Diğer

01 Şubat 2024

“Hepimiz aslında içimizdeki kırıklardan müteşekkil birer yapboz değil miyiz? Bu kırıklarla ne zaman barışacağız? Artık canımızı acıtmadıklarında mı? Belki… İyi de bu ne zaman mümkün olabilir? Hangi sınırın ötesinde?...”

Mario Levi’nin hayatımızdan gittiğini duyduğumda onun “Gördüklerimiz-Görmediklerimiz” dizisinden çıkarttığı Beyoğlu kitabındaki bu cümleler aklıma geldi. İyiden iyiye yalnızlaştığımızı hissettim. Bu aralar en çok yalnızlık kavramını düşünüyorum. Kişisel, siyasal, sosyal büyük bir yalnızlık… AKP iktidarının ve Tayyip Erdoğan’ın özellikle inşa ettiği bir durum bu. İdeolojisi, inancı, kimliği ne olursa olsun herkes kendi mahallesinde, hayatında bir şekilde yaşıyor bu durumu. Merkezine kendini ya da küçük bir yakın çevreyi yerleştiren, çerçeveye ‘ekonomik varlığını sürdürmeyi, artırmayı’ yerleştiren milyonlar. Ortak bir yaşamı, hayali, hayatı var etmekten çok kişisel varoluşların önemli hale geldiği-getirildiği zamanlar. “Yeni mi öğrendin kapitalizmin bu basit-çıplak gerçeğini” diyenler elbette çıkacaktır. Tabii ki hayır. Ancak dünyaya, memlekete, insana, insanlığa yeni alternatif bir düzen önerisiyle gelenlerin, kapitalizmin tüm gereçlerinin ana uygulayıcısı, sermayenin temsilcisi, yoksulu-yoksullaştırdığı kitleleri ‘maddi yardımlarla’ bağımlı hale getiren bir düzenin mimarı, davalar dahil para ile halledilemeyecek hiçbir işin kalmadığı bir sistemin kurucusu haline gelmesini sorgulamak gerektiğini düşünüyorum.

Bir diğer konu… Kendisini doğrudan etkilemeyen haksızlıklara karşı susan-başını çeviren geniş kitleler… Bunu sadece iktidarın yarattığı korku iklimiyle açıklamak mümkün mü? Belki bir kısmını. Ama ağırlıklı kesim bir uyuşma-umursamama halinde. Üstelik bu haline kendine göre son derece ‘makul’ sebepler ileri sürebiliyor. Her kesimin kendine göre bir gerekçesi var. İktidar taraftarlarının “Vardır bir bildiği, daha iyisini mi bulacağız” savunusundan, muhalefettekilerin “Oy verdik işte, daha ne yapalım”ına ya da “Bizden, bizdeki isimlerden bir şey olmaz”ına… Sadece bir apati durumundan bahsetmiyorum. Siyasetin ürettiği, üreteceği her durumun kendinden umudu kesmeye. İktidarın hiç gitmeyecek olmasını düşünenden, muhalefetin kendi içinde kıran kırana değil, daha çok ‘saç saça’ kavgaya varan hallerine bakıp ‘boş vermeye…’

Geçen hafta İstanbul’da katıldığım bir toplantıda, yerine kayyım atanan eski bir belediye başkanı ilk söz alanları dinledikten sonra “Bizim oralar ve buranın problemleri… Sizleri dinledikten sonra, ‘Ne kadar farklı gündemlerimiz var’ diye düşündüm, bir de ‘Yalnız mıyız aslında biz’ diye” şeklinde konuştu. Sadece Batı ile Doğu değil, muhafazakâr ile seküler, zengin ile fakir arasında her birinin değişik gerekçelerle tek başına kalmış olma hali. En ağır sorunların, haksızlıkların, travmaların etkisinin en çok birkaç saat sürmesi, düşündürmesi… 6 Şubat depremi kayıplarının acısı hâlâ konteynır ya da çadırda yaşayan on binlerin varlığından, anayasanın iktidarın istemediği kimi maddelerinin askıya alınmış olmasına… Ölen gencecik evlatlardan gelir dağılımındaki adaletsizliğin büyümesine… Muhalefette olduğu için hapiste olan ve iktidar partileri istemediği için özgürlüklerinden edilenlere… İktidar ‘yok hükmünde’ dediği için uyulmayan AYM-AİHM kararlarına… Kişinin kendisinden ailesine ‘yok hükmünde hayatlar’ yaratılmasına…

