Diğer

07 Şubat 2024

Geçen gün Netflix'te yeni bir film gösterime girdi. Böyle diyorum ama belki de ben yeni farkına vardım, Netflix algoritmasının karşınıza ne çıkaracağına pek akıl sır ermiyor.

Filmin adı "Wil". Türkiye'de "İrade" adıyla gösteriliyor, ancak Flamanca – Türkçe sözlüğe baktım, "temenni etmek, dilek tutmak" gibi anlamlara geliyormuş.

Film, 1942 yılında, Nazi işgali altındaki Antwerp (Anvers) kentinde geçiyor. İki genç polis memurunun yaşamak zorunda kaldıkları bir ahlaki sınav. Bir yandan direnişçilere destek vermeye çalışırlarken diğer yandan Yahudi avına da katılmak zorunda kalıyorlar.

Filmi izlemek isteyenler olabilir, fazla ayrıntıya girmeyeceğim.

Film temel bir ahlaki sorunun yanıtını arıyor: "Vicdan", şartlar öyle gerektiriyor diye bir kenara bırakacağınız, kolayca vazgeçebileceğiniz bir lüks müdür?

Genç polis memuru Wilfried Wils film boyunca ahlaki ikilemlerle mücadele etmek zorunda kalıyor.

"Ben olsaydım ne yapardım" sorusunu kendinize sormak durumunda kalıyorsunuz ve bunun ne kadar iç sıkıcı bir deneyim olduğunu söylemek zorundayım.

Filmdeki olayların yaşandığı tarih döneminin çok özel bir döneme karşılık geldiğini hepimiz biliyoruz.

"İyilik" ve "kötülük" kavramlarının bazı durumlarda iç içe bile geçebileceğini düşündürüyor. Ahlaki ikilemlerin ve ahlaki kırılganlığın çizdiği bir çerçeve içinde insan tabiatının karanlık yönlerini keşfediyorsunuz.

Filmin sonuna doğru genç polis memuru Wils ile sevgilisi Yvette arasında küçük bir diyalog yaşanıyor.

Yvette, Wils'in yapmak zorunda kaldığı eylemi yargılarken şunu soruyor: "Vicdan lüks bir şey mi? Çocuğuna böyle mi söyleyeceksin?"

Filmi izlerken, içimizden bazılarının uzunca bir süredir böyle ahlaki ikilemler içinde bocaladığını düşündüm.

Mesela TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, Can Atalay kararı TBMM'de okunurken yurt dışında olduğuna ne kadar sevinmiş olabilir?

Bir yandan böyle bir kararı TBMM'de okutmanın insanın boynuna yükleyeceği siyasi sorumluluktan kurtulmuş oluyor, soyadı gibi.

Ancak öte yandan hiç seslendirmese hatta kendi kendisine söylemeye bile cesaret edemese de, aklının bir köşesinde bir an için bile olsa bu eylemin siyasi sonuçlarının ahlaki olup olmadığını sorgulamamış olması mümkün mü?

Acaba Kurtulmuş, "haksızlıklar karşısında susarak dilsiz şeytan olanları" bugüne kadar hiç eleştirdi mi?

Eminim bu konuda bir şeyler söylemiş olmalı.

Ama belli ki elde ettiği siyasi pozisyonu kaybetmeyi göze alacak kadar da inanarak söylemiyormuş.

Yargıçların, doğru dürüst delil incelemesi bile yapmadan, iddianameyi bile doğru dürüst okumadan verdikleri karar mesela. Ya da o kararı onaylayan üst mahkemelerin yargıçları.

Kafalarında böyle ahlaki bir ikilem yaşamamış olabilirler mi?

"Ben ne yapıyorum, bu iddianameyle bu insanlar mahkûm edilir mi, aynısı bir tanıdığımın başına gelse ne hissederim" diye basit bir ahlaki sorgudan söz ediyorum.

Yoksa vicdan onlar için de şartlar öyle gerektirdiğinde bir kenara kolayca bırakılacak ve sonra belki yeniden geri alınabilecek bir şey mi?

Ya da Recep Tayyip Erdoğan.

Hatay'da depremde her şeylerini kaybetmiş insanların gözünün içine bakarak "Merkezi yönetim ile yerel yönetim dayanışma içinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay'a geldi mi" derken aklından ne geçiyordu?

"Belediye seçimlerini kazanayım da ne olursa olsun" diye mi düşündü?

Hani nerede kaldı "Hazreti Ömer'in adaleti" ile ilgili olarak attığı nutuklar? Ne oldu Ömer'in vicdanına?

"Merkezi idarenin" ağır bir felaket yaşamış insanlara yardım için kullandığı parayı evinden mi getirmişti?

