Diğer

T24 Haftalık Yazarı

03 Aralık 2023

1906 yılı Aralık ayında Avustralya'nın Sydney Kentinde çıkan "Evening News" isimli gazetede, bir Avustralya vatandaşının İstanbul'dan gönderdiği mektuba yer verilmiş; Kadıköy'de yaşanan bir yangın anlatılmış.

Olay bir mayıs akşamında geçiyor ama o günün şartlarında postaya atılan mektupların dünyanın öbür ucunda olan bir ülkeye ulaşmasını dikkate alarak değerlendirmeyi unutmamak gerekiyor.

Mektubu kaleme alan kişi Kadıköy'de bir anda alevler arasında kalan bir ev yangınında ilginç bir sahneye şahit olmuş. Evin yanan çatısının alev alan bacası üzerinde iki adet leylek yavrusu varmış, kuru dallarla örülen yuva alevlerin ortasında kalmak üzereymiş. Şiddetli rüzgârın tehdidi altında yükselen ateşin parlak ışıkları arasında anne kuşun kanatlarını açarak alevleri söndürmeye çalışması izleyenleri üzmüş; kor ateşler etrafa saçılırken anne leylek ölümcül tehlike altında da olsa yavrularını terk etmiyormuş. Toplanan kalabalık oldukça heyecanlanmış, kurtarma çağrıları yapılmış, çaresizce sağa sola koşuşturanlar su getirmeye çalışmışlar.

Bu arada iki askerin hızla binaya girdiği ve çatıya çıktıkları görülmüş. Cesurane bir şekilde bacaya yaklaşan askerler yavru leylekleri çelimsiz ayaklarından yakalayarak kucaklarına almışlar ve hızla çatıdan inmeye yeltenmişler. Bu arada kanatlarını şiddetli bir şekilde çarparak çocuklarını yükselen alevlerden korumaya çalışırken tüyleri alev alan anne leylek hızla göğe yükselmiş, kendi ateşini söndürmek üzere gözden kaybolmuş. Haberde sonrası için bir şey yazılmamış ama eminim ki anne leylek çocukları için dönmüştür ya da gönül rahatlığıyla bebeklerini Kadıköy sakinlerine emanet etmiştir.

Demek ki o yıllarda Kadıköy'deki evlerin çatılarında leylekler yaşıyor, saygı ile gelmesi beklenen leylekler çocuklarını insanlara emanet edebiliyorlarmış.

Avustralya'da çıkan The Daily News Gazetesi, 24 Aralık 1929 tarihli sayısında, Türk makamlarının postalar üzerinde "Constantinople" adının kullanımını yasaklama kararı aldığını ve bundan böyle adres kısmında "Constantinople" yazılı postaları geri göndermeye karar verdiklerini yazmış. Türkiye'ye, özellikle de İstanbul'a gönderisi olanları uyarmış.

Aslında İstanbul isminin kullanımı uzun yıllar boyunca denenmiş, Osmanlı döneminde bu yönlü girişimler olmuş. Erken dönemlerden örnek vermek gerekirse, III. Mustafa darphanede basılan paraların üzerine "Konstantiniyye" yerine "İslambol" yazılmasını istemiş; oldukça sıkıntılı bir dönemde tahta geçen III. Selim de el yazılarında hep "İslambol" sözcüğünü kullanmış.

Belgesini görmesem de internet üzerinden aldığım bir bilgiye göre, 3 Ocak 1929'da PTT Genel Müdürü, merkezi İsviçre'nin Bern şehrinde bulunan Uluslararası Posta, Telgraf ve Telefon Teşkilatı'na bir mektup yazarak bundan sonra "Constantinople" yerine "İstanbul" adının kullanılması gerektiğini resmen bildirmiş.