Önümüzde ‘seçimler’ var. Oluşturulmuş medyasından kullanılan güce, artık devleti arkasına alan değil, bizatihi devletleşen iktidar. Giderek her seçimin bir öncekinden daha adaletsiz bir yarış haline gelmesi, getirilmesi. Karşısında birbiriyle ve kendi içerisiyle kavga eden, koltuk mücadelesini en etik dışı şekilde yapan ‘muhalefet…’ Seçimlerin, seçilmişlerin, Meclis’in anlamını her geçen gün daha çok yitirmeye başlaması….

Elbette demokrasi mücadelesinden umuttan vazgeçilmeyecek ama… Bir yandan toplumdaki ve içimizdeki geçmişi uzun yıllara varan büyük kırıklarla barışmamız gerekecek. Bir yüzleşme olmadan, tekrar farklı kesimler birbirinin acısına kulak kabartmadan bu ne kadar mümkün?

Mario Levi’nin sorduğu sorudan hareketle, “Bu kırıklarla artık canımızı, ama sadece kendimizin değil, tüm farklılıklarıyla toplumun tamamının canını acıtmadıklarında mı?”

Bu mümkün mü? Ve esas soru: Sınır tanımayan iktidar, gücünün sınırının neresi olduğu nasıl anlaşılacak? Ne şekilde bir demokratik-toplumsal mücadele verilecek?

Murat Sabuncu İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Protohistorya ve Ön Asya Arkeolojisi bölümünü bitirdi. Boğaziçi Üniversitesi'nde İşletmecilik Sertifikası programını tamamladı. İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde Medya ve İletişim Sistemleri konusunda yüksek lisans yaptı.

Dergi, gazete, radyo, televizyon, internet haber sitelerinde muhabirlik, editörlük, yayın koordinatörlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı yaptı.

En uzun süre Milliyet gazetesinde çalıştı. Tempo dergisinde genel yayın yönetmenliği, Fortune dergisinde kurucu yönetmenlik yaptı. Skytürk 360'da ekonomiden politikaya değişik programlar hazırladı, sundu.

Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni oldu, ikinci ayında tutuklanıp Silivri Kapalı Cezaevi'ne gönderildi. Hapsedildiği cezaevinde 1,5 yıl tutuklu kaldı.

T24'te köşe yazarlığı, yapıyor. 2016 yılından beri pasaportu ve sürekli basın kartı verilmiyor. Yargıtay'ın iki kere verdiği beraat kararına rağmen 7,5 yıl hapis cezası talebi içeren dosyası, Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nda bekliyor.

Bölgeden tanıklıklarını ve izlenimlerini "Gazze: Mahsuscuktan Bir Aşk Hikâyesi" adıyla yayımlanan kitabında paylaştı. Sedat Simavi Gazetecilik Ödülü sahibi. Sorbonne'da hukuk doktorası yapan bir oğlu, Nuri isimli bir kedisi var.

