Diğer

T24 Haftalık Yazarı

03 Aralık 2023

Oto Sanayi Sitesi'nde araba tamircilerinden başka mekanların bulunması, pek eski bir gelenek değil. Daha doğrusu gelenek değil. Her türden araba tamircisinin dükkanının yanında, en fazla birkaç esnaf lokantası olur. Bir büfe, bir küçük köfteci, birkaç da dükkan bulunur. Hani araba boyası, aksesuarı falan satan.

En fazla, ana caddede bir noter, bir banka olsun hadi.

Ama bir gezin Maslak Oto Sanayi Sitesi'ni, inanamayacaksınız. Cafe'ler, şık restoranlar, galeriler ve sanatçı atölyeleriyle adeta bir "cazibe merkezi" konumunda artık…

Dediğim gibi, yeni sayılan bir moda. Biraz daha Amerikan sanki. Hani loft tipi evlerde yaşamak, araba tamirhane bölgesinde bir atölyede çalışmak falan, bize olmayacak şeylerdi yoksa. 90'lı yılların ortasında tek tük sanatçı dükkan kiralayıp eserlerini burada yaratmaya başladılar. 2000'li yıllarda sayılar oldukça arttı. Ev olarak kullanılan, hatta şık ve çok farklı döşenmiş dükkanlara rastlamaya başladık.

Avangart sanatçıların "mahalle"ye gelmesi, Sanayi Sitesi'ne farklı bir popülerlik kattı. Aslında neden çok basit ve fonksiyoneldi; sanatçı, ustalarla yan yana olunca, çok daha hızlı ve verimli şekilde üretebiliyordu. Eserine anında müdahale edebiliyor, ustanın başında durabiliyordu. Demir mi bükülecek, taş mı yontulacak, ağaç mı oyulacak, değişik ebatta bir metal levha mı lazım oldu; her tür usta ve alet civarda mevcuttu. İstanbul'un keşmekeş trafiğine girmeye gerek yoktu.

Ancak popülerleşme, değişik kalabalıkları da çeker oldu. Zaten otoparkı olmayan bir yerleşkede, düzensizlikle birlikte trafik iyice arapsaçına döndü. İki, hatta üç sıra park edenler, kapanan yollar, herkesin kafasına göre yaptığı düzenlemeler ve tamiratlarla, rahat rahat dolaşmak çok güç.

Yine de, sanatçı tarafından baktığımda, sanatçının ustasıyla, boyacısıyla, cilacısıyla yan yana olması, çok büyük avantaj…

Ortak dostlarımız varmış meğer. Geçenlerde bir akşamüstü, Ayla Turan'ın Atatürk Oto Sanayi Sitesi'ndeki atölyesine kahveye davet edildim.

Ayla Turan; Contemporary'de Haliç'e bakan paraşüt açan heykeliyle hayran olduğumuz Ayla Turan. Gülen çocukları, lolipop yiyen mutlu çocukları, hiçbir şey düşünmeden bir ayağını sallayarak yatan çocukları… Bence heykel sanatının son yıllardaki en büyük isimlerinden biri. Nedense bana hep "herhalde 70 yaşında falandır" gibi gelen, oysa karşımda duran gencecik, güler yüzlü, sıcacık bir kadın.

"Hadi bir kahve daha" falan derken sohbetler koyulaştı. Komşuymuşuz meğer, hep beraber kahvaltı yapalım diye sözleştik. Gürültüsüz, sakin bir eski zaman çay bahçesinde oturduk birkaç gün sonra. Sabah, öğlene evrildi. Konuşacak ne çok şeyimiz varmış meğer. "Ars longa, vita brevis" derler. "Sanat uzun, hayat kısa."

Sevdiğim bir sözdü, bu kadarını biliyordum. Baktım, meğer daha devamı da varmış:

Ars longa, vita brevis, occasio praeceps, experimentum periculosum, iudium difficile…

Sanat uzun, hayat kısa, zaman acı, deneyler tehlikeli, kararlar zor!

Zaman ne acı; ne kadar acı. Nasıl da insanı kanırtacak, içten içe söndürecek kadar acı…

Sanat, nasıl sonsuz. İnsan ne kadar yetersiz…

Neyse, biz çok konuştuk. Ben bu yazımda başrolü Ayla Turan'a vermek istiyorum. Başröl, tüm dünyayı sanki bir duruşa sığdıracak cesaretle eserler yaratan, sıfır sanatçı egosuyla dost olunan Ayla'nın.

