Diğer

09 Mart 2024

8 Mart'tan 8 Mart'a…

Daha çok kadın öldürüldü. Geçen 8 Mart'ta yaşayanlardan onlarcası artık yok; koca, eski koca, sevgili elinde can verdi.

Daha çok kadın tacize, tecavüze uğradı. Hafifletici sebep, tahrik, rıza hemen oradaydı!

Daha dün, muhafazakâr, başörtülü anneler, belki iktidara da oy verenler; "Muhafazakâr" bir yurtta tacize, darba, hakarete, şiddete, belki tecavüze uğrayan evlatlarıyla şoke olmuştu.

Daha dün ahlak, din, iman, milliyetçilik pazarlayan bir iktidar hempasının bizzat "kadın ticareti" organizatörü olduğunu öğrenince, kaç muhafazakâr kadın şaşırdı acaba.

Evet, bu tür insanlar her kesimde olabilirdi, tamam. Ne var ki bunlar bir yandan da kesif din, koyu ahlak, sert milliyetçilik pazarlıyordu.

Tam da Filistin, Gazze için onlarca mesaj atıp iktidar TV'sinde yorumlar yapıp bir de Mossad ajanı çıktığı iddia edilen şahıs gibi!

Bir yalana ve şiddete, otoriteye ve otoriterliğe tapınma düzeninde, kadınlar, çocuklar, ezilenler organize baskı altında kalmıyormuş gibi, bir de sokakta, hanede, yurtlarda, işyerlerinde bu efendilerin kötülük dilinde, maço edepsizliklerinde tek tek yakalanıp hırpalanıyordu!

Elbette nice kadın uyandı; nice erkek toparlandı, nice çocuk büyüdü, nice fikir ve mücadele yayıldı. Hepsine selam olsun.

Yine de derin ve yoğun kötülük iş başında; baskıcı, şiddetçi cinsiyetçi de oluyor, sınıfsal da, ideolojik de etnik de, dini de kültürel de.

Mücadele o yüzden tek tek mümkün değil; sektör sektör, vektör vektör yetersiz. Her ezilenin kaderi bir başka ezilene bağlı. Bir başkası ezilirken, onu görmüyorsan, kendini de eksik görüyorsun demektir. Seni de onu da yenerler, ezerler gülüm!

Aşağıda iki eski yazımdan parçalarla yine parçalanalım olan bitenle:

"Dünya Kadınlar Günü"nü bilirsiniz. Asıl adı "Dünya Emekçi Kadınlar Günü"dür. Kökenindeki bir vaka nedeniyle, esasında "Gül" günü değil "Kül" günüdür.

165 yıl kadar önce, New York'taki büyük tekstil grevi sırasında, polisin saldırıp büyük bir atölyedeki kadın işçilerin içeri kilitlenmesi ve 129'unun sıkışmış, kıstırılmış şekilde yanması vardır kökünde, kökeninde; külüyle, dumanıyla, kilitli katliamla!

New York yangınının, 129 işçi kadının küllerinden 148 yıl sonra…

15 yaşındaki Ayşe Denizdolan…

18'inde Sadife Düdüş…

21'inde Gülden Çiçek…

27'sinde Necla Özveren…

32'sinde Sevgi Sesli…

Bursa'da bir tekstil atölyesinde hep birlikte, kilit altında, yanarak, boğularak can verdi.

Unutmayalım diye:

Sevgi Sesli, 3 aylık hamileydi.

Aynı işçi sınıfının ölülerini şuydu, buydu ayırmayalım diye; ikisinin kalan portreleri başörtülü, ikisinin başörtüsüzdü!

Necla Özveren'i bilmiyorum; zaten önce kayıp sayılmış, sonra, nerede olacak, tezgâhının orada bulunmuştu!

İşçilerin kaytarmasınlar diye içeriye kilitlendiği yangın yerinin personel müdürü çok önemli bir açıklama yapmıştı:

"Ölen kızlardan biri" yangın çıkınca son çare telefonla onu aramış…

Kendisi de camdan atlamalarını tavsiye etmişti!

Öyle ya… Kapılar kilitliydi!

New York'tan 148 yıl sonra, Bursa'da kapılar işçilerin üzerine kilitliydi!

İçtihadımız bu kadarla kalmaz; kadın-erkek ayırmayalım diye:

Bursa'dan 1,5 yıl önce, İstanbul'da, tam da Emekçi Kadınlar Günü'nde, bir fırında dört işçi, yine 02 ile 03 arası, birbirine sarılarak yandı.

Kemal Baysal, Hasan Arslan, Hüseyin Özkan, Metin Aşçı dışarı çıkamamıştı, çünkü işçilerin kaldığı asma katın pencere kepenkleri dahil bütün kepenkler kilitliydi!

