Biz onu lise devirlerimizden tanıyoruz… O bizim minnet ve şükrân hisleriyle ta Kıyâmet’e kadar hatırlayacağımız bir büyüğümüz, dünkü ve bugünkü bütün memleket çocuklarının mânevî hocasıdır. Hemen her Türk Çocuğu’nda istisnâsız onun mânevî ışığı parıldar. Çünkü o bir ışık adamdır… İnanıyoruz ki bu çilekeş dâvâ adamının fânûslu feneri, güzel Türkçemizin bekâsı için dâima yanacaktır…Işık adamlar, kendi milletinin bir ferd-i mücâhidi olarak hep zirvelerden memleket semâlarını aydınlatırlar… Aynen Kaşgarlı Mahmud, Yusuf Has Hâcib, Ali Şir Nevâi, Şemseddin Sâmi, M.Fuad Köprülü, Ahmet Caferoğlu, Reşit Rahmeti Arat, Ali Nihat Tarlan, Ferit Kam, Faruk Kadri Timurtaş, Necmettin Hacıeminoğlu, Amil Çelebiolu, Mehmet Çavuşoğlu, Muharrem Ergin, Ahmet Bican Ercilasun, Kemal Eraslan, Mehmet Kaplan, Ömer Faruk Akün, Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cemil Meriç, Ahmet Kabaklı, Sâmiha Ayverdi, İlhan Ayverdi…ilh. gibi Nihad Sâmi Banarlı da bir ışık adam olarak bu azîz vatanda “hocaların hocası” olmayı başarmış nâdir şahsiyetlerimizdendir.

Nihad Sâmi Banarlı’nın Türk çocukları için yazmış olduğu o altın değerindeki Türk ve Batı Edebiyatı Ders Kitapları, bugün dahi pek çok evde hâlâ “başucu kitabı” olarak kütüphanelerimizin en nâdîde köşesindeki yerini muhafaza etmektedir. Hele uzun seneler zarfında büyük bir dikkat, îtinâ ve titiz bir çalıma ile hazırlamış olduğu “Destanlar Devrinden Zamanımıza Kadar Resimli Türk Edebiyâtı Târihi” adlı eseri ise başlı başına büyük bir şaheserdir. Millî Eğitim Bakanlığı yayınları arasında önce fasiküller, sonra iki cilt hâlinde yayımlanmış bulunan bu kitabı okumaya başladığınızda, sâdece edebiyât târihimiz içerisinde resmî bir geçit yapmış olmuyorsunuz, aynı zamanda “yüksek bir kültür ve medeniyet” varlığının derinliklerine dalarak, bitmez tükenmez bir hazînenin kapısından içeriye adımınızı da atmış oluyorsunuz. Bu tılsımlı edebiyât târihi ciltlerlini okumaya başlar başlamaz ne asîl bir milletin evlâdı, ne müstesnâ bir kültür ve medeniyetin mîrasçısı olduğunuzu derhal anlıyor ve kavruyorsunuz…

Nihad Sâmi Banarlı bir Türkçe aşığı, onu gözünden kıskanacak kadar Türkçe’ye meftûn ve onun en koyu bir müdafiî’dir. O güzel Türkçemizin sırlarına hakkıyla ve kelimenin mutlak mânâsıyla vâkıf bir âlimimizdir. Gayet tabiî’dir ki, târihin en üstün ve en büyük kültür ve medeniyetini vücûda getirmiş olan Türk Milleti’ne âit her şey onun alâka alanındadır. Bir “Türkiyât” bilgini de olan Banarlı’yı sâdece bir edebiyât târihçisi olarak görmek ve değerlendirmek asla doğru değildir.