Gezgin ruhlu, biraz da değişmekten, hayatını bir anda değiştirmekten korkmayan bir baba. Balkan göçmeni, Trakyalı. Sıkılıyor buralardan, Şişli'deki çiçekçi dükkanını kapatıyor, yaşadığı İstanbul'u terk ediyor. Önce Avusturya'ya, bir yıl sonra da Almanya'ya yerleşiyor. İşçi, Almanlar'ın "gastarbeiter" dedikleri konuk çalışan.

Gemilerde kaynak ustası olarak çalışmaya başlıyor. Girişken, bulunduğu ortama kolaylıkla ayak uyduran, sevimli bir adam. Almanca'yı öğrenip, ülkeye iyice yerleşince, evlenmeye karar veriyor. Yine Trakyalı, güzeller güzeli bir kızla görücü usulü evleniyorlar. Çabucacık da Almanya'ya gidiyorlar. Kanunlar şimdiki gibi değil tabii; ne aile birleşimi prosedürleri, ne yabancı dil sınavları, ne vize kuyruklarında yıllar süren çileler. İnsan bir şeyi istedi mi, hemen yapabiliyor; öyle zamanlar.

Neyse, Yunanistan'dan Türkiye'ye mübadele ile göçen ailenin güzel kızı, Almanya'ya ayak uyduruyor hemen. Becerikli, çalışkan. Elinden her iş geliyor; dikiş dikiyor, evini güzelleştiriyor, olmayanı var ediyor.

Önce bir kız, derken hemen ardından ikinci kızları doğuyor. Küçük kız, Ayla, yaşadıkları evi, Almanya'yı çok net hatırlıyor. Parklarda oynadıkları oyunları, televizyonda izledikleri çizgi filmleri, en çok da altı yaşındayken evlerini terk edişlerini.

"Tam Türkiye'ye gelmek üzere yola çıkıyorduk. Evimizi çok seviyordum. Eski bir apartmanın birinci katındaydı. Apartman girişinde yeşil karolar bir de tahta tırabzan vardı. Ben o tahta tırabzana dokunup merdivenlerden inmeyi severdim. Almanya'yı terk ediyorduk, biliyordum". Son bir kez tırabzana dokunuyor ve o küçük kız dünyasında bile "buraya son dokunuşum" diyerek duygu dolu bir veda ediyor.

Almanya'yı arkada bırakıp Çatalca'ya geliyorlar. Annenin ailesi orada. Anneanne ve on torunuyla, mutlu bir çocukluk dönemi başlıyor. Mutlu, ancak dönem itibariyle Hamburg yıllarından farklı bir yaşam. Gaz lambası, soba, susuzluk… Derken 80 ihtilali ile evde saklanan kitaplar. Daha bir sepya tonlarda geçen günler.

Derken baba Lüleburgaz'da bir çiçekçi dükkanı açmaya karar veriyor. Oraya taşınıyorlar; Ayla ortaokul ve liseyi Lüleburgaz'da bitiriyor. Müziği çok seviyor, resim yapmayı daha da çok seviyor. Babasının çiçekçisinde, buket süslemesinde kullanılan objelerle, kendince sanat eserleri üretiyor. Trakya'nın güzel doğasını inceliyor, dere kenarına gidip saatlerce kurbağaları seyrediyor.

Şansı, Dokuz Eylül Üniversitesi Heykel Bölümü'nden mezun olan resim öğretmeni. Öğretmenin ismi Fadime Tomar. O zamanlar daha yeni mezun, gencecik bir kız. Ayla'nın öğrenme isteğinden, yapma becerisinden çok etkileniyor. Küçücük evinde, sabahın kör saatlerinde, hafta sonlarında, akşamları, Ayla'yı çalıştırıyor. Fadime Öğretmen, belki kendi de çok fark etmeden, olağanüstü bir yeteneğin parlamasına yol açıyor.

Ayla bir gün eve geldi, annesi yoktu. Kapıyı çaldı, çaldı; belli ki annesi bir yere gitmişti. Biraz daha dolaştı, birkaç saat sonra geri geldi. Kilidi kırıp eve giriyor bu kez. Annesinin evde, baygın bir durumda yerde yattığını fark etti. Düşmüştü ve orada öylece kıpırdamadan yatıyordu.

Ambulans çağırdı. Hastanelerde geçen günler, denenen tedaviler, ne yazık ki çare olamadı. Anne, henüz 45 yaşındayken, geride iki taze genç kızını, eşini, evini, hayallerini bırakarak, gitti.

Yaşanan kuşkusuz büyük acıydı.

