm çoktan başka bir forma büründü ve biz bu yeni formun adını koymaya mı çalışıyoruz?

Varoufakis’e göre artık feodalizmdeyiz. Şu yüzden: Artık üretenler değil, kira/komisyon alanların dünyasındayız. Jeff Bezos örneğin… Son kitabı ‘Tekno-Feodalizm – Kapitalimi Ne Öldürdü’ kitabında “Jeff üretmez” diyor Varoufakis, “Kiralar.” Airbnb, Uber, Google, Facebook… Ve daha pek çoğu gibi… Yani bu milyarderleri milyarder yapan her şeyi kiralamaları, karşılığında komisyon almalarıdır. Sistemin adı feodalizmdir. Bizler de serfleriz.

Gözü dönmüş bir şekilde büyüyen bu şirketler sistemden para çıkarırken yerine bir mal, bir meta, bir değer koymazlar. Ve o kadar büyümüşlerdir ki, artık ülkelerden daha büyük, daha güçlüdürler. Regülasyonların oturmadığı teknoloji dünyasında sadece kârlarını büyütmek için kanun koyuculara baskı yaparlar, kanunları manipüle ederler ve bir şekilde yollarına devam ederler.

Oysa ne diyordu Keynes: Tekelleşme, tröstler… Bunlar kapitalizme iyi gelen şeyler değildi. Kapitalizm yoluna böyle deve dişi şirketlerle devam etmeyecekti. Kanun koyucudan daha güçlü, devletlerden daha zengin şirketler ve onların yönetim kurulları kârı artırmaktan başka bir şey düşünmezler ve sendikal haklar, işçi hakları gibi kapitalizmin olmazsa olmazı kurallarını tanımazlar.

Varoufakis buna kapitalizm sonrası feodalizm diyor. Bir diğer düşünür Shoshana Zuboff ise kapitalizmin başka bir türü olarak tanımlıyor: Gözetim Kapitalizmi. Kitabı Türkçeye Gözetleme Kapitalizmi Çağı diye çevrildi ama bana “Gözetim Kapitalizmi” ismi daha doğru geliyor.

Zuboff’a göre artık ürün biziz. Hepimiz internet denilen alemdeki varlığımızla birer metaya dönüşmüş durumdayız. Online alışkanlıklarımız artık birer değer. Dolayısıyla sürekli izleniyor, ne yaptığımızın bilgisini sürekli olarak karşı tarafa iletiyoruz. Özel alanlarımız artık ifşa edilmiş durumda. Kamusal alan ile özel alanlarımız arasındaki çizgi yok oldu. Beğenilerimiz, kişiliğimiz, arzularımız pazarda alınıp satılan ürünlere dönüştü.

Eski kapitalizm, Zuboff’un tarifiyle yönetimsel kapitalizm nasıl Ford, General Motors gibi markalar tarafından mükemmelleştirilip kurallara bağlandıysa Gözetim Kapitalizmi’ni ete kemiğe büründüren, normlarını belirleyen de Google oldu. Bu yeni kapitalizmin veri toplama araçlarını icat eden ve yöntemlerini belirleyen (hedefli pazarlama ve reklam gibi…) Google bugün artık uluslar ötesi bir varlık, bir otorite…

Evet, her iki kapitalizm türünde de çok uluslu şirketleri görüyoruz. Fakat bazı temel farklar var:

Bugünün dünyasında dünyanın en büyük şirketlerinin bunların hiçbirini gerçekleştirmesine gerek yok. “Bulut”ta gezinen “Büyük Veri”nin pazarlanması suretiyle milyar dolarlar el değiştiriyor.

Zuboff’a göre bu yeni kapitalizm yani Gözetim Kapitalizmi öncekine göre çok daha açgözlü ve acımasız. Daha çok artı değer için her yolu mubah görüyor, hızlı bir şekilde genişleyip daralabiliyor ve çok daha güçlü. Ayrıca yeni gelişmeler karşısında kendisini çok hızlı dönüştürebiliyor, adapte edebiliyor. Dolayısıyla devrilmesi, sarsılması daha güç.

Yazıyı burada kesmem gerekiyor. Zira bir sonraki konuya geçersem yazı okunamayacak kadar uzun bir hal alacak.