Nihad Sâmi Banarlı’nın Türk Milleti’ne bıraktığı eserlerinin adlarında bile büyük bir Türkçe sevdâsına şâhit oluyoruz. Banarlı;“Türkçe’nin Sırları, Şiir ve Edebiyat Sohbetleri, Târih ve Tasavvuf Sohbetleri” gibi eşsiz eserlerinde; mâzi’nin derinliklerinden süzülüp gelen ve âdeta coşkun bir nehir gibi çağıldayan, sâf, berrak, temiz, nefis ve o kendisine has Türkçesi’nin sihirli ifâde kudretiyle; milletimizin asırlara takaddüm eden din, dil, târih, kültür ve edebiyat zevkini ve şuûrunu bir ziyâfet havası içinde işlemiş ve millet ve memleket çocuklarının gönüllerine nakşetmiştir. Denilebilir ki Banarlı, Türkçemiz’i en iyi kullanan bir “dil ve lisân şehsüvârlarımızdan”dır. İşte size, bu “dil ve lisân şehsüvârının” Türçesi’nde güller açan satırlarından birkaç misâl:

“Şiir ve Edebiyat Sohbetleri”

“Şark-İslâm sofileri, Mevlânâlar ve Yunuslar, inanmıştılar ki insan ruhları Allah’tan kopmuş birer ışıktır. Bu ışık “görünen âlem”de renkten renge, şekilden şekile, cisimden cisime geçerek “ermiş”lerin ten kafesinde tam bir olgunluğa ulaştıktan sonra, yine Allah’a döner; o tek ve mutlak varlıkta yok olmanın zevkine dalar.

Mektepler, medreseler bir takım “dünya bilgileri”ni çok iyi öğretirler, fakat her insanın kolay gidemeyeceği “Allah’a varış” yollarını bilmeğe, bildirmeğe onların ilmi yetmez. Bunu öğrenmek için “ilim” değil “irfân” lâzımdır.

İrfân, “gerçeği bilme”dir, duygu ve sezgi ile ve “aşk” yoluyla öğrenilen “ilâhi bilgi”dir. İrfân, sözle, kitapla değil, şevkle ve hele “aşk”la ulaşılan bir kendini bilme ve kendi nefsinde Allah’ı bulma mertebesidir.

Bu dereceye aşk yoluyla ulaşan insandır ki, sevgilinin hicrânına tahammül edilemeyecek kadar güzel varlığında Allah’ı bulup Allah’ı sevenlerin şevkini duyar, vardıkları “siyah nûr” âlemine dalıp, bunun zevkini tadar.

Bu, Yunus Emre’nin türlü al renklerle yanan vatan güllerinde Allah’ı koklamasıdır. Fuzûlî, işte bu bilginin ve bu duygunun yanında, bir ömür boyu öğrendiği öteki ilimlerin birer “dedi-kodu”dan ileri geçmediğini anlayınca, aynı mısrâları bir defâ da bunun için söylemiştir:

Aşk imiş her ne vâr âlemde

İlm bir kıyl ü kaal imiş ancak”1

“Tâlihsiz Edebiyat”

“Bir millet, ancak büyük bir edebiyatı olabildiği ölçüde büyük millettir. Çünkü milletlerin bütün millî ve medenî zaferleri; bütün fikir ve kültür şahlanışları, meydana getirdikleri güzel sanatlarda ve edebiyatlarında âbideleşir.

Diller ve edebiyatlar, önce mektepler vâsıtasıyle, sonra bütün hayat boyunca, bir milletin yeni nesillerinde, sâdece bir dil ve sanat kültürü uyandırmakla kalmaz. Aynı zamanda büyük bir millî terbiye, bir millî gurur, hattâ bir millî güven ve karakter meydana getirir.

Bu yüzdendir ki dillere ve edebiyâtlara vurulacak her hâin baltanın hedefi, dili ve edebiyâtı değil, milleti yıkmaktır.”2

“Fâtihin Zafer Sırları”

“Tek başına ve bir ömür boyu, devrinin en kudretli hükümdârı olduğu için, Avrupalıların “Muhteşem Süleyman” dedikleri Kanûnî Sultân Süleyman ise âlim ve şâirlere karşı gösterdiği hürmet ve anlayışta, hemen büyük ceddi Fâtih kadar muhteşemdi.