Yanmasaydı, Metin Aşçı 8 aylık oğlunu görecekti altı gün sonra.

Yanmasaydı, 18 yaşındaki nişanlısı Gonca ile düğün tarihini konuşacaktı Kemal Baysal.

Böyle çok vaka vardır da, kimi kayda geçmemiş, kimi haber olmamış, kiminde yangın çıkmadığı için çok şükür, kilitli kapılardan kimse cansız çıkmamıştır.

Siz şimdi bunlara "New York gibi", diyebilirsiniz. Doğru, 165 sene önceki New York gibi.

Çünkü kapitalizmin maması artık değer; sadece üretim sürecindeki sömürüyle değil, köleleştirme ameliyelerindeki gaspla, insanın bedeni kadar ruhunun da istismarıyla, sadece "iş kazası"yla değil meslek hastalığına maruz bırakışıyla da çoğalır.

İşçileri fabrikaya, atölyeye kilitleyenler…

Asansörle çakanlar…

Madenlerde arada boş zaman kalmasın diye vardiyaları üst üste bindirenler ve o sayede arsız kasaları dolduranlar genellikle masum çıkar!

Fakat bu sorumlu ama sorumsuz şahıslar, eğer inançlı birer muhafazakârsa hele, kötü haberi sona saklamış olayım:

Elio Petri'nin, kapitalizmin çarkları ve acımasızlığı kadar, kendi sınıfını-safını şaşıran işçilerin, sendikacıların da eleştirisini yaptığı yarım asırlık filminin adıyla ve hatırıyla:

İşçi sınıfı cennete gider!

Ötekilere de muhtemelen cehennem kalır!

Sanırım, öyle.

Böyle yapmayacaktınız, öyle yakmayacaktınız!

Binlerce "cinsel saldırı…"

Binlerce "taciz ve tecavüz…"

Binlerce "çocuğun cinsel istismarı…"

Binlerce "reşit olmayanla cinsel ilişki…"

Bu başlıklarla Adalet Bakanlığı "istatistik" tutuyor.

O binlerce isimsiz kadın, genç kız ve çocuk da bir anda "Özgecan" oldu.

Annesinin emekçiliğinin desteğiyle, yarı bursla "psikoloji" okuyan, küçük kızımdan da küçük genç kız, "psikolojisi bozuk" erkek şiddetinin ortasında boğulmuş, can vermiş, çığlık atmış, sessiz kalmış binlerce kadın ve çocuğun elinden tutup önümüze getirdi.

Onlarla yüzleşmek, bu utancı paylaşmak yerine kimimiz hemen kusuyor:

Hemen asalım, diyenler…

Kurbanların, mağdurların cinsel veya etnik kimliğinde "makul sebep" arayanlar.

Tuhaf bir şekilde, "şiddet"e karşı alınan tavır ya yeni bir "şiddet"ten ibaret oluyor…

Yahut zaten "şiddet"i makul veya mazur görebilen şiddet ortaklığı!

Elbette herkes bu iki uçta değil.

O vakit bu iki uçta olmanın "kesinliği"ne de sahip değil.

Zor olan bu zaten: Nasıl mücadele edeceksin?

Özgecan'ın ardında dizilen isimsiz kurbanlara; başörtülü, başörtüsüz kadınlara, genç kızlara, kız ve erkek çocuklara; taciz-tecavüz, ensest karşısında suskunluğa gömülen, intihara sürüklenen, sessiz sedasız gömülenlere; cezaevinde cinsel saldırıya uğrayanlara, en modernleri dahil işyerinde mobing ve tacize maruz kalanlara, aşağılananlara, altta, aşağı ve hatta aşağılık görülenlere bir bakın.

O kadar çoklar ki.

Bu cehennemi değiştirme yolu "erkek üstünlüğü"ne temel itirazla başlar.

Sadece kadınların değil, erkeklerin de itirazıyla; hukukun itirazıyla.

Esasen "üstünlükler"e itirazla başlar!

Tamam da…

Doğduğun yahut kurduğun ailede mi?

Okulda mı? Askeriyede mi? İşyerinde mi? Statlarda mı? Hangi birinde, nasıl?

"Kültürlü erkek muhabbetleri" bile bir yerinde kadının aşağılanmasına, "cinsel nesneleştirilmesi"ne koşuveriyorsa…

Ailede, askerde, işyerinde, işsizlikte ezilmiş milyonlarca erkeğin bulabildiği birkaç "üstünlük" fırsatından biri, milliyeti, dini kimliği, memleketi, futbol takımı dışında, esas "erkeklik" ise…

O diğer "üstünlükler" bile hep "erkeklik"le birleştirilip ifade ediliyorsa…

Nereden başlayacaksın itiraza?

Kadın ve çocuğa şiddeti büyüten ne varsa, genel kabullerden, genel lisandan besleniyor; orada güç ve cüret topluyor.