Ancak yaşanacak upuzun bir hayat vardı Ayla'nın önünde. Belki sanatın iyileştirici gücü de yardım etti. Mimar Sinan Üniversitesi Heykel Bölümü'nü kazandı. Dünyalar onun olmuştu. Ne kiralar bu kadar uçuk, ne de yaşam böylesine pahalıydı. İstanbul'da, okula yakın küçücük bir ev tuttu. Yeni hayatı, sanatla birlikte çıktığı yolculuğu, başlamıştı.

Dört yıllık üniversite hayatı boyunca çok çalıştı. Bölümünü birinci olarak bitirdi. 1996 yılında mezun olduktan hemen sonra da yurt dışı sempozyumlarını takip ederek dünyayı dolaşmaya ve değişik ülkelerde eserler üretmeye başladı. Yılın yarısından çoğunda başka ülkelerdeydi. Bu dönemde bir yerde kendini ispatladığı dönemi oldu. En çok da kendine.

Güney Kore, Hindistan, Burkina Faso, Almanya, Fransa, Hindistan, Çin'de kalıp heykeller yaptı. Dünyada alkışlanmış, birçok ülkeden sertifikalar almış, birçok şehre eserlerini bırakmış bir sanatçıydı atık.

Türkiye'deki ilk sergisini, 2000 yılında Bodrum Marina'da açtı. Ama sosyal medyanın hayatlarımıza girişiyle, tanınırlığı arttı.

"Ben taştan yaratıyorum. İşe ne yapacağımı bilerek başlıyorum. Eskiz çiziyorum, eserin nasıl duracağını netleştiriyorum önce. Taş çok güçlü bir malzeme. Onu yontup, içinden hiç olmayacak masum, yumuşacık bir çocuk çıkması, çok büyüleyici geliyor bana. Aslında bir sürpriz yok ortada, ben tasarlıyorum. Ama öyle uzun bir süreç ki… Bu süreçte başka hiçbir şey düşünemiyorum. Bir nevi meditasyon. Başka bir şey düşünemem zaten; hata yapma şansım yok."

Ayla Turan, kendisini asıl olarak taşla çalışan bir heykeltıraş olarak tanımlıyor. Öte yandan, polyesterle çalışmayı da çok seviyor. Kalıplar çıkıyor, modeller üretiliyor, boyanıyor. Tabii polyester olunca, bir ekip işine dönüşüyor. Eserlere boyacılar, cilacılar da dahil oluyor. O, taşla çalışırken her şeyi yapıyor oluşunu, tek başına oluşunu çok seviyor. En son zımparasına kadar.

İlham perileriyle arası iyi olsa da, fikir gelişini beklemeyecek kadar çok seviyor sanatını. Oturup çalışmanın her tür ilhamdan daha çok fikirler getirdiğini biliyor. Kağıtların üzerine çizmeye başlıyor, fikirler de kendiliğinden yeşeriyor…

Son eseri Akordeon çalan çocuk, tam da böyle bir çizim esnasında çıkıyor. Bilinçaltında biriken her şey; gördüğü, yaşadığı her an, dinlediği her cümle; doğru zaman geliyor, eserlerinde hayat buluyor. Çok tutulan oturan çocuk "Umut" heykeli, daha barışçıl bir dünyayı hayal eden Gezi direnişi gençlerinden sonra doğuyor. Eserlerinde hep daha iyi bir düzene, daha güzel bir hayata karşı duran insanların ruhu hissediliyor…

Aradan geçen yıllardan sonra, belki kırk yıl sonra, Ayla Turan Hamburg'a geri döndü. Çocukken oturdukları evi buldu. Eski mektuplar bir köşede kalmıştı ne iyi ki.

Apartmanın camından başını içeri uzattı. O tırabzan, o yeşil karolar aynen yerli yerinde duruyordu. Ne yazık ki apartman kapısı kapalıydı; beklediği uzunca bir süre içinde de kimsecikler girip çıkmadı. İçeri girip o merdivenden çıkıp inemedi, o tahta tırabzanı yine elleyemedi. Ama olsun, bir defa daha gördü. Her şeyin yerli yerinde olduğundan emin olarak geri döndü…

Ayla Turan, uzun yıllar eserler yaratmaya devam edecek. Yamaç paraşütünü yapmaya da, dalmaya da, sıklıkla seyahat etmeye de. Denizlerin dibini, gökyüzünü, bütün yaşadıklarını, kuşların şarkılarını, dimdik duruşları, mutlu yüzleri, masum çocukları bize sunacak yine.

Ve belki, bir yirmi sene sonra, Hamburg'daki o apartmana, çocukluğuna geri dönecek. O merdivenden yine çıkacak, yine inecek…

Fatih Türkmenoğlu kimdir?