Sultân Süleyman Zigetvar’a giderken, Niş’den, devrin büyük âlimi, Şeyhülislâm Ebüssu’ûd Efendiye kendü hattı ile gönderdigüdür:

[“Hâlde haldaşım* Sinde Sindaşım* Ahiret karındaşım* Tarîk-ı Hak’da yoldaşım* Molla Ebüssu’ûd Hazretlerine du’â-i bî-had iblâğından nedür hâlinüz* Ve nicedür mizâc-ı lâzim-ül-imtizâcınuz* Sıhhat ve âfiyetde misiz* Hak-Taâlâ hızâne-i hafiyyesinden kemâl-i sıhhat ü nihâyet-i selâmet müyesser eyliye* Bimennehû lûtuflarından niyâz olunur ki evkaat-ı müteberrikede bu muhlislerin kalb-i şerîflerinden ihrâc ü iz’âc etmiyeler* Ola kim küffâr-ı hâksâr mün hezim ü mükedder* Ve asâkir-i İslâm mansûr ü muzaffer olub rızâullâha muvâfık amel nasîb oluna* Edddu’â sümmel-ledâ* Bende-i Hudâ Süleymân-ı bî-riyâ”]

Bu mühim mektubun gerek dil, gerek rûh güzelliği meydandadır. Dünyâ hükümdârı, devrinin şeyhülislâmına mukaddes bir insan, bir velî rütbesi vererek hitâb ediyor. Onunla hâldaş olduğunu, aynı yaşlarda bulunduğunu, ona âhiret kardeşi gözüyle baktığını belirtiyor. Allah yolunda yoldaşı olan Şeyhülislâmına sonsuz duâlar gönderiyor. Sıhhatini, hatırını soruyor. Ulu Allah’ın , kendi gizli hazînesinden bu büyük âlime sıhhat ve âfiyet ihsân etmesi duâsında bulunuyor. Hükümdâr, âlim Şeyhülislâmından, mübârek vakitlerde kendisi ve ordusu için duâda bulunmasını ricâ ediyor.

Hükümdar, inanıyor ki onun duâsı ve onun, kendisini “mübârek gönlünden” çıkarmamamsı gerek kendisi gerek ordularının zaferi için büyük kuvvet olacaktır.”3

“Bir Dil Konferansı”

“Bir milletin ataları, asırlarca o kelimelerle duymuş, onlarla düşünmüş; birbirlerini ve evlâtlarını o kelimelerle sevmiş; bu kelimeleri tamâmıyle millî bir sanatla işleyip güzelleştirmiş, ve kendi millî mûsıkîsiyle seslendirmişse… evlâtlar artık o kelimelere düşman kesilemezler!...

Buna büyük milletler değil, yaratılıştan küçük milletler bile cesâret etmemiştir.

Böyle, bir târih boyunca işlene yontula güzelleşmiş, halk şiirine, âile hârimine, millî vicdâna yerleşmiş kelimeleri sevmemiz, anlamamız ve korumamız tabîîdir. Böyle kelimeler, dillerde, efsâne’nin Nîsan yağmurundan düşen damlaları sadef içinde saklayıp işledikten sonra, iri ve parlak i n c i’ler hâline koyması gibi, zamanla ve sabırla işlenmişlerdir.

Bu hâlis incileri, birtakım encik boncukla değiştirmek, en azından incideki kıymeti anlamamaktır.

Biz Türkçenin başına gelen felâketi, bu dilin dünyâ dilleri arasındaki yerini ve karakterini dikkate almamak gibi vahîm bir hatâda bulunuyoruz. Çünkü Türkçe, herhangi küçük ve başkalarına mahkûm bir millet dili değil, bir imparatorluk dili’dir.

İmparatorlu dili ne demektir? Her dil imparatorluk dili olamaz. Çünkü her millet imparatorluk kuramaz!..

Bunun için büyük millet olmak, hattâ büyük millet olarak yaratılmak lâzımdır.

Türkçe, daha Asya topraklarında iken, Çin, Kore, Hind, İran, Moğol, İslâv ve Yunanca dilleriyle kelime alış-verişi yapmıştı. Bugün yanlışlıkla öztürkçe sanılan bir çok kelimenin, araştırılınca, Çince, Moğolca, Soğdca ve Yunanca çıkması bundandır. İslâm Medeniyeti asırlarında ise, Türkler, dünyânın üç kıt’asına hâkim millet olarak bayrakları altında tuttukları engin ülkelerden vergi alır, baç alır, mahsûl toplar gibi, kelime de toplamışlardır. Böylelikle bütün o ülkelere yalnız kılıç kuvvetiyle değil kültür kuvvetiyle de söz geçirmişlerdir.