Aslında anlatmak istediklerimin tamamını anlatamadım. Çok uluslu şirketlerin halka açık yapılarının ve dizilere konu olan (bkz. Succession) yönetim kurullarının kâr ve büyüme odaklı yaklaşımlarının yarattığı tehlikeden ve bu tehlikenin ortaya çıkardığı bazı tartışmalardan bahsetmek istiyordum.

Bir de tabii işin insan boyutunda yaşananlara… Örneğin pandemi sonrası ortaya çıkan prekaryalaşma sürecinin çalışma hayatına etkilerine… Eğitimli orta sınıfların “çalışmadan yaşama” eğilimlerine…

Gelin bunu da bir sonraki yazıda yapalım.

“Eski dünya ölüyor ve yeni dünya doğmak için mücadele ediyor. Şimdi canavarlar zamanı” diyordu İtalyan düşünür Antonio Gramsci. Yirminci yüzyılın başını işaret ediyordu. Gramsci’nin doğumunu beklediği yeni dünya -en azından onun umut ettiği biçimiyle- doğmadı. Tarihin akışını önceden kestirmek, toplumsal kırılmaları tahmin etsek de kırılmanın ne yönde gerçekleşeceğine dair somut bir tahlilde bulunmak pek mümkün olmuyor.

Fakat en azından bugün etraftaki “canavarlar” bize bir şeylerin öldüğünü, yeni bir şeylerin de doğmakta olduğunu gösteriyor. Ne dersiniz?

Eray Özer kimdir?

Eray Özer ODTÜ’de psikoloji okudu, sosyoloji hatmetti. Akabinde Bilgi Üniversitesi’nde yüksek lisans, Anadolu Üniversitesi’nde ise tez aşamasına takılan bir doktora ile akademik hayattan bir türlü elini eteğini çekemedi. Hatta iki yıl boyunca Kadir Has Üniversitesi’nde sosyoloji dersleri verdi.

Meslek hayatına Radikal Gazetesi’nde başladı, kısa süreli televizyon haberciliği deneyiminin ardından Doğuş Dergi Grubu’nda devam etti.

Son olarak ise Cumhuriyet hafta sonu eki Sokak’ı çıkaran ekipte yer aldı. Radikal, Birgün, Cumhuriyet ve Diken’de yazdı.

Yaklaşık dört sezondur devam eden bir podcast içeriği hazırlıyor. Buzdolabının tarihinden Yapay Zekâ’ya, Roman halkının hikâyesinden Kayıp Kıta Mu’ya birbirinden farklı konular hakkında hiç bilinmeyenlerin anlatıldığı "Yeni Haller" ismindeki podcast yayınına Spotify'dan veya tüm podcast uygulamalarından ulaşabilirsiniz.

Çok farklı etnik kökenden insanın bir arada yaşadığı ABD’de bugün artık eşitsizliklere karşı “uyanık/woke” olmakla itham edilmek pek çok insan için hakaret anlamına geliyor

Her şey hem canımızı yeteri kadar sıkacak kadar monoton ve lüzumsuz, hem de canımız her sıkıldığında bulabildiği her delikten üzerimize yağacak kadar bol ve geçici

Futbol takımı yönetiyorlar örneğin… Yönetmeye devam ediyorlar. Televizyonlarda spor yorumculuğu yapıyorlar. Bir tanesi de “Ben senin dolarları poşet poşet gezdiren aklına niçin güveneyim de takım emanet edeyim” sorusuyla karşılaşmıyor demek ki

© Tüm hakları saklıdır.

QOSHE - Bildiğimiz kapitalizmin sonu mu: Şimdi canavarlar zamanı (1) - Eray Özer
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Bildiğimiz kapitalizmin sonu mu: Şimdi canavarlar zamanı (1)

14 21
05.02.2024

Diğer

Konuk Yazar

05 Şubat 2024

Dünyaya ne oluyor? Bu aralar kafamı kurcalayan soru bu… Bir şeyler olduğu kesin. Giderek daha otoriter ve popülist liderlerin dünyasına dönüşüyor. Vekalet savaşları farklı coğrafyalarda giderek hız kazanıyor. Ekonomik kriz dünya genelinde derinleşiyor. Sağ hareketler her yerde yükseliyor. Popülist sağcı liderler adına “sol” dedikleri hayalî bir canavarın kafasına ellerine geçen tüm kavramları fırlatmak suretiyle saldırıyor. Ezilen sınıflar öfkelerini kendilerini sömürenlere değil de, popülist otoriter liderlerin işaret ettiklerine yöneltiyor.

