Nihat Genç yazdı…

Alev Alatlı’nın ölümü üzerine 1980’den beri tanıdığım nice değme aydın hayatları üzerine düşündüm!

Çok konuşulan bir dizinin repliği zihnimde birbirini tamamladı:

‘Dilber, senin evin barkın yok mu?’

Aydın çağıyla ve otoriteyle hesaplaşan insandır, daha ötesi, kendisi dahil her şeyle kavga eden-eleştiren! Bunun lami cimi yok içinde Cumhuriyet ve halk olmayan gevezelikler düşüncenin değil mahalle dedikosudur!

Aydın, Sokrates’ten bugüne bıkmadan yorulmadan korkmadan karşıt tezler üretir!

Kendi bakış açısına göre, doğru, güzel ve iyiliğin peşindedir!

Kime göre iyi ve doğru?

Kimi uluslararası şirketlerin iyiliğini… Demokrasi barış özgürlük gibi soyut kavramları güya ‘evrensel’ hukuk değerleri maskesiyle savunur ve ama ‘halk’ yoktur!

Cumhuriyet’i istila ve işgal edip yağma ve talana tabi tutanların yanında yer alıyorsanız bunun düşünceyle bilimle aydınla ilgisi yoktur!

Aydın efendilerin hamamına odun taşıyan değildir, diye yüzlerine karşı da söyledim, karşınıza hırsızları almışsınız, felsefe yapıyorsunuz, diye!

Sarhoşlukları ve bilmişliklerini onlara bağışlayan ‘konfor’ alanlarıdır, konfor alanları ilaç gibidir, düşünün, yağmacıların elinden bir de ödül alıyorsunuz!

Saadet zincirine para kaptıran futbolculara neden kızıyoruz, aydınlarımız, eser olmamış eserleri ve isimlerini ve onurlarını iktidarın Saadet Zinciri’ne yatırıp bire on, bire yüz şöhret peşinde helak ve rezil oldular!

Liberal abilerin işi kolaydır, çünkü holdingler gazete ve ekranlarıyla onlara kapı açar, kucaklar ve maaşlar ve maalesef ihanetin daniskası FETÖ’yle dahi kol kola girmekten beis görmemişlerdir!

Konfor alanının zehrini ve hilesini hesap edemeyecek kadar aydın’a uzaktırlar! Mesela Elif Şafak’tan iğrenir ve Orhan Pamuk kitaplarına üslubuna küfreder ama iş paracuklara gelince sahiplenir, solcu liberal en gözde yayınevi!

Sağcı yapılar da farksızdır!

Bu muhafazakar abileri de holdingleşen dini yapılar, ideolojiler, tarikatlar, kucaklarında beslerler! Sırf reel siyaset diye perdelemekle görevli tutuldukları ülke gerçeği ve siyasi getirisi çok fazla palavradan beka sorunu adına ‘iktidar’ paralı maaşlı akademili ekranlı alan açar!

Henüz aydın cinayetlerine uzanan gladyö unsurları içlerinde nasıl ve niye kökleşti diye tek bir sorgulayan kuşkulu bir yazıya bu millet şahit olmamıştır!

Solcu ve sosyalist ve komünist yapılar 19. asırdan bugüne işçi sendikaları ve partileri kendi aidatlarıyla oluşturdukları yapılarda aydınlarına alan açmıştır ve yukarıdaki iki tarafla da ölümüne kavga vermişlerdir ancak ve nasıl oldu da bugün istisnasız hepsi ‘etnik’ kapana sıkışıverdi! Ve açılım günlerinde Türk ordusu tutuklanınca göbek atıp iktidarla güle oynaya siyasetçilik oynadılar!

Nasıl oldu da sıkkın bunalmış kızgın kimliklerini ‘etnik’ milliyetçilikle serinletivermeyi başardılar!

Büyük tartışma buradadır, nihayetinde bir ideolojiye bağımlısınız ve işçi sınıfının teorize edilmiş mücadelesinin bir parçasısınız ve bugün ne işçi kaldı ne Sovyetler! Özalizm Thatchirizm ve Reeganizm ve neo-liberalizm ve Avrupa Solu modasına uydular! Ve Amerika’nın Irak savaşını dahi özgürlük çığlıklarıyla karşılayacak hale geldiler! Ve hiç sendelemediler, hiç pişman olmadılar ve hiç özür dilemediler ve hala kendilerinde siyaseti biçimlendirici sanal ve narsist bir irade görmenin kibriyle son yıllarını yaşıyorlar!

Bugün istisnasız etnik milliyetçiliğin saflarına sığınmışlardır ve çoğu aydın, etnik, bölücü mecralarda konuşur, pek tabii o bölücü ideolojik tezlere katkı sunmak şartıyla, mesela Halk TV ve Tele 1’i dahi mesken tutmuşlardır! Poster Atatürkçülerini de ‘seçimlerde’ ‘HDP oyları katkısı’ gibi boynuzlarından yakalamışlar! Her seçim dönemi birbirlerini gaza verip eğlenip gidiyorlar, üç günlük dünya işte! PKK dediğin Amerika değil mi, vesayetin en büyüğüne göbekten bağlılar en iddialı solcusundan partisine!