Bu yerlerden derlenen ve asırlarca Türk zevkiyle işlenip Türkçeleştirilen kelimeler, bizim zafer ve şeref asırlarımızın canlı mîraslarıdır. Bu kelimeler atalarımız tarafından fethedilmiş ve vatan yapılmış topraklar gibi, fethedilmiş ve Türk yapılmış kelimelerdir.

Şimdi sen, mâdemki bir târîhin çocuğusun; eski zafer ve şeref asırlarının bugünkü evlâdısın!.. Atalarının sana mîras bıraktığı her güzel şeyi seveceksin!..

Ataların bize mîras olarak bıraktığı en güzel iki şeyden biri bugünkü Türk vatanı ise, ikincisi Türkçe’dir.

Onu olur olmaz kaprislerle yıkamazsın!

Seni yıkmak için önce onu yıkmanın lüzûmuna inanan düşmanlarının yardımcısı olamazsın!..

Bu dili seveceksin!.. Hem de her hâliyle sevecek ve koruyacaksın!..

Türkçe, nasıl sevilir?..

Vaktiyle, Birinci Türk Dili Kurultayı’nda, büyük edib, Halit Ziyâ Uşaklıgil, bir tebliğ okumuştu. O tebliğde, aydınlarımıza Türkçeyi sevme dersi vermişti. Demişti ki:

[“Ben Türkçe’nin ezelî bir âşıkıyım. Hepimiz öyle değil miyiz? Ben, Türkçeyi, muhtelif devirlerde, muhtelif elbiselerle, muhtelif şekillerde gördüm ve sevgilimi o libaslar altında, kendi cevherinde sevdim.

Ben eski Bâbıâlî (kâtiplerinden işittiğim süslü dili) sevdiğim gibi, Aksaray’da, karpuz sergisinde müşteri ayartmak için çığırtkanlık eden Türk delikanlısının türlü zerâfetlerle dolu Türkçesini de sevdim.

Ben, Dîvan Edebiyâtı’nın gazelleriyle mest oldum.

Fakat sevgili İzmir’imin, iki çeşmelik kızının incir işlerken söylediği türkü ile de mest oldum.

Ben o sevgiliyi, atlas şalvarıyle, başının üzerinde altun işlenmiş takkesiyle gördüm.

Ben onu perişân gönüllü şâirin:

O gül-endâm bir âl şâle bürünsün yürüsün

Ucu gönlüm gibi ardıca sürünsün yürüsün

beytinde olduğu gibi, bir al şala sarınıp yürüdüğünü görerek de sevdim.

Başında hotozu, belinde kuşağı, sadef kakılı serîri üzerine uzanmış yâhud Sa’dâbâd’da, Göksu’da seyrâna çıkmış hâliyle de gördüm yine de sevdim.

Fakat tabîatte her şey tekâmülden, inkılâptan ibâret olduğu için her devrin zevki de aynı olmuyor.

Ben son devrin, İpekiş’in kelebek kanadı kadar ince, zarîf, dört metrelik kumaşıyle giyinmiş, başında küçücük beresiyle, bir rüzgâr gibi, kaldırımlar üzerinde seke seke yürüyen rüzgâr mı onu götürüyor; o mu rüzgârı sürüklüyor, diye, insanı şüpheye düşüren hâliyle de T ü r k ç e’yi gördüm ve sevdim.”]

Türkçeyi sevmek budur. Bir dil kendi öz evlâtları tarafından, ancak böyle sevilir.”4

Netice-i Kelâm

Banarlı gibi bütün ömrünü Türkçe’nin güzelliklerine adamış, edebiyâtımızın müstesnâ şâir ve yazarlarından Yavuz Bülent Bâkiler Ağabeyimiz’in Sâmiha Ayverdi Hanımefendi için “Sanat Âlemi Kürsüsü’nden”: [“bizim kültür ordumuzun kahramanı”]5 şeklindeki beyânları Nihad Sâmi Banarlı için de aynen geçerlidir. Nihad Sâmi Banarlı da Sâmiha Ayverdi Hanımefendi gibi bizim irfânımızı yoğuran kültür ordumuzun baş kahramanlarındandır.

