Diğer

02 Aralık 2023

Acaba insan, sevdiklerine "benim" derken, onlara sahip çıktığını mı söylemeye çalışır, yoksa ait olduğunu mu dile getirir?

Örneğin, "eşim", "kızım", "arkadaşım" derken...

"Okulum", "üniversitem" derken…

Peki ya "memleketim" derken?

Acaba insan, "benim kentim" derken o kentle ilgili hak mı iddia eder, yoksa ona teslim olmuşluğunu mu vurgular?

Zaman zaman böyle acayip sorular gelir aklıma.

Bazen de başkalarının aklına bence gereğinden sık gelen bir soruya taktığım olur.

Mesela, Türkler "nerelisin?" sorusunu neden taparcasına sever? Neden o soru olmadan kimseyle tanışıp kaynaşamaz?

"Nerelisin?" Beni en çok zorlayan sorulardan biridir bu.

Her seferinde yeni duymuşum gibi aptalca bocalarım, ezilir büzülürüm.

"Nereli miyim?"

Sahi, ben nereliyim?

Doğduğum yere bakarsan, memleketim Adana.

"Anne ve baba tarafım" ise Kastamonu diyor.

Ergenlik ve ilk gençlik yıllarımın sığınağı İstanbul'du. Yıllar sonra döndüğüm "kürkçü dükkânı" da o.

Bir de "İzmirli" olma çabam önemli, o da kayıtlara geçmeli.

En uzun süre (20 yıl) yaşadığım kent Moskova.

Birkaç kent daha yazabilirim ama uzatmayayım.

Sanırım kendimi bulduğum yer Leningrad oldu. Ve gençliğimi hissettiğim yerdi orası.

Sonuç?

Şimdi ben nereliyim?..

"Leningradlıyım" desem ayıp ya da suç olur mu? Var mı böyle cevapların da bir yaptırımı?

Petersburg ya da St. Petersburg veya Saint Peterburg yahut Rusların sık sık söylediği şekliyle Piter… Bir dönem (1914-1924) Petrograd, bir başka dönem (1924-1991) Leningrad

1918'de Rusya'nın başkenti statüsünü Moskova'ya kaptırdı ama ona da hâlâ geçerli olan "ikinci başkent" unvanını verdiler.

"Kuzey başkenti", "kültür başkenti", "beyaz geceler kenti", "kuzeyin Venedik'i", "Avrupa'ya açılan pencere" ve daha başka lakapları da var.

Ama asıl önemli olan bu değil. Güzelliği. Sade güzelliği de değil, huyu. Yani kentin her adımda hissettiğiniz kendine özgü karakteri, aurası…

Oraya gitmeyene, benzeri hisleri yaşamayana bunu anlatması zor.

Kentin buram buram Dostoyevski, Çernişevski, Lenin kokan köşelerini kucaklamadan, tarih ve edebiyata yayılan Nevski Caddesi'nde bir aşağı bir yukarı volta atmadan, nehir ile Moskova Tren Garı arasında keyifle yorulmadan olmaz.

Ağzımız denize duyulan aşka alışmış gerçi ama burada Baltık Denizi'nden ziyade Neva Nehri'ne tutulursunuz.

Yüzü aşkın kanalla kenti kuşatan zarafete, Yaz Bahçesi'ne, dünyada benzeri olmayan Hermitaj Müzesi'ne, 1917 Bolşevik Devrimi'nin mekânı Saray Meydanı'na, Pavlovsk ve Puşkin gibi yeryüzü cenneti kasabalarına, kentin Alman faşistlerine 900 günlük direnişinin sembollerine vurulursunuz.

Az önce 900 günlük direniş dedim ya. Deyip de hemen geçilecek bir konu değil o.

Yıllardan 1941. Hitler Almanyası tüm gücüyle Leningrad'ın üzerine abanmış. Sovyetler'in ikinci kentini düşürmek sadece askerî değil, aynı zamanda siyasi ve moral açıdan da devasa bir zafer olacak.

Şehir kuşatılmış, kapkara bir çember içine alınmış durumda. Ve bu kuşatma, neredeyse 900 gün sürüyor.

Katlanılan sadece savaş değil, kara kışlar da giriyor araya ve en önemlisi, açlık da.

Bugün hâlâ Petersburg müzelerinde o dönemde halka günlük gıda olarak verilen bir küçük dilim ekmeği, yokluğu, sokaklarda çoğu kez savaştan değil açlıktan ölenleri gösteren pek çok kanıt sergilenir.