Geçen yıllarda güya Atatürkçüyüz diye yeri göğü inletenlerin duayen gazeteci diye övgüler düzdüğü Ünal İnanç vefat etmişti! Ünal İnanç aydınlarımızın patır patır öldürüldüğü yıllarda FETÖ’nün Samanyolu’nda programlar yapıyordu, her boku bilen adam aydın cinayetlerinin arkasında FETÖ’yü nasıl bilememiş, sonra FETÖ tarafından tutuklandı! Uğur Mumcu’ya belgeler taşırdı, Saygı Öztürk’le program yapardı, Emin Çölaşan’ın meşhur minik kuşuydu! Hiram Abbas ve Mehmet Eymür’ün ve hatta Tuğrul Türkeş’in kankisiydi ve Soner Yalçın’ı yetiştiren ve Mustafa Balbay’ın yakını! Bu ilişkiler ağına sorgulayıcı yaklaşan tek bir yazı görmedim! Genç nesil bu kimin eli kimin cebinde bulmacasını yıllar geçse de aydınlatamayacak! Kriminal bu örümcek ağının sarmadığı kuşatmadığı yer yok! İşte başta Uğur Mumcu sonra Hablemitoğlu cinayetleri, ilişkiler ağı Taha Akyol’un kankisi Enver Altaylı’ya, Levent Göktaş’tan avukatlığını yaptığı İnan Kıraç’a Halil Şıvgınlar’a kadar gidiyor, bu ilişkiler ağını yandaş TV’de her hafta programlar yapan Avni Özgürel de bilir, en ünlü masonlarımızdan İlhan Çevik oğlu İlnur Çevik de!

Sağ ideolojinin alanları bellidir, tarih, gelenek, inanç, din ve otorite bağımlılığı, beka konusunda kategorize ve kumpasa elverişli robotize edilmiş düğmesine basılan heyecanları vardır, şöyle, istenilen yerde susar, kaşınılacak kışkırtılacak yerlerde galeyana gelirler, alayı çok bilmiştir!

Liberal ideolojinin alanları bellidir, milli yapıları çözmek sökmek, milli olanı satmak ve aşağılamak ve hasta gibi hareketsiz ve ruhsuz metinler yazarlar, kapalı perdeler arkası cennetleridir, insanı yumuşatan okşayan tek bir duygu parçası bulamazsınız ama isimlerini ezberletmiştir birileri, bir yerler!

Bu ideolojiler ne oldu da Cumhuriyet’e düşman oldu ve her tezgahta tarağı olan kriminalize tipler liberal, İslamcı, solcu, Atatürkçü oluverdi! Ve işçi teorisi Sovyetlerle tarihe karışınca daha derinine halka değil eşit yurttaşlık altında etnik milliyetçiliğe kaydılar! Ve bu sığınma da bir otorite arayışı ve Amerikan ve NATO tezlerini destekleyecek kadar vesayet arayışı! Aydın cinayetleriyle konsolide edilen siyasetin yani bugünkü iktidarın bire bir ilişkisi var! Ve bir transatlantik turist gemisi gibi blok gibi topluca hareket ederler, içlerinde kanat çırpan bir melodi arayan tek kişi çıkmaz, soloyu uzun havayı seven bir kişi dahi olmaz mı, yok, cümbüşü tekrarı beyin yıkamayı algıyı örtmeyi pek severler! Aslında aydın cinayetleri bütün bu değişik siyasi tabelaların birbirleriyle göbekten bağlılıklarını ortaya koyuyor, büyük vesayetin 60’lı yıllardan bugüne dizayn ettiği siyasi kuklaları, o halde kimle düşüp kalktığını bilemeyen insan aydın olabilir mi?

Milli istiklal savaşımızla kazandığımız Cumhuriyet’in yaşaması için ‘halk’ şarttır, çünkü halk, şikayetiyle dilekçesiyle avukatıyla sivil örgütüyle Cumhuriyet yasalarının ve anayasanın bekçiliğini yapar! Güneşi bir gören yalnız kendileriymiş gibi halkı aşağılarlar! Bilgilerini kırbaçlayarak satarlar! Uluslararası şirketlere karşı kasıtla kayıtsızdırlar, ordumuzu ve halkımızı parçalayan daha büyük karargahlardan talimatlar alarak! Geniş kitleler neyin kim olduğunu bir türlü anlayamadı çünkü alayı isimler ve ideolojik tabelalara sığınarak ilişkiler ağını kumpas ve şaibelerini gizleyerek bugüne geldiler!

Halktan iğrenirler, halk boğulmuş, susturulmuş ve anayasal haklarını kullanamıyor, umurlarında değildir, tabelası, solcu, liberal, İslamcı, Atatürkçü diye pek gösterişliyse o tabelanın koruması altında yaşarlar, işte bugünkü keyfi rejimin ali kıran baş kesen otoritesini umarsızlıkla kurar ve bir millet altında kalır; saray rejimi ortak başarıları!

Biz kimin yanındayız, işçinin mi, uluslararası şirketlerin mi, halkın mı, PKK’nın mı?

Düşünce dedikleri sorumluluk almak istemeyen bahaneler oluşturan gevezelik, yaygara ve gargara!

Çünkü halk kendini ifade edecek milli reflekslerini milli direnişini milli iradesini koruyabilecek yayın organlarına ve sivil örgütlere sahip değil ve bu abilere yazacak konuşacak mecra açamıyor, bu mecrasızlık da kaytarmak ve kaçış için aportta bekleyen bu abilere sıkı bir bahane oluşturuyor!

Aydınların didikleyen hesap soran alev saçan