Bu isim değişikliğinin uluslararası alanda nasıl kabul gördüğünü, posta üzerinde değişiklik yapmanın bu kadar kolay olmayacağını tahmin ettiğim için konuyu uzmanlarına sordum. Meğerse posta ve filateli konusunda çalışan çok kişinin bu konuda arayışları varmış, uzmanların yaygın kanaatine göre bir şehrin isminin değişmesi UPU ile (Universal Postal Union) gerekli yazışmalar yapılmadan, uzun bir süreç yürütülmeden yapılması o kadar da kolay değilmiş. Yani kısacası onlar bu konuda yıllardır resmi belge arıyorlarmış; kısa bir sürede yapılan isim değişikliğinin nasıl becerildiğini yıllardır araştırıyorlarmış.

1 Aralık 1942 tarihinde çıkan Son Telgraf gazetesinde ilginç bir haber var; lokantalarda tabldot uygulamasına mecburi hale getirilmiş.

Haber okunduğunda uygulamanın 1942 yılı Kasım ayının 20'sinde başlanması gerektiği konusunda tebliğ yapıldığı ama aradan geçen 10 günde hâlâ buna uymayan lokantalar olduğu anlaşılıyor. Belediye Başkanlığı ilçe kaymakamlıklarına yazı yazmış ve tabldot çıkarmaya riayet etmeyen lokantaların şiddetle cezalandırılmalarını istemiş.

Tabii ki o yıllara geri dönmek ve ekmeğin karne ile verildiği bu dönem hakkında kısa bir bilgi vermek gerekiyor. İkinci Dünya Savaşı çok farklı coğrafyalarda tüm şiddetiyle sürerken hükümetin aldığı bir kararla, un stokunu kontrol altında tutmak maksadıyla 14 Ocak 1942 tarihinden itibaren İstanbul'da ekmek karneyle verilmeye başlanmış; fırınlar sıkı bir şekilde kontrol altına alınmış.

Yorucu işlerde çalışan ve ağır işçi olarak tarif edilen kişilere günlük olarak 750 gram, diğer vatandaşlara 375, 7 yaşından küçük çocuklara da tam ekmeğin çeyreği olan 187,5 gram ekmek yiyebilme izni verilmiş. Bu dönemi yaşayanların anlattıklarına göre halk sıkıntılarla boğuşmuş, ekmeksiz yemekler karın doyurmamış, yatağa aç karınla girilmiş. Fiyatlar dalgalanmış, pirinç unu, patates, fındık, ceviz ve badem gibi ürünlere olan talep artmış.

Lokantaların "tabldot" çeşitleriyle müşterilerini ağırlaması ilk olarak 15. yüzyılda ortaya çıkmış. İngiltere'de işçi sınıfının hep bir arada aynı şeyi yediği bu yöntem sayesinde maliyetler yıllarca düşük tutulabilmiş.

1714'te kurulan Simpson's Fish Dinner House isimli lokanta 2 şilin karşılığında "bir düzine istiridye, çorba, keklik kızartması servis ediyormuş.

Devrim öncesi Fransa'da, ev dışında yemek yenebilecek tek yer meyhaneler veya hanlarmış. Buralarda insanlara yalnızca belirli zamanlarda, sabit fiyatta yalnızca tek yemekli table d'hôtes (misafir masaları) sunuluyormuş. Amaç yemeğin keyfini çıkarmak değil, sadece karın doyurmakmış.

3 Aralık 1943 Tarihli Son Posta gazetesi Almanya'dan gelen bir telgraftan yaptığı alıntıda bombalanan Berlin'de verilen bir konseri yazmış; harabeler arasında dinlenen Beethoven bestelerinden bahsetmiş. İkinci Dünya Savaşı sırasında faşizmin soğuk yüzünü modern sanata karşı gösteren Hitler, belli ki Alman Halkının çok sevdiği klasik müzik için aynı şeyi düşünmemiş.

