Diğer

10 Nisan 2024

2024 yerel seçimleri, uzun yıllar boyunca konuşulacak bir yerel seçim oldu. Adalet ve Kalkınma Partisi, yaklaşık 22 yıllık bir süreçten sonra ilk kez sandıktan birinci parti olarak çıkamadı. Bu parti, kurulduğu günden bugüne altı genel seçim (2002, 2007, 2011, 2015x2, 2018), dört yerel seçim (2004, 2009, 2014, 2019), üç Cumhurbaşkanlığı seçimi (2014, 2018, 2023) ve üç referandum (2007, 2010, 2017) kazanmıştı. On altı galibiyetten sonra ilk kez ikinci sıraya düşmesi, önemli bir köşe taşı sayılabilir.

Bu yeni durum üzerine çokça yazılıyor, farklı analizler yapılıyor. Bu çabalar, gayet doğal ve anlamlı…

Ben de hazır konu yerel yönetimlere gelmişken anayasa hukuku açısından birkaç noktaya dikkat çekmek istiyorum.

Türkiye'de -eğer bir erken seçim olmazsa- önümüzdeki dört yılda merkezi yönetim ve mahalli idareler arasında farklı çoğunlukların yönetimini yaşayacağız. Yani siyaset bilimindeki ifadeyle, bir bakıma bir "bölünmüş yönetim" (divided government) söz konusu olacak.

"Bölünmüş yönetim" kavramı (buna Fransızlar cohabitation, yani "bir arada yaşama" diyorlar) genellikle, yasama ve yürütme erklerinin farklı siyasal çoğunlukların eline geçtiği durumları için kullanılır. Fakat bu kavramı pekâlâ merkez ve yerel arasındaki bölünme açısından da kullanabiliriz. Hattâ ben buna "yerele bölünmüş yönetim" adını takıyorum.

Bölünmüş yönetimlerin ortaya çıkma nedenleri muhteliftir. Ana tetikleyici, seçmen çoğunluğunun iki farklı seçimde iki farklı tercihte bulunmuş olmasıdır. Bunun nedeni literatürde esasen beş nedenle açıklanır:

Türkiye özelinde, Alaturka Başkanlık rejiminin kişiler siyasetini dayatması ve bu bağlamda Recep Tayyip Erdoğan gibi popüler bir figürün karşısında yerel düzeyde Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş gibi popüler figürlerin çıkmış olması önemli bir faktör olsa gerek. Keza ekonomideki yüksek enflasyon ve bunun yarattığı derin yoksulluk, bir diğer faktör olarak görünüyor. Bu iki neden açıkça sabit bence. Üçüncü madde açısından; politik İslam'ın hızlı itibar kaybı ve CHP'nin fazlasıyla merkeze oynaması göreli olarak dikkate değer bir diğer faktör olabilir. Seçmenlerin çoğunluğunun Erdoğan'ı başarısız sayıp saymadığından emin değiliz. İki seçim arasındaki sürenin uzamış olmadığı ise nesnel bir gerçek.

Bölünmüş yönetimlerle ilgili literatürde bu durum üç kategoride tanımlanır.

1) Uzlaşmacı versiyon: Bölünmüş yönetimlerdeki uzlaşma, aktörlerin farklı siyasal çizgilerden gelseler bile ya belli bir uzlaşma kültürüyle kuşatılmış olmaları veya (farklı programları izliyor görünseler de) temel konularda hemfikir oldukları durumlarda söz konusu olur. Örneğin iktidarı paylaşan özneler, kamusal kaynakların talanında (ihale paylaşımında vs.) ortaklaşıyorlarsa, ne kadar zıt görünürlerse görünsünler şaşırtıcı biçimde uzlaşabilirler. Keza, belli bir ekonomik programın takip edilmesi konusunda zımni bir mutabakat varsa yine bölünmüş özneler, kolaylıkla uzlaşabilirler.

Uzlaşma, bazen bu koşullar yoksa da gerçekleşebilir. Şöyle ki aktörlerin, seçmenlerin nezdinde "oyun bozan" durumuna düşmek istememeleri, olası çatışmaları yumuşatmaktadır. Fakat böyle bir duruma düşmeyi istememek, müstakbel seçimin adil biçimde yapılacağı ve manipülasyona kapalı olduğu hâllerde mümkündür. Bir aktör müstakbel seçimi istismar edebileceğini biliyorsa çatışma yönetiminde de geri adım atmayacaktır. Böyle bir durumda ise hakem niteliğindeki kurumların (örneğin Anayasa Mahkemesi) ne kadar güçlü olduğu önem kazanır. Bu yapılar güçlü oldukça uzlaşma olasılığı da artar.