Leningrad düşseydi, Baltık Limanı ve çevresi düşerdi. Belki Stalingrad zaferi de olmazdı. Savaş başka türlü bitebilir, Avrupa faşizme teslim olabilirdi.

Bütün bunların olmaması ve Leningrad'ın onuruyla direnmesi için yüz binlerce insanın ölmesi gerekti. Bazı kaynaklara göre 600 bin, bazılarına göre 1 milyon 200 bin kişi öldü bu kuşatma ve direniş sırasında.

Başardılar. Zafer, ölen ve kalan Leningradlıların oldu.

Leningrad'a "kahraman kent" ünvanı verdiler. Kahramanlık elbette saygıyı ve hayranlığı hak eder. Ama madalya ya da ünvan değil en önemli olan. Başka bir duygu ağır basıyor burada. Hayranlık, sevgi, aşk…

Aşk deyince tabii ki iş bambaşka…

"Leningradlıyım" derken onu avuçlarının içinde tutmuyorsun, cebine koymuyorsun; onun deniz, nehir ve kanallarından oluşan mavi çerçevesinin, tarihi meydan ve caddelerinin, müze, saray ve tiyatrolarının içinde kendine küçük bir yer açıp güvenle oraya yerleşiyorsun.

Bunu yaparken görüyorsun ki, birçok milletten milyonlarca "Leningradlı-Petersburglu", hâl ve gidişiyle, sakinliği ve kültürüyle Moskovalısından da farklıdır, öteki şehirlisinden de. Burası paraya ve öteki zamane zaaflarına teslim olmamıştır hâlâ.

Leningrad'da yaşadığım dönemin üzerinden 36 yıl geçti. Rusya'dan Türkiye'ye döneli ise 14 yıl.

"İkinci Vatan"a ara sıra gidiyorum. Ama işler güçler olunca yolum genellikle Moskova'ya uzanıyor. Seyrek olarak da Petersburg'a. Bazen de ben bahane yaratıyorum Leningrad'ı tekrar yaşama denemelerime.

Çoğunlukla iki kent arasında Sapsan denilen hızlı trenlere biniyorum. 3,5-4 saatte birinden diğerine raylar üzerinde süzülmek çok keyif veriyor.

Bazen vagonda tanıştığım kimi insanlar, gidip geldikleri Moskova ve Petersburg'dan bahsederken birinde "çalıştığını" diğerinde ise "yaşadığını" söylüyor. Çalışmanın yaşamaktan ayrı ifade edilmesi ne ilginç değil mi? Ve "yaşanılan kent" çoğu zaman Petersburg oluyor.

Türkler'in nedense "Deli Petro" dedikleri Büyük Pyotr'un, 1703 yılında bataklıklar üzerinde kurduğu, Lenin'in ölümünden SSCB'nin ölümüne kadar (1924-1991) adı Leningrad olan, sonradan ilk adı olan Petersburg'a dönen kenti böylesine sevmemin nedeni, belki de üniversite yıllarımın bir daha geri dönmeyecek heyecanlarından, beyaz gecelerde yaşanan aşklardandır, kim bilir…

Zaten yaşanmış kentlerin ve duyguların birbirinden ayrılmasına gerek var mı? Onların kısa özeti tek bir kelimeyle yapılabildikten sonra:

Hayat!

Hakan Aksay, 1981'de 20 yaşında bir TKP üyesi olarak Sovyetler Birliği'ne gitti. Leningrad Devlet Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi'ni bitirdi. Brejnev, Andropov, Çernenko ve Gorbaçov iktidarları döneminde 6 yıllık kıymetli bir SSCB deneyimi kazandı.

Doğu Almanya'da 1,5 yılı aşkın gazetecilik yaptıktan sonra TKP'den ayrılarak Türkiye'ye döndü. Bir yıl kadar sonra bağımsız bir gazeteci olarak Moskova'ya gitti ve 20 yıl boyunca (Yeltsin ve Putin dönemlerinde) çeşitli gazete ve TV'lerde muhabirlik ve köşe yazarlığı yaptı.

Bu dönemde Türk-Rus ilişkileriyle ilgili çok sayıda proje gerçekleştirdi. Moskova'da '3 Haziran Nâzım Hikmet'i Anma' etkinliklerini başlattı ve 10 yıl boyunca organize etti. Dergi ve internet yayınları yaptı. Rus-Türk Araştırmaları Merkezi'nin kurucu başkanı oldu.