Gazete haberinde birkaç gün önce bombalanan Berlin şehrinde ölen 30 bin kişinin ardından Unter den Linden Caddesinde halka açık olarak verilen konsere savaş içinde yaşadıkları yoksunluk içinde katılan şehir halkından bahsedilmiş, müzik tınıları içinde hüznün yerini umuda bıraktığı vurgulanmış. Hatta yıkıntıları kaldırmaya çalışan görevliler bile bir süreliğine ara vermişler, gelecek güzel günlerin hayalini Beethoven'in bestelerinde düşlemişler. Araştırınca fark ettim, savaş sırasında açlık ve sefalet içinde yaşayan, bombardıman altında kalan Alman halkına orkestralar müzikleriyle her daim destek olmuş.

Bizim ise aklımıza ilk fırsatta konserleri yasaklamak, festivalleri engellemek, müzisyenlere engeller çıkartmak geliyor.

İkinci Dünya Savaşı'nda yaklaşık 900 gün Alman kuşatması altında kalan Leningrad şehrinde de müzik çok etkili olmuş, direnişin sembolü olarak Dmitri Shostakovich'in Leningrad Senfonisi isimli bestesi halka güç vermiş.

Kuşatma öncesinde Leningrad şehrinde başladığı çalışmasını bombardıman altında 27 Aralık 1941'de tamamlayan ve bestesinin adını yaşadığı şehre adayan Shostakovich, duygularını Do Majör Senfonisinde bölümler halinde anlatmış. İlk bölümde şehir halkının mutlu yaşamını, gelecek güzel günlere duydukları güveni, ikinci bölümde güzel ve mutlu olayları hatırlatırken hüznü dile getiren bestekâr, üçüncü bölümde doğaya karşı duyduğu hayranlık eşliğinde yaşam sevincini anlatmaya çalışmış. Dördüncü bölümde zafer temasını işleyerek gittikçe şiddetlenen duygu boşalımını iyice geliştirmiş, büyük ve neşeli finalle duyguları zirveye ulaştırmış.

Beste farklı ülkelere çok kısa bir zamanda ulaşmış; Leningrad Senfonisi kuşatmanın uluslararası alanda bilinirliliğine ve yaşanan acılara karşı dışarıda kamuoyu oluşmasına katkı sağlamış. Hatta Times Dergisinin 20 Temmuz 1942 tarihli sayısında itfaiyeci miğferi takmış Shostakovich kapakta boy göstermiş; kuşatmaya dikkat çekilmiş.

Bu satırları yazarken tekrar dinlediğim Leningrad Senfonisi'nin tüm bölümlerinde bombardıman altında yaşamanın nasıl bir şey olduğunu müzik eşliğinde düşünmeye çalıştım; özellikle de ilk bölümlerinde yaşanan acıları hissetmeye gayret ettim.

Birleşmiş Milletler Örgütü, Kızılhaç ve tüm diğer insani yardım kuruluşlarına rağmen, Gazze halkının yoğun bombardıman altında yaşadığı çaresizliği görmezden gelen, geçmişte yaşananları hiç ders almamış gibi tekrarlayan medeni (!) dünyanın suskunluğu, sanki senfoninin notalarına yıllar önce yerleştirilmiş hüzünleri hatırlatmıyor. Aradan geçen 80 yıllık süre ne bombardıman altında yaşamayı engellemiş ne de yükselen faşizmin ayak izlerini görebilmiş.

Akıllı zekâ, teknoloji, medeniyet ve insaniyet söylemleri bir yanda söylenedursun acı, umutsuzluk, silahların soğuk yüzü ve bir avuç egosu yüksek caninin tüm insanları ateşe atabilme cüreti, çok yerde masum insanların üstüne bomba yağdırmaya devam ediyor. Hem de dünün mağduru bugünün canisi olarak...

İnsanın insana yaşattığı acıları dışa vurmanın en iyi yolu ne kendi çıkarı için gözyaşlarını görmezden gelen gelişmiş ülkelerin politikalarında, ne de kendi iç kamuoyuna hariçten gazel atan politikacılardan geçiyor. Dün olduğu gibi bugün de farklı kültürleri bir arada tutan ve kaynaştıran sanat ve sanatçı hassasiyeti olacaktır, diye düşünüyorum.