2) Çatışmacı versiyon: Bölünmüş yönetimler, belli bir uzlaşma kültürünün bulunmadığı, siyasi tasarımın tamamen kutuplaşma üzerine bina edilegeldiği yerlerde doğal olarak çatışmaya gebedir. Üstelik bölünmenin aktörleri arasında ideolojik ve yapısal farklar varsa ister istemez çatışma devam edecektir. Aktörlerin bu çatışmadan müstakbel seçimlerde kendi lehine sonuçlar elde edeceğini bildiği koşullarda, söz konusu potansiyel daha da yükselir. Çatışma, verili kuralların dışına çıkılmadıkça her zaman için kötü veya iyi değildir, neticenin niteliği bağlamsal olarak değişir. Bu bağlamda aktörlerin sahip olduğu anayasal yetkilerin nasıl dağıtıldığı da önem taşır.

3) Yıkıcı versiyon: Bölünmüş yönetimin bir ölçüde çatışma getirmesi doğaldır. Hattâ bu çatışma bir diyalektik barındırdığı için olumlu sentezler de getirebilir. Fakat çatışmanın aktörlerinden birinin aşırı yetkili olması ve/veya yetkilerinin ötesine geçerek çatışmadan galip çıkmaya çalışması çatışmayı bir yıkıma sürükleyebilir. Kuralların yok sayılması ve sahip olunan yetkilerin fazlasıyla dışına çıkılması bir "darbe"ye dahi kapı aralayabilir. Bu darbe bizzat aktörlerden biri tarafından (sivil darbe) gerçekleşebileceği gibi, bir iç savaşın ortaya çıkması veya bunun çıkmaması için ordunun müdahalesi (askeri darbe) dahi söz konusu olabilir. Çatışmanın bu düzeye varmaması için, yine yerleşik kurumların (AYM vb.) göreceği işlev yaşamsaldır.

Bu kategorileri Türkiye açısından çözümleyecek olursak şunları söyleyebiliriz: Türkiye'de bir uzlaşma kültürü yoktur. Kutuplaşma düzeyi hayli yüksektir, bu nedenle ilk bakışta uzlaşmacı versiyonun ortaya çıkma ihtimali düşüktür. Fakat CHP'nin kendine biçtiği "2010 öncesi AKP olma" misyonu ve uluslararası sermaye gruplarıyla olan ilişki biçimi, keza "Şimşek Programı" olarak bilinen ekonomik hattı takip edeceğine dönük kimi söylemler, zıt görüntüye rağmen bir uzlaşma getirebilir.

Fakat kutuplaşma düzeyinin yüksekliği ve başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere kimi aktörlerin sertliği, buna rağmen çatışmayı yükseltebilir. Dahası, anayasal yetkiler açısından merkez lehine eşitsizlik, seçim güvenliği konusundaki kötü sicil, geçmişte anayasal yetkilerin sınırlarının dışına kolaylıkla çıkılması vb. deneyimler ile Anayasa Mahkemesinin geri çekilme eğilimi, çatışmayı yıkıcı düzeyde yükseltebilecek risk faktörlerdir.

Görünen o ki çatışmanın karakteri, en çok da Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın alacağı tutuma bağlı gibidir.

Bölünmüş yönetimin yıkıcı sonuçlar doğurmamasının panzehiri, yetkilerin dengeli dağıtımından geçer. Türkiye'de merkez-yerel yönetimler arasında böylesi bir denge kesinlikle yoktur. Türkiye yerinden yönetime göz kırpan bir üniter devlettir ama idari vesayet yetkisi çok fazladır. Yani son sözü hep merkez söyler. Yerel yönetimlere bırakılmış münhasır hiçbir alan yoktur.

Dahası, merkez ve yerel arasındaki çatışmaları çözmekle tam yetkili bir hakem de bulunmaz. Örneğin yerinden yönetimlerin Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçiminde (hizmet yönünden yerel yönetim birimi olarak barolar hariç) hiçbir rolü yoktur.

Yerinden yönetimlerin, özerk yetkilerine saldıran merkezi düzenlemelere karşı yargısal başvuru ve katılım yetkisi (Almanlar buna "komünal anayasa şikâyeti" der) de yoktur.

Bu eksiklikler olası çatışmaların yıkıma gitmesini frenleyici bir mekanizma eksikliğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla çatışma ve çatışmanın alacağı biçime göre yıkıcı olasılıklar yadsınmamalıdır.

Özetle anayasa yargısının ve yetkilerin dengeli paylaşımının öneminden bahsedenler boş konuşmuyor. Burada da bir defa daha kaydedilsin.

Tolga Şirin, İzmir'de doğdu. İstanbul Barosu'na kayıtlı avukat ve Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı'nda doçent olarak çalışmaktadır.

Hukuk alanındaki lisans ve lisansüstü eğitimini Marmara Üniversitesi'nde tamamladı. Lisans eğitimi sonrasında Londra Birkbeck Üniversitesi'nde insan hakları hukuku eğitimi aldı; doktora ve doktora sonrası aşamalarda Köln Üniversitesi Doğu Hukuku Enstitüsü'nde araştırmacı olarak görev yaptı.

TÜBİTAK Sosyal Bilimler Programı ve Raoul Wallenberg Enstitüsü bursiyeridir.

Aybay Vakfı (2010) makale yarışması ödülünün sahibidir.

2006-2008 yılları arasında İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi yürütme kurulu üyeliği yaptı.