2009'da döndüğü Türkiye'de 11 yılı T24'te olmak üzere çeşitli medya kurumlarında çalıştı; Tele1 ve Artı TV kanallarında programlar hazırlayıp sundu; Gazete Duvar'ın Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. Gazeteciliğin yanı sıra İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde Rusya-Ukrayna danışmanı olarak çalışıyor. Türkiye'nin önde gelen Rusya ve eski Sovyet coğrafyası uzmanlarından olan ve "Puşkin madalyası" bulunan Hakan Aksay'ın Türkçe ve Rusça dört kitabı yayımlandı.

Rusya’nın en önemli sorunların biri demografik kriz. BM'ye göre, 146 milyonluk ülke nüfusu 100 yıl içinde 112 milyona düşebilir

O kadar kutuplaşmış bir toplum olduk ki, tanımadığın insanların yanında siyasi fikir açıklamak, gladyatör arenasına çıkmak gibi

Putin seçimlere katılır ve kazanırsa 2030’a kadar, sonraki seçimleri de alırsa 2036’ya kadar başta kalabilir. Rus lider 2036’da 84 yaşında olacak

© Tüm hakları saklıdır.

QOSHE - Leningrad (Petersburg): Bir kente ait olmak - Hakan Aksay
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Leningrad (Petersburg): Bir kente ait olmak

30 1
02.12.2023

Diğer

02 Aralık 2023

Acaba insan, sevdiklerine "benim" derken, onlara sahip çıktığını mı söylemeye çalışır, yoksa ait olduğunu mu dile getirir?

Örneğin, "eşim", "kızım", "arkadaşım" derken...

"Okulum", "üniversitem" derken…

Peki ya "memleketim" derken?

Acaba insan, "benim kentim" derken o kentle ilgili hak mı iddia eder, yoksa ona teslim olmuşluğunu mu vurgular?

Zaman zaman böyle acayip sorular gelir aklıma.

Bazen de başkalarının aklına bence gereğinden sık gelen bir soruya taktığım olur.

Mesela, Türkler "nerelisin?" sorusunu neden taparcasına sever? Neden o soru olmadan kimseyle tanışıp kaynaşamaz?

"Nerelisin?" Beni en çok zorlayan sorulardan biridir bu.

Her seferinde yeni duymuşum gibi aptalca bocalarım, ezilir büzülürüm.

"Nereli miyim?"

Sahi, ben nereliyim?

Doğduğum yere bakarsan, memleketim Adana.

"Anne ve baba tarafım" ise Kastamonu diyor.

Ergenlik ve ilk gençlik yıllarımın sığınağı İstanbul'du. Yıllar sonra döndüğüm "kürkçü dükkânı" da o.

Bir de "İzmirli" olma çabam önemli, o da kayıtlara geçmeli.

En uzun süre (20 yıl) yaşadığım kent Moskova.

Birkaç kent daha yazabilirim ama uzatmayayım.

Sanırım kendimi bulduğum yer Leningrad oldu. Ve gençliğimi hissettiğim yerdi orası.

Sonuç?

Şimdi ben nereliyim?..

"Leningradlıyım" desem ayıp ya da suç olur mu? Var mı böyle cevapların da bir yaptırımı?

Petersburg ya da St. Petersburg veya Saint Peterburg yahut Rusların sık sık söylediği şekliyle Piter… Bir dönem (1914-1924) Petrograd, bir başka dönem (1924-1991) Leningrad

1918'de Rusya'nın başkenti statüsünü Moskova'ya kaptırdı ama ona da hâlâ geçerli olan "ikinci başkent" unvanını verdiler.

"Kuzey başkenti", "kültür başkenti", "beyaz geceler kenti", "kuzeyin Venedik'i", "Avrupa'ya açılan pencere" ve daha başka lakapları da var.

Ama asıl önemli olan bu değil. Güzelliği. Sade güzelliği de değil, huyu. Yani kentin her adımda hissettiğiniz kendine özgü karakteri, aurası…

Oraya gitmeyene, benzeri hisleri yaşamayana bunu anlatması zor.

Kentin buram buram Dostoyevski, Çernişevski, Lenin kokan köşelerini kucaklamadan, tarih ve edebiyata yayılan Nevski Caddesi'nde bir aşağı bir yukarı volta atmadan, nehir ile Moskova Tren Garı arasında keyifle yorulmadan olmaz.

Ağzımız denize duyulan aşka alışmış gerçi ama burada Baltık........

© T24


Get it on Google Play