Milliyet Sanat dergisinin 15 Aralık 1982 tarihli sayısında Uğur Mumcu "en yararlı özel teşebbüs özel tiyatrolardır; özelin güzeli budur" demiş.

Güzellikleri biriktirmenizi dilerim.

https://trove.nla.gov.au/newspaper/article/83119488?searchTerm=constantinople

https://turkish.cri.cn/882/2016/06/22/1s176898.htm

https://www.derintarih.com/oteki-osmanli/fatihin-konstantiniyyesi-nasil-istanbul-oldu/

https://www.upu.int/en/Home

https://trove.nla.gov.au/newspaper/article/70611752?searchTerm=constantinople

https://www.gastearsivi.com/gazete/son_posta/1943-12-03/2

https://furtwangler.fr/en/concert/1943-27-octobre-berlin/

https://trove.nla.gov.au/newspaper/article/115681646?searchTerm=kadikeuy

https://www.gastearsivi.com/gazete/son_telgraf/1942-12-01/1

https://trove.nla.gov.au/newspaper/article/83119488?searchTerm=constantinople

https://www.fastcompany.com/90669668/the-forgotten-history-of-the-worlds-first-restaurant

https://trove.nla.gov.au/newspaper/article/221421763?searchTerm=constantinople

İrfan Yalın kimdir?

Koleksiyoncu İrfan Yalın 1962 yılında İstanbul'da doğdu. 9 Eylül Üniversitesi, Aydın Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksek Okulu mezunu. Objelerin – belgelerin peşinde "Popüler Tarih ve Kültür Yaşanmışlıkları araştırmacısı.

Bizimev TV'de yayınlanan "Koleksiyoncu" programı sunucusu - yapımcısı. Asya ve Afrika ülkelerinden tek tek topladığı el sanatlarını sergilediği Kadıköy'deki "Artemis"in kurucusu.

Koleksiyonculuğun özendirilmesi adına amatörce çalışan, sergi, sempozyum, sunu ve derleme çalışmaları içinde kültürel değerlere gönül bağımlısı…

Eğitim, tarih döngüsü içinde zamana ve mekâna göre değişmiş, uygulanan yöntemlerde buluşlar, sosyal gelişmeler, reform hareketleri ve yeni fikirler etkili olmuş

5000 yıla yakın bir zamandır bilinen "düğme" çok uzun yıllar boyunca birleştirmek için değil, süs olarak kullanılmış

Gazete koleksiyonlarında dünü ararken bugünü bulmak, yarını da yaşananlara bakarak tahmin etmek mümkün

© Tüm hakları saklıdır.

QOSHE - Eski gazete koleksiyonlarındaki aralık ayı gündemleri - İrfan Yalın
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Eski gazete koleksiyonlarındaki aralık ayı gündemleri

11 1
03.12.2023

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

03 Aralık 2023

1906 yılı Aralık ayında Avustralya'nın Sydney Kentinde çıkan "Evening News" isimli gazetede, bir Avustralya vatandaşının İstanbul'dan gönderdiği mektuba yer verilmiş; Kadıköy'de yaşanan bir yangın anlatılmış.

Olay bir mayıs akşamında geçiyor ama o günün şartlarında postaya atılan mektupların dünyanın öbür ucunda olan bir ülkeye ulaşmasını dikkate alarak değerlendirmeyi unutmamak gerekiyor.