Netice îtibâriyle, Güzel Türkçemiz’i şâirâne ifâdeleriyle yağız atlı süvâri gibi ufuktan ufuğa doğru koşturan ve Türk çocuklarına dâima ötelerin ötesini işâret eden Nihad Sâmi Banarlı; ilim, fikir ve tefekkür adamlığının yanında, “Türk Edebiyatı”nın saygıyla selâmlanan “Şeyhül Muallimîn”i ve “Şeyhül Müderrisîn”i olarak her zaman hatırlanacaktır.

TEFEKKÜR

Ana dilim, ses bayrağım, şenliğim;

Anne sütüm, güzel Türkçe’m, benliğim!..

DİPNOTLAR

[1] Nihat Sami Banarlı, Şiir ve Eedebiyat Sohbetleri, Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde; Kubbealtı Neşriyatı

1976- İstanbul; s.108.109.

2 Nihat Sami Banarlı, age, Tâlihsiz Edebiyat; s.193.

3 Nihat Sami Banarlı, Târih ve Tasavvuf Sohbetleri, Fâtihin Zafer Sırları; Kubbealtı Neşriyatı 1984- İstanbul; s.

38,39.

4 Nihat Sami Banarlı, Türkçe’nin Sırları, Bir Dil Konferansı; Kubbealtı Neşriyatı 1978- İstanbul; s. 14, 15, 16, 17.

5 Yavuz Bülent Bâkiler, Sâmiha Ayverdi, Sanat Alemi Kürsüsü (internet erişimi 2007)-İstanbul

QOSHE - ANA DİLİMİZ TÜRKÇEMİZ VE NİHAD SÂMİ BANARLI - Ahmet Şahin
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

ANA DİLİMİZ TÜRKÇEMİZ VE NİHAD SÂMİ BANARLI

18 0
20.02.2024

Biz onu lise devirlerimizden tanıyoruz… O bizim minnet ve şükrân hisleriyle ta Kıyâmet’e kadar hatırlayacağımız bir büyüğümüz, dünkü ve bugünkü bütün memleket çocuklarının mânevî hocasıdır. Hemen her Türk Çocuğu’nda istisnâsız onun mânevî ışığı parıldar. Çünkü o bir ışık adamdır… İnanıyoruz ki bu çilekeş dâvâ adamının fânûslu feneri, güzel Türkçemizin bekâsı için dâima yanacaktır…Işık adamlar, kendi milletinin bir ferd-i mücâhidi olarak hep zirvelerden memleket semâlarını aydınlatırlar… Aynen Kaşgarlı Mahmud, Yusuf Has Hâcib, Ali Şir Nevâi, Şemseddin Sâmi, M.Fuad Köprülü, Ahmet Caferoğlu, Reşit Rahmeti Arat, Ali Nihat Tarlan, Ferit Kam, Faruk Kadri Timurtaş, Necmettin Hacıeminoğlu, Amil Çelebiolu, Mehmet Çavuşoğlu, Muharrem Ergin, Ahmet Bican Ercilasun, Kemal Eraslan, Mehmet Kaplan, Ömer Faruk Akün, Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cemil Meriç, Ahmet Kabaklı, Sâmiha Ayverdi, İlhan Ayverdi…ilh. gibi Nihad Sâmi Banarlı da bir ışık adam olarak bu azîz vatanda “hocaların hocası” olmayı başarmış nâdir şahsiyetlerimizdendir.