Oysa hani böyle olmayacaktı? Hani Fukuyama bize Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Sovyetler’in çöküşü sonrası tarihin sonuna geldiğimizi, artık piyasa ekonomisi ile demokratik kurumların el ele vererek kardeşçe yaşayacağını müjdelemişti? Hani büyüme ve genişleme çok uluslu şirketler eliyle zaman içerisinde farklı coğrafyalara yayılacak, yayıldığı coğrafyalardaki kapalı toplumlar dinamik yapıları karşılarında görünce açılıp saçılacaktı? Hani katı kuralları, tek adam yönetimlerini hiç sevmeyen liberal sermaye, beraberinde getirdiği demokrasi tarifinin yatırım yaptığı topraklarda da geçerli olması için ısrarcı olacaktı?

Ne oldu da, pembe panjurlu neoliberal hayallerimiz yalan oldu?

Bu soruya tek bir yazıyla cevap vermek elbette mümkün değil. Fakat demokrasi ve kapitalizm ilişkisine dair son dönemde yaptığım okumalardan belki birlikte bir sesli düşünme denemesi yapabiliriz. O halde başlayalım…

Öncelikle popülist sağın saldırdığı gerçekten sol mu? Burayı bir düzeltmemiz gerekiyor. Geçen haftaki yazıda ABD’de yükselen sağın kendisine hedef belirlediği bazı “sol” kavramlara nasıl saldırdığını anlatmıştım. Evet, kavramlar sol literatürün bağrından çıkan kavramlar ama kavramların içini boşaltanların, bu kavramlar etrafında gerçek bir toplumsal reform örgütleyemeyip sağın alay konusuna dönüşenlerin gerçekten “sol” yapılar olduğuna emin miyiz?

Bunlar sol değil de bizzat merkezin kendisi olmasın sakın? Yoksa merkezdeki bu beceriksiz kadroları “aşırı sol” diye tarif etmek popülist politikacıların gayet işine geliyor ve aslında müesses nizam kendi “düzen karşıtı” görünümlü düzen bekçilerini solun -ve merkezin- üzerine salıyor olabilir mi?

Mesela ABD’de Trump’ı ve kötü taklitlerini düşünelim. “Woke” diyenin kafasına, “Eleştirel Irk Teorisi” diyenin midesine her fırsatta birer yumruk indiriyorlar. Onlara göre bu kavramlar bir grup “beyaz” elit Hollywood yıldızının liberal hassasiyetlerinden ibaret.

Peki gerçekten öyle mi? Ya da bu, popülist sağın bir “sihirbazlık hilesi” mi yoksa? “Woke”u elitlere, Biden’ı “woke”a, Hillary’yi Biden’a bağla… Hepsini bir torbaya koy ve çalkala çalkala, getir önümüze “işte radikal sol” diye dök.

Reklamcı jargonuyla söylersek “bunu satın alıyor muyuz” sahiden?

Acaba mesele, demokratik kurumlara inancını yitirmekte olan ve kendi sınıfının sesine saygı duyulmadığını düşünenlerin öfkelerini ne yapacağını bilememesi olabilir mi? Yaşanan, bu öfkeyi popülizmle yoğuran yeni bir dilin, merkezin beceriksizlerine kesilen faturayı işgüzarca ve tam da düzenin iş birlikçilerinin istediği gibi sola havale etmesi olmasın?

Oysa derdimiz eğer gerçekten solun duruşuyla ilgili bir değerlendirme yapmak ise gelin Sanders ile Trump arasındaki bir önceki seçimde aşırı derecede popüler olan kampanya söylemlerindeki benzerliklere bakalım. Her iki taraf da kararların sırtını müesses nizama dayamış yerleşik bir elit tarafından alındığı hileli bir siyasi ve ekonomik sisteme vurgu yapıyordu. Yine her iki taraf da merkezdeki bu elitlerin başarısızlığının maliyetinin emekçi sınıflara yüklendiğini söylüyordu. Yine her iki tarafa göre de küresel şirketlerin çıkarları Amerikan halkının çıkarlarının önüne geçmişti. (Alexander Stern’ün “Liberalizm Nasıl Savunulmaz”........

© T24


Get it on Google Play