Mektubu kaleme alan kişi Kadıköy'de bir anda alevler arasında kalan bir ev yangınında ilginç bir sahneye şahit olmuş. Evin yanan çatısının alev alan bacası üzerinde iki adet leylek yavrusu varmış, kuru dallarla örülen yuva alevlerin ortasında kalmak üzereymiş. Şiddetli rüzgârın tehdidi altında yükselen ateşin parlak ışıkları arasında anne kuşun kanatlarını açarak alevleri söndürmeye çalışması izleyenleri üzmüş; kor ateşler etrafa saçılırken anne leylek ölümcül tehlike altında da olsa yavrularını terk etmiyormuş. Toplanan kalabalık oldukça heyecanlanmış, kurtarma çağrıları yapılmış, çaresizce sağa sola koşuşturanlar su getirmeye çalışmışlar.

Bu arada iki askerin hızla binaya girdiği ve çatıya çıktıkları görülmüş. Cesurane bir şekilde bacaya yaklaşan askerler yavru leylekleri çelimsiz ayaklarından yakalayarak kucaklarına almışlar ve hızla çatıdan inmeye yeltenmişler. Bu arada kanatlarını şiddetli bir şekilde çarparak çocuklarını yükselen alevlerden korumaya çalışırken tüyleri alev alan anne leylek hızla göğe yükselmiş, kendi ateşini söndürmek üzere gözden kaybolmuş. Haberde sonrası için bir şey yazılmamış ama eminim ki anne leylek çocukları için dönmüştür ya da gönül rahatlığıyla bebeklerini Kadıköy sakinlerine emanet etmiştir.

Demek ki o yıllarda Kadıköy'deki evlerin çatılarında leylekler yaşıyor, saygı ile gelmesi beklenen leylekler çocuklarını insanlara emanet edebiliyorlarmış.

Avustralya'da çıkan The Daily News Gazetesi, 24 Aralık 1929 tarihli sayısında, Türk makamlarının postalar üzerinde "Constantinople" adının kullanımını yasaklama kararı aldığını ve bundan böyle adres kısmında "Constantinople" yazılı postaları geri göndermeye karar verdiklerini yazmış. Türkiye'ye, özellikle de İstanbul'a gönderisi olanları uyarmış.

Aslında İstanbul isminin kullanımı uzun yıllar boyunca denenmiş, Osmanlı döneminde bu yönlü girişimler olmuş. Erken dönemlerden örnek vermek gerekirse, III. Mustafa darphanede basılan paraların üzerine "Konstantiniyye" yerine "İslambol" yazılmasını istemiş; oldukça sıkıntılı bir dönemde tahta geçen III. Selim de el yazılarında hep "İslambol" sözcüğünü kullanmış.

Belgesini görmesem de internet üzerinden aldığım bir bilgiye göre, 3 Ocak 1929'da PTT Genel Müdürü, merkezi İsviçre'nin Bern şehrinde bulunan Uluslararası Posta, Telgraf ve Telefon Teşkilatı'na bir mektup yazarak bundan sonra "Constantinople" yerine "İstanbul" adının kullanılması gerektiğini resmen bildirmiş.

Bu isim değişikliğinin uluslararası alanda nasıl kabul gördüğünü, posta üzerinde değişiklik yapmanın bu kadar kolay olmayacağını tahmin ettiğim için konuyu uzmanlarına sordum. Meğerse posta ve filateli konusunda çalışan çok kişinin bu konuda arayışları varmış, uzmanların yaygın kanaatine göre bir şehrin isminin değişmesi UPU ile (Universal Postal Union) gerekli yazışmalar yapılmadan, uzun bir süreç yürütülmeden yapılması o kadar da kolay değilmiş. Yani kısacası onlar bu konuda yıllardır resmi belge arıyorlarmış; kısa bir sürede yapılan isim değişikliğinin nasıl becerildiğini yıllardır araştırıyorlarmış.

1 Aralık 1942 tarihinde çıkan Son Telgraf gazetesinde ilginç bir haber var; lokantalarda tabldot uygulamasına mecburi hale getirilmiş.

Haber okunduğunda uygulamanın 1942 yılı Kasım ayının 20'sinde başlanması gerektiği konusunda tebliğ yapıldığı........

© T24


Get it on Google Play