"Bahar mevsiminde avlunun üst köşelerinde yuvalara serçeler yerleşiyor. Bu yıl kış aylarında da bir grup serçe sık sık avluma geliyor. Ben avluda yürüyüş yaparken penceremin önüne bıraktığım ekmek kırıntılarını yiyorlar. Hapse girdiğimde altmış yaşındaydım. Kuşkusuz, ileri yaşta hukuksuzluğa maruz kalan bir tek ben değilim. Soyut suçlarla ilgili, somut delillere dayanmayan suçlamalarla seksen yaşında insanlar hapiste tutuluyor. Bunları, hukuk normlarının yanı sıra, insan hayatına, insan haysiyetine değer vermeyen bir anlayışın tezahürleri olarak görüyorum"

Herkes bir yandan ailenin acısını paylaşıyor ama bir yandan da birbirleriyele seçimleri, geleceği konuşuyor. Ağırlıklı konu "İstanbul ne olur?"

Erdoğan bir seçim makinesi… Bitti denilen yerde yeni bir hikâye ile ortaya çıkıyor

© Tüm hakları saklıdır.

QOSHE - Seçimler anlamını yitirirken büyük yalnızlık ve ‘yok hükmünde hayatlar’ - Murat Sabuncu
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Seçimler anlamını yitirirken büyük yalnızlık ve ‘yok hükmünde hayatlar’

48 1
01.02.2024

Diğer

01 Şubat 2024

“Hepimiz aslında içimizdeki kırıklardan müteşekkil birer yapboz değil miyiz? Bu kırıklarla ne zaman barışacağız? Artık canımızı acıtmadıklarında mı? Belki… İyi de bu ne zaman mümkün olabilir? Hangi sınırın ötesinde?...”

Mario Levi’nin hayatımızdan gittiğini duyduğumda onun “Gördüklerimiz-Görmediklerimiz” dizisinden çıkarttığı Beyoğlu kitabındaki bu cümleler aklıma geldi. İyiden iyiye yalnızlaştığımızı hissettim. Bu aralar en çok yalnızlık kavramını düşünüyorum. Kişisel, siyasal, sosyal büyük bir yalnızlık… AKP iktidarının ve Tayyip Erdoğan’ın özellikle inşa ettiği bir durum bu. İdeolojisi, inancı, kimliği ne olursa olsun herkes kendi mahallesinde, hayatında bir şekilde yaşıyor bu durumu. Merkezine kendini ya da küçük bir yakın çevreyi yerleştiren, çerçeveye ‘ekonomik varlığını sürdürmeyi, artırmayı’ yerleştiren milyonlar. Ortak bir yaşamı, hayali, hayatı var etmekten çok kişisel varoluşların önemli hale geldiği-getirildiği zamanlar. “Yeni mi öğrendin kapitalizmin bu basit-çıplak gerçeğini” diyenler elbette çıkacaktır. Tabii ki hayır. Ancak dünyaya, memlekete, insana, insanlığa yeni alternatif bir düzen önerisiyle gelenlerin, kapitalizmin tüm gereçlerinin ana uygulayıcısı, sermayenin temsilcisi, yoksulu-yoksullaştırdığı kitleleri ‘maddi yardımlarla’ bağımlı hale getiren bir düzenin mimarı, davalar dahil para ile halledilemeyecek hiçbir işin kalmadığı bir sistemin kurucusu haline gelmesini sorgulamak gerektiğini düşünüyorum.

Bir diğer konu… Kendisini doğrudan etkilemeyen haksızlıklara karşı susan-başını çeviren geniş kitleler… Bunu sadece iktidarın yarattığı korku iklimiyle açıklamak mümkün mü? Belki bir kısmını. Ama ağırlıklı kesim bir uyuşma-umursamama halinde. Üstelik bu haline kendine göre son derece ‘makul’ sebepler ileri sürebiliyor. Her kesimin kendine göre bir gerekçesi var. İktidar taraftarlarının “Vardır bir bildiği, daha iyisini mi bulacağız” savunusundan, muhalefettekilerin “Oy verdik işte, daha ne yapalım”ına ya da “Bizden, bizdeki isimlerden bir şey olmaz”ına… Sadece bir apati durumundan bahsetmiyorum. Siyasetin ürettiği, üreteceği her durumun kendinden umudu........

© T24


Get it on Google Play