Kadın kanlar içinde yere düşmedikçe, bir cesaretle dava etmedikçe, aile içi açık şiddet ve baskıya dair ciddi bir istatistik oluşuyor mu?

Çocuk resmen kurban olmadıkça, binlerce çocuk müebbet sessizliğe katlandığı sürece, bilebiliyor muyuz ne kadar yaygın olup olmadığını?

Nereden başlanacak?

Kadını aşağılayan, kadınları ayıran, kimi kadını "müstahak" sayabilen, sürekli fetvalarla çocukların, kadınların "ruhsal, cinsel ve toplumsal hayatları"na müdahale edebilen, kadın bedeni üzerine sürekli ahlakçılık yapan, giyim kuşama atıp tutan, kadının ailedeki ve toplumdaki rolünü adeta figürana rol biçer gibi tayine kalkan resmi dilin kırılmasından!

26 erkeğin saldırısına uğrayan 13 yaşında çocuklarda "rıza" bulmuş hukuk dilinin kırılmasından!

"İç Güvenlik Paketi" hummasına tutulmayı bırakıp kadınları ve çocukları şiddet sarmalında yok eden, binlerce işçiyi yok eden, kadınlar kadar binlerce ve binlerce erkeği de ezen, un ufak eden "asıl iç güvensizlik şiddeti" üzerine yoğunlaşarak.

Kadını ayırarak değil, kadını eşitleyerek "koruma"nın daha mümkün olabileceğini düşünerek.

"Şiddet, baskı ve dayatma mercii kocalar" karşısında sinen, onları onaylayabilen, dahası "kadını aşağılayan oğullarına" hayran ve kurban anaların da bu hallere, o hallerine isyanıyla.

"Kayıp çocukları"nın hakkını, hakikatini yıllardır kovalayan Cumartesi Anneleri gibi… "Kayıp insanlıklar"ın, çocukların, kızların, kadınların hakkı hukuku peşine düşmüş annelerle!

Umur Talu, ilk, orta, liseyi Galatasaray Lisesi'nde yatılı okudu. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi'den mezun oldu.

Üniversite döneminde Demiryolu İşçileri Sendikası ve Marmara Boğazları Belediyeler Birliği'nde çalıştı. Günaydın gazetesinde başladığı gazeteciliği, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, tekrar Milliyet, Star, Sabah, Habertürk'te sürdürdü. Muhabirlik, ekonomi servisi yönetmenliği, yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı, kısa süre Paris temsilciliği yaptı.

Medyakronik başta olmak üzere, çok sayıda web sitesi ile dergide makaleleri yer aldı.

Birkaç dönem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu'na seçildi, başkan yardımcılığında bulundu.

İstanbul Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi İletişim fakültelerinde ders verdi.

Türkiye medyasında ilk "ombudsman"lik kurumunun kurulmasını gerçekleştirdi. 1998'de Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ni hazırladı.

Çalışmaları Türkiye Basın Özgürlüğü Ödülü, iki kez Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Köşe Yazısı Ödülü, Çağdaş Gazeteciler Derneği Ödülü başta olmak üzere, çeşitli mesleki ödüllere değer görüldü. Aynı yıl, üç farklı gazetecilik örgütünden köşe yazarı ödülü aldı.

Bodrum: Yüzyıllık Yolculuk, Kadınımızın Hatıra Defteri gibi belgesellerde metin yazarlığını yaptı.

Sosyal Demokrasi, Fransa Bölümü (Turhan) Uçuran Bey Postanesi (Milliyet) , Dipsiz Medya (İletişim) , Bedelli Gazetecilik (Everest) , Senin Adın Corona Olsun (Literatür) kitapları yayımlandı. Keynes'in (O. E. Moggridge, Afa Yay.) çevirisini yaptı.

Tarih çok kibir, çok kin, çok nefret, çok yalan, çok dolan, çok talan gördü ama tarihin talihinin dönmesi, insanın iki ayak üstünde başı dik durması, itaat-biat ve buyruk-kuyruk düzenlerinin çürümesi, sarsılması, yıkılması diye bir ders de var

Kendi evladını askerlikten bile kaçırmak için devlet olup duranlar, "ötekilerin kemik kemik evladı"na hakikati, adaleti teslim etmeyi bile çok gördüler

AB'nin çöpünü alıp pazarda belki de çocuğunuza alamadığınız elmayı, armudu Gazzeli çocuğa ölüm satan İsrail'e ikram ediyorsunuz

© Tüm hakları saklıdır.

QOSHE - Bugün 9 Mart, ne olacak şimdi! - Umur Talu
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Bugün 9 Mart, ne olacak şimdi!