Nihad Sâmi Banarlı’nın Türk çocukları için yazmış olduğu o altın değerindeki Türk ve Batı Edebiyatı Ders Kitapları, bugün dahi pek çok evde hâlâ “başucu kitabı” olarak kütüphanelerimizin en nâdîde köşesindeki yerini muhafaza etmektedir. Hele uzun seneler zarfında büyük bir dikkat, îtinâ ve titiz bir çalıma ile hazırlamış olduğu “Destanlar Devrinden Zamanımıza Kadar Resimli Türk Edebiyâtı Târihi” adlı eseri ise başlı başına büyük bir şaheserdir. Millî Eğitim Bakanlığı yayınları arasında önce fasiküller, sonra iki cilt hâlinde yayımlanmış bulunan bu kitabı okumaya başladığınızda, sâdece edebiyât târihimiz içerisinde resmî bir geçit yapmış olmuyorsunuz, aynı zamanda “yüksek bir kültür ve medeniyet” varlığının derinliklerine dalarak, bitmez tükenmez bir hazînenin kapısından içeriye adımınızı da atmış oluyorsunuz. Bu tılsımlı edebiyât târihi ciltlerlini okumaya başlar başlamaz ne asîl bir milletin evlâdı, ne müstesnâ bir kültür ve medeniyetin mîrasçısı olduğunuzu derhal anlıyor ve kavruyorsunuz…

Nihad Sâmi Banarlı bir Türkçe aşığı, onu gözünden kıskanacak kadar Türkçe’ye meftûn ve onun en koyu bir müdafiî’dir. O güzel Türkçemizin sırlarına hakkıyla ve kelimenin mutlak mânâsıyla vâkıf bir âlimimizdir. Gayet tabiî’dir ki, târihin en üstün ve en büyük kültür ve medeniyetini vücûda getirmiş olan Türk Milleti’ne âit her şey onun alâka alanındadır. Bir “Türkiyât” bilgini de olan Banarlı’yı sâdece bir edebiyât târihçisi olarak görmek ve değerlendirmek asla doğru değildir.

Nihad Sâmi Banarlı’nın Türk Milleti’ne bıraktığı eserlerinin adlarında bile büyük bir Türkçe sevdâsına şâhit oluyoruz. Banarlı;“Türkçe’nin Sırları, Şiir ve Edebiyat Sohbetleri, Târih ve Tasavvuf Sohbetleri” gibi eşsiz eserlerinde; mâzi’nin derinliklerinden süzülüp gelen ve âdeta coşkun bir nehir gibi çağıldayan, sâf, berrak, temiz, nefis ve o kendisine has Türkçesi’nin sihirli ifâde kudretiyle; milletimizin asırlara takaddüm eden din, dil, târih, kültür ve edebiyat zevkini ve şuûrunu bir ziyâfet havası içinde işlemiş ve millet ve memleket çocuklarının gönüllerine nakşetmiştir. Denilebilir ki Banarlı, Türkçemiz’i en iyi kullanan bir “dil ve lisân şehsüvârlarımızdan”dır. İşte size, bu “dil ve lisân şehsüvârının” Türçesi’nde güller açan satırlarından birkaç misâl:

“Şiir ve Edebiyat Sohbetleri”

“Şark-İslâm sofileri, Mevlânâlar ve Yunuslar, inanmıştılar ki insan ruhları Allah’tan kopmuş birer ışıktır. Bu ışık “görünen âlem”de renkten renge, şekilden şekile, cisimden cisime geçerek “ermiş”lerin ten kafesinde tam bir olgunluğa ulaştıktan sonra, yine Allah’a döner; o tek ve mutlak varlıkta yok olmanın zevkine dalar.

Mektepler, medreseler bir takım “dünya bilgileri”ni çok iyi öğretirler, fakat her insanın kolay gidemeyeceği “Allah’a varış” yollarını bilmeğe, bildirmeğe onların ilmi yetmez. Bunu öğrenmek için “ilim” değil “irfân” lâzımdır.

İrfân, “gerçeği bilme”dir, duygu ve sezgi ile ve “aşk” yoluyla öğrenilen “ilâhi bilgi”dir. İrfân, sözle, kitapla değil, şevkle ve hele “aşk”la ulaşılan bir kendini bilme ve kendi nefsinde Allah’ı bulma mertebesidir.

Bu dereceye aşk yoluyla ulaşan insandır ki, sevgilinin hicrânına tahammül edilemeyecek kadar güzel........

© Ülkücü Medya


Get it on Google Play