Fatih Türkmenoğlu İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık bölümünden mezun olduktan sonra New York Üniversitesi'nde 'işletme diploması' programını bitirdi.
University of Michigan'da bir yıl 'konuk gazeteci' olarak seminerler verdi. Northwestern Üniversitesi'nde Ortadoğu bölümünde araştırma yaptı. Kent Üniversitesi'nde 'klinik psikoloji' yüksek lisansı yaptı. Çeşitli terapi eğitimleri aldı, almaya da devam ediyor.

Gazeteciliğe 1995 yılında Sabah grubunda başladı. Sabah ve Yeni Yüzyıl gazeteleri ile Aktüel, Esquire, Cosmopolitan dergilerinde gezi, izlenim yazıları yazdı, çok sayıda röportaj yaptı.

Kuruluş döneminde ilk özel haber kanalı olarak yayına başlayan NTV'ye geçti. Beş yıl çalıştığı kurumda hazırlayıp sunduğu programlarla ödüller kazandı. İzleyen dönemde geçtiği CNN Türk televizyonunda 13 yıl boyunca gezi programları ve belgeseller hazırladı ve sundu.

Milliyet, Cumhuriyet ve Hürriyet Seyahat için yıllarca yazı yazdı. CNN International televizyonu için Türkiye'den uzun süre haber yaptı.

"Her Perşembe Saat 4'te", "Hayat Gezince Güzel", "Türkiye'de Görülmesi Gereken 101 Yer", "Amerikan Rüyası Tabirleri", "Üç Kuruş Fazla Olsun Kırmızı Olsun" adlarıyla beş kitabı yayımlandı.

Moderatör, sunucu olarak da çalışan, şirket yöneticileri ve bürokratlara sunum teknikleri ve medya ile ilişkiler konularında danışmanlık yapan ve TedX konuşmacısı olan Türkmenoğlu, uzman klinik psikolog olarak da danışan kabul ediyor.

ABD ve Türkiye'de yaşıyor. Evli ve iki kız çocuk babası.

Kilometreler boyu, kahvenin her tonundaki yapraklara basarak, tertemiz havayı içime çekerek, başka bir evrende ve bu dünyada aynı anda, yürüdüm. Göller, ağaçlar, renkler… Romantizmin ve quantum'un doruğunda bir seyahat oldu bu. Fazla planlamadan, hiç araştırmadan, çalışmadan… Doğanın bu denli cömert oluşuna, insanlar tarafından acımasızca bozulmadan kalışına, havanın adeta canlandırırcasına taze oluşuna hayret ettim. İçim acırcasına, yüreğim yanarcasına hayret ettim…

Milas'ta Zeytin Hasadı Şenliği'ne davetliydim. Üç gün üç gece süren, gerçek bir festival. "Gerçek" kelimesinin altını çizdim, üstünü de floresanlı sarı kalemimle boyadım gibi düşünün. O derece gerçek, o derece içten…

Yaşasın Cumhuriyet, yaşasın hayat, yaşasın güneşin batmadığı bu çok özel kara ve deniz parçası. Ne mutlu burada olabilene, yaşayabilene, buraları sevebilene

© Tüm hakları saklıdır.

QOSHE - Bembeyaz, pürüzsüz çocukların heykeltraşı: Ayla Turan - Fatih Türkmenoğlu Yola Çıktım
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Bembeyaz, pürüzsüz çocukların heykeltraşı: Ayla Turan

15 1
03.12.2023

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

03 Aralık 2023

Oto Sanayi Sitesi'nde araba tamircilerinden başka mekanların bulunması, pek eski bir gelenek değil. Daha doğrusu gelenek değil. Her türden araba tamircisinin dükkanının yanında, en fazla birkaç esnaf lokantası olur. Bir büfe, bir küçük köfteci, birkaç da dükkan bulunur. Hani araba boyası, aksesuarı falan satan.

En fazla, ana caddede bir noter, bir banka olsun hadi.

Ama bir gezin Maslak Oto Sanayi Sitesi'ni, inanamayacaksınız. Cafe'ler, şık restoranlar, galeriler ve sanatçı atölyeleriyle adeta bir "cazibe merkezi" konumunda artık…

Dediğim gibi, yeni sayılan bir moda. Biraz daha Amerikan sanki. Hani loft tipi evlerde yaşamak, araba tamirhane bölgesinde bir atölyede çalışmak falan, bize olmayacak şeylerdi yoksa. 90'lı yılların ortasında tek tük sanatçı dükkan kiralayıp eserlerini burada yaratmaya başladılar. 2000'li yıllarda sayılar oldukça arttı. Ev olarak kullanılan, hatta şık ve çok farklı döşenmiş dükkanlara rastlamaya başladık.