Ondan fazla kitap ve çok sayıda makalesi olan Şirin, İngilizce ve Almanca bilmektedir.

Geçmişte Radikal ve BirGün gazeteleri ile Güncel Hukuk dergisinde güncel yazılar yazan Şirin, haftalık yazılarını 2020'den beri T24'te yayımlamaktadır.

2024 seçimiyle birlikte 31 Mart bir başka dönüm noktasının tarihi olabilir. Zira seçim sonuçları, olağan dışı nitelik arz ediyor

Türkiyeli sözcüğünün yeni ve uydurma olduğuna dönük, hatta sosyal medyaya bakılacak olursa PKK tarafından tedavüle sokulduğuna dair kimi yanlış savlara dair iki not düşmekten kendimi alıkoyamıyorum

Biz, çağlar öncesinin figürlerinin heykellerini yıkmaya veya sanat/kültür eserlerini tahrip etmeye yönelen “iptalci “woke[3]” saçmalıklara varmadıkça, eleştirilere karşı değiliz. Fakat eleştirmek başka şey, kültürel varlıklara sahip çıkmak başka şey

© Tüm hakları saklıdır.

QOSHE - Türkiye ve "yerele bölünmüş yönetim" - Tolga Şirin
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Türkiye ve "yerele bölünmüş yönetim"

14 0
10.04.2024

Diğer

10 Nisan 2024

2024 yerel seçimleri, uzun yıllar boyunca konuşulacak bir yerel seçim oldu. Adalet ve Kalkınma Partisi, yaklaşık 22 yıllık bir süreçten sonra ilk kez sandıktan birinci parti olarak çıkamadı. Bu parti, kurulduğu günden bugüne altı genel seçim (2002, 2007, 2011, 2015x2, 2018), dört yerel seçim (2004, 2009, 2014, 2019), üç Cumhurbaşkanlığı seçimi (2014, 2018, 2023) ve üç referandum (2007, 2010, 2017) kazanmıştı. On altı galibiyetten sonra ilk kez ikinci sıraya düşmesi, önemli bir köşe taşı sayılabilir.

Bu yeni durum üzerine çokça yazılıyor, farklı analizler yapılıyor. Bu çabalar, gayet doğal ve anlamlı…

Ben de hazır konu yerel yönetimlere gelmişken anayasa hukuku açısından birkaç noktaya dikkat çekmek istiyorum.

Türkiye'de -eğer bir erken seçim olmazsa- önümüzdeki dört yılda merkezi yönetim ve mahalli idareler arasında farklı çoğunlukların yönetimini yaşayacağız. Yani siyaset bilimindeki ifadeyle, bir bakıma bir "bölünmüş yönetim" (divided government) söz konusu olacak.

"Bölünmüş yönetim" kavramı (buna Fransızlar cohabitation, yani "bir arada yaşama" diyorlar) genellikle, yasama ve yürütme erklerinin farklı siyasal çoğunlukların eline geçtiği durumları için kullanılır. Fakat bu kavramı pekâlâ merkez ve yerel arasındaki bölünme açısından da kullanabiliriz. Hattâ ben buna "yerele bölünmüş yönetim" adını takıyorum.

Bölünmüş yönetimlerin ortaya çıkma nedenleri muhteliftir. Ana tetikleyici, seçmen çoğunluğunun iki farklı seçimde iki farklı tercihte bulunmuş olmasıdır. Bunun nedeni literatürde esasen beş nedenle açıklanır:

Türkiye özelinde, Alaturka Başkanlık rejiminin kişiler siyasetini dayatması ve bu bağlamda Recep Tayyip Erdoğan gibi popüler bir figürün karşısında yerel düzeyde Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş gibi popüler figürlerin çıkmış olması önemli bir faktör olsa gerek. Keza ekonomideki yüksek enflasyon ve bunun yarattığı derin yoksulluk, bir diğer faktör olarak görünüyor. Bu iki neden açıkça sabit bence. Üçüncü madde açısından; politik İslam'ın hızlı itibar kaybı ve CHP'nin fazlasıyla merkeze oynaması göreli olarak dikkate değer bir diğer faktör olabilir. Seçmenlerin çoğunluğunun Erdoğan'ı başarısız sayıp saymadığından emin değiliz. İki seçim arasındaki sürenin uzamış olmadığı ise nesnel bir gerçek.

Bölünmüş yönetimlerle ilgili literatürde bu durum üç kategoride tanımlanır.

1) Uzlaşmacı versiyon: Bölünmüş yönetimlerdeki uzlaşma, aktörlerin farklı siyasal çizgilerden gelseler bile ya belli bir uzlaşma kültürüyle kuşatılmış olmaları veya (farklı programları izliyor görünseler de) temel konularda hemfikir oldukları durumlarda söz konusu olur. Örneğin iktidarı paylaşan özneler, kamusal kaynakların talanında (ihale paylaşımında vs.) ortaklaşıyorlarsa, ne kadar zıt görünürlerse görünsünler şaşırtıcı biçimde uzlaşabilirler. Keza, belli bir ekonomik programın takip edilmesi........

© T24


Get it on Google Play