Milletin parasını harcarken, milletin fertleri arasında "bizden – onlardan" diye ayrım yapmak nasıl bir siyasi ahlak anlayışına karşılık geliyor?

Ya bu sözleri alkışlarıyla onaylayan Hataylılar?

Siyaset Bilimci Hannah Arendt, "Kötülüğün Sıradanlığı" isimli eserinde İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanan büyük insanlık dramının altında muhakeme yeteneğini ve vicdanını kaybetmiş "küçük adamın" oynadığı rolü tahlil ediyordu.

Ve öyle görünüyor ki günümüz Türkiye'si, bu kitabın çağdaş versiyonunun rahatça yazılabileceği bir laboratuvar ortamını sunuyor.

Komşuları tarafından çok sevilen iyi aile babalarının, ailesi için saçını süpürge eden vefakâr annelerin, tonton teyzelerin, ak sakallı amcaların, yükselen otoriter rejimlerin bir parçası haline nasıl olup da kolayca gelebildiklerini gözlemleyebileceğiniz bir laboratuvar ortamı bu!

Üniversitede ders veren hocayı polise ihbar eden öğrenci, komşusunu kesmeye hazır teyze, küçücük kızlardan mükemmel seks partneri hayal eden üniversite profesörü, kız öğrencilerin fotoğrafına bakarken ağzının suyu akan dekan, bizim yöneticilerimizin öngörüsüzlüğü nedeniyle hayatı alt üst olan Suriyeliye "git memleketinde savaş" öğüdü veren amca…

Bunlardan herhangi birisinin, iki küçük çocuğunun olduğunu, eşini el üstünde tuttuğunu, çevresinde sevilen bir insan olduğunu söylesem de yadırgamazsınız; çocuklarını ve eşini her gün dövdüğünü, komşularının ondan yaka silktiğini söylesem de yadırgamazsınız.

Kötülük sıradanlaştığı zaman böyle şeyler olur çünkü.

Niye seslerini yükseltmiyorlar?

"Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" atasözünü milletçe içselleştirdiğimiz için mi?

Yoksa güç karşısında susup, itaat etmeye meyyal olduğumuz için mi?

Bu memleketin her ferdi bunu kendisine bir sorsa keşke: Vicdan, şartlar öylesini gerektiriyor diye bir kenara bırakıvereceğimiz olmasa da olur bir şey mi?

Mehmet Yakup Yılmaz, 1956 yılında Malatya'da doğdu. İlkokulu Antalya Devrim İlkokulu'nda, orta okul ve liseyi parasız yatılı olarak Denizli Lisesi'nde okuduktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü'nden 1977 yılında mezun oldu

Gazeteciliğe SBF öğrencisi iken 1975 yılında Ankara'da Mehmet Ali Kışlalı yönetimindeki Yankı Dergisi'nde başladı. Derginin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini de bir süre yürüttü.

12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Türk İş'e bağlı Yol İş Federasyonu ve YSE - İş sendikalarında basın müşaviri olarak görev yaptı, sendika gazete ve dergilerini yayınladı

Askerlik görevini Kara Harp Okulu'nda tamamladıktan sonra İstanbul Gelişim Yayınları'nda mesleğe döndü. Gelişim Yayınları'nda Erkekçe ve Bilim dergilerinin Genel Yayın Müdürü Yardımcılığı ve ardından Gelişim TV Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği görevlerinde bulundu

1985 yılında Hürriyet'e geçti ve Hürriyet Dergi Grubu'nu kurdu. Tempo, Blue Jean, Playmen gibi dergileri yayınladı.

Daha sonra Dönemli Yayıncılık Genel Müdürlüğü görevine getirildi. Ercan Arıklı ile birlikte Dönemli Yayıncılık'ın 1 Numara Yayıncılık'a dönüşmesi sırasında Genel Müdürlük görevini üstlendi. Aktüel, Cosmopolitan, Penthouse, Oya gibi dergilerin kurucu genel yayın müdürü oldu. Bugüne kadar 30'u aşkın derginin kuruculuğunu yaptı.

1995 yılı başında Posta gazetesini yayınladı. Aynı yılın sonunda Fanatik gazetesini, 1996 yılı sonunda da Radikal gazetesini kurdu, genel yayın müdürlüğünü yürüttü.

2000 yılında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğü görevine getirildi. Bu görevi 5,5 yıl sürdürdükten sonra Doğan Burda Dergi Grububu'nun CEO'luğu görevini üstlendi.

2005 yılından 2018 Eylül ayına kadar Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Ekim 2018'den itibaren T24'te yazmaya başladı.

Gazete köşe yazılarından derlenen "Kırmızıyı Seçtim, Aşk Mavinin Altındaydı", "Benden Selam Söyleyin Bütün Aşklarıma", "Aşktan Sonra Hayat Var Mı", "Şaşırma Duygumu Kaybettim, Hükümsüzdür" isimli kitapları yayımlandı. "Aşk Herşeyi Affeder mi" isimli uzun hikâyesi de kitap olarak yayınlandı.