Avangart sanatçıların "mahalle"ye gelmesi, Sanayi Sitesi'ne farklı bir popülerlik kattı. Aslında neden çok basit ve fonksiyoneldi; sanatçı, ustalarla yan yana olunca, çok daha hızlı ve verimli şekilde üretebiliyordu. Eserine anında müdahale edebiliyor, ustanın başında durabiliyordu. Demir mi bükülecek, taş mı yontulacak, ağaç mı oyulacak, değişik ebatta bir metal levha mı lazım oldu; her tür usta ve alet civarda mevcuttu. İstanbul'un keşmekeş trafiğine girmeye gerek yoktu.

Ancak popülerleşme, değişik kalabalıkları da çeker oldu. Zaten otoparkı olmayan bir yerleşkede, düzensizlikle birlikte trafik iyice arapsaçına döndü. İki, hatta üç sıra park edenler, kapanan yollar, herkesin kafasına göre yaptığı düzenlemeler ve tamiratlarla, rahat rahat dolaşmak çok güç.

Yine de, sanatçı tarafından baktığımda, sanatçının ustasıyla, boyacısıyla, cilacısıyla yan yana olması, çok büyük avantaj…

Ortak dostlarımız varmış meğer. Geçenlerde bir akşamüstü, Ayla Turan'ın Atatürk Oto Sanayi Sitesi'ndeki atölyesine kahveye davet edildim.

Ayla Turan; Contemporary'de Haliç'e bakan paraşüt açan heykeliyle hayran olduğumuz Ayla Turan. Gülen çocukları, lolipop yiyen mutlu çocukları, hiçbir şey düşünmeden bir ayağını sallayarak yatan çocukları… Bence heykel sanatının son yıllardaki en büyük isimlerinden biri. Nedense bana hep "herhalde 70 yaşında falandır" gibi gelen, oysa karşımda duran gencecik, güler yüzlü, sıcacık bir kadın.

"Hadi bir kahve daha" falan derken sohbetler koyulaştı. Komşuymuşuz meğer, hep beraber kahvaltı yapalım diye sözleştik. Gürültüsüz, sakin bir eski zaman çay bahçesinde oturduk birkaç gün sonra. Sabah, öğlene evrildi. Konuşacak ne çok şeyimiz varmış meğer. "Ars longa, vita brevis" derler. "Sanat uzun, hayat kısa."

Sevdiğim bir sözdü, bu kadarını biliyordum. Baktım, meğer daha devamı da varmış:

Ars longa, vita brevis, occasio praeceps, experimentum periculosum, iudium difficile…

Sanat uzun, hayat kısa, zaman acı, deneyler tehlikeli, kararlar zor!

Zaman ne acı; ne kadar acı. Nasıl da insanı kanırtacak, içten içe söndürecek kadar acı…

Sanat, nasıl sonsuz. İnsan ne kadar yetersiz…

Neyse, biz çok konuştuk. Ben bu yazımda başrolü Ayla Turan'a vermek istiyorum. Başröl, tüm dünyayı sanki bir duruşa sığdıracak cesaretle eserler yaratan, sıfır sanatçı egosuyla dost olunan Ayla'nın.

Gezgin ruhlu, biraz da değişmekten, hayatını bir anda değiştirmekten korkmayan bir baba. Balkan göçmeni, Trakyalı. Sıkılıyor buralardan, Şişli'deki çiçekçi dükkanını kapatıyor, yaşadığı İstanbul'u terk ediyor. Önce Avusturya'ya, bir yıl sonra da Almanya'ya yerleşiyor. İşçi, Almanlar'ın "gastarbeiter" dedikleri konuk çalışan.

Gemilerde kaynak ustası olarak çalışmaya başlıyor. Girişken, bulunduğu ortama kolaylıkla ayak uyduran, sevimli bir adam. Almanca'yı öğrenip, ülkeye iyice yerleşince, evlenmeye karar veriyor. Yine Trakyalı, güzeller güzeli bir kızla görücü usulü evleniyorlar. Çabucacık da Almanya'ya gidiyorlar. Kanunlar şimdiki gibi değil tabii; ne aile birleşimi prosedürleri, ne yabancı dil sınavları, ne vize kuyruklarında yıllar süren çileler. İnsan bir şeyi istedi mi, hemen yapabiliyor; öyle zamanlar.

Neyse, Yunanistan'dan Türkiye'ye mübadele ile göçen........

© T24


Get it on Google Play