53 22
09.03.2024

Diğer

09 Mart 2024

8 Mart'tan 8 Mart'a…

Daha çok kadın öldürüldü. Geçen 8 Mart'ta yaşayanlardan onlarcası artık yok; koca, eski koca, sevgili elinde can verdi.

Daha çok kadın tacize, tecavüze uğradı. Hafifletici sebep, tahrik, rıza hemen oradaydı!

Daha dün, muhafazakâr, başörtülü anneler, belki iktidara da oy verenler; "Muhafazakâr" bir yurtta tacize, darba, hakarete, şiddete, belki tecavüze uğrayan evlatlarıyla şoke olmuştu.

Daha dün ahlak, din, iman, milliyetçilik pazarlayan bir iktidar hempasının bizzat "kadın ticareti" organizatörü olduğunu öğrenince, kaç muhafazakâr kadın şaşırdı acaba.

Evet, bu tür insanlar her kesimde olabilirdi, tamam. Ne var ki bunlar bir yandan da kesif din, koyu ahlak, sert milliyetçilik pazarlıyordu.

Tam da Filistin, Gazze için onlarca mesaj atıp iktidar TV'sinde yorumlar yapıp bir de Mossad ajanı çıktığı iddia edilen şahıs gibi!

Bir yalana ve şiddete, otoriteye ve otoriterliğe tapınma düzeninde, kadınlar, çocuklar, ezilenler organize baskı altında kalmıyormuş gibi, bir de sokakta, hanede, yurtlarda, işyerlerinde bu efendilerin kötülük dilinde, maço edepsizliklerinde tek tek yakalanıp hırpalanıyordu!

Elbette nice kadın uyandı; nice erkek toparlandı, nice çocuk büyüdü, nice fikir ve mücadele yayıldı. Hepsine selam olsun.

Yine de derin ve yoğun kötülük iş başında; baskıcı, şiddetçi cinsiyetçi de oluyor, sınıfsal da, ideolojik de etnik de, dini de kültürel de.

Mücadele o yüzden tek tek mümkün değil; sektör sektör, vektör vektör yetersiz. Her ezilenin kaderi bir başka ezilene bağlı. Bir başkası ezilirken, onu görmüyorsan, kendini de eksik görüyorsun demektir. Seni de onu da yenerler, ezerler gülüm!

Aşağıda iki eski yazımdan parçalarla yine parçalanalım olan bitenle:

"Dünya Kadınlar Günü"nü bilirsiniz. Asıl adı "Dünya Emekçi Kadınlar Günü"dür. Kökenindeki bir vaka nedeniyle, esasında "Gül" günü değil "Kül" günüdür.

165 yıl kadar önce, New York'taki büyük tekstil grevi sırasında, polisin saldırıp büyük bir atölyedeki kadın işçilerin içeri kilitlenmesi ve 129'unun sıkışmış, kıstırılmış şekilde yanması vardır kökünde, kökeninde; külüyle, dumanıyla, kilitli katliamla!

New York yangınının, 129 işçi kadının küllerinden 148 yıl sonra…

15 yaşındaki Ayşe Denizdolan…

18'inde Sadife Düdüş…

21'inde Gülden Çiçek…

27'sinde Necla Özveren…

32'sinde Sevgi Sesli…

Bursa'da bir tekstil atölyesinde hep birlikte, kilit altında, yanarak, boğularak can verdi.

Unutmayalım diye:

Sevgi Sesli, 3 aylık hamileydi.

Aynı işçi sınıfının ölülerini şuydu, buydu ayırmayalım diye; ikisinin kalan portreleri başörtülü, ikisinin başörtüsüzdü!

Necla Özveren'i bilmiyorum; zaten önce kayıp sayılmış, sonra, nerede olacak, tezgâhının orada bulunmuştu!

İşçilerin kaytarmasınlar diye içeriye kilitlendiği yangın yerinin personel müdürü çok önemli bir açıklama yapmıştı:

"Ölen kızlardan biri" yangın çıkınca son çare telefonla onu aramış…

Kendisi de camdan atlamalarını tavsiye etmişti!

Öyle ya… Kapılar kilitliydi!

New York'tan 148 yıl sonra, Bursa'da kapılar işçilerin üzerine kilitliydi!

İçtihadımız bu kadarla kalmaz; kadın-erkek ayırmayalım diye:

Bursa'dan 1,5 yıl önce, İstanbul'da, tam da Emekçi Kadınlar Günü'nde, bir fırında dört işçi, yine 02 ile 03 arası, birbirine sarılarak yandı.

Kemal Baysal, Hasan Arslan, Hüseyin Özkan, Metin Aşçı dışarı çıkamamıştı, çünkü işçilerin kaldığı asma katın pencere kepenkleri dahil bütün kepenkler kilitliydi!

Yanmasaydı, Metin Aşçı 8 aylık oğlunu görecekti altı gün........

© T24


Get it on Google Play