"Türkiye medyasında en çok yayın başlatan gazeteci" olan Mehmet Y. Yılmaz, güncel politik gelişmelerin yanı sıra, deneme tarzındaki yazıları ile futbol üzerine yaptığı yorumlarıyla da biliniyor.

Erdoğan, Türkiye'yi Filistin durumuna düşürmek istemiyorsa ne yapacağı belli: Bugüne kadar ne yaptıysa, tam tersini yapmalı

Erdoğan, “menzil- i maksuduna” ilerlerken vites yükseltiyor

Erdoğan "çözümün adresi biziz" diyor da çözeceğini iddia ettiği sorunları kimin yarattığını söylemeye dili varmıyor

© Tüm hakları saklıdır.

QOSHE - Vicdan, gerektiğinde vazgeçebileceğiniz bir lüks müdür? - Mehmet Y. Yılmaz
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Vicdan, gerektiğinde vazgeçebileceğiniz bir lüks müdür?

276 1
07.02.2024

Diğer

07 Şubat 2024

Geçen gün Netflix'te yeni bir film gösterime girdi. Böyle diyorum ama belki de ben yeni farkına vardım, Netflix algoritmasının karşınıza ne çıkaracağına pek akıl sır ermiyor.

Filmin adı "Wil". Türkiye'de "İrade" adıyla gösteriliyor, ancak Flamanca – Türkçe sözlüğe baktım, "temenni etmek, dilek tutmak" gibi anlamlara geliyormuş.

Film, 1942 yılında, Nazi işgali altındaki Antwerp (Anvers) kentinde geçiyor. İki genç polis memurunun yaşamak zorunda kaldıkları bir ahlaki sınav. Bir yandan direnişçilere destek vermeye çalışırlarken diğer yandan Yahudi avına da katılmak zorunda kalıyorlar.

Filmi izlemek isteyenler olabilir, fazla ayrıntıya girmeyeceğim.

Film temel bir ahlaki sorunun yanıtını arıyor: "Vicdan", şartlar öyle gerektiriyor diye bir kenara bırakacağınız, kolayca vazgeçebileceğiniz bir lüks müdür?

Genç polis memuru Wilfried Wils film boyunca ahlaki ikilemlerle mücadele etmek zorunda kalıyor.

"Ben olsaydım ne yapardım" sorusunu kendinize sormak durumunda kalıyorsunuz ve bunun ne kadar iç sıkıcı bir deneyim olduğunu söylemek zorundayım.

Filmdeki olayların yaşandığı tarih döneminin çok özel bir döneme karşılık geldiğini hepimiz biliyoruz.

"İyilik" ve "kötülük" kavramlarının bazı durumlarda iç içe bile geçebileceğini düşündürüyor. Ahlaki ikilemlerin ve ahlaki kırılganlığın çizdiği bir çerçeve içinde insan tabiatının karanlık yönlerini keşfediyorsunuz.

Filmin sonuna doğru genç polis memuru Wils ile sevgilisi Yvette arasında küçük bir diyalog yaşanıyor.

Yvette, Wils'in yapmak zorunda kaldığı eylemi yargılarken şunu soruyor: "Vicdan lüks bir şey mi? Çocuğuna böyle mi söyleyeceksin?"

Filmi izlerken, içimizden bazılarının uzunca bir süredir böyle ahlaki ikilemler içinde bocaladığını düşündüm.

Mesela TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, Can Atalay kararı TBMM'de okunurken yurt dışında olduğuna ne kadar sevinmiş olabilir?

Bir yandan böyle bir kararı TBMM'de okutmanın insanın boynuna yükleyeceği siyasi sorumluluktan kurtulmuş oluyor, soyadı gibi.

Ancak öte yandan hiç seslendirmese hatta kendi kendisine söylemeye bile cesaret edemese de, aklının bir köşesinde bir an için bile olsa bu eylemin siyasi sonuçlarının ahlaki olup olmadığını sorgulamamış olması mümkün mü?

Acaba Kurtulmuş, "haksızlıklar karşısında susarak dilsiz şeytan olanları" bugüne kadar hiç eleştirdi mi?

Eminim bu konuda bir şeyler söylemiş olmalı.

Ama belli ki elde ettiği siyasi pozisyonu kaybetmeyi göze alacak kadar da inanarak söylemiyormuş.

Yargıçların, doğru dürüst delil incelemesi bile yapmadan, iddianameyi bile doğru dürüst okumadan verdikleri karar mesela. Ya da o kararı onaylayan üst mahkemelerin........

© T24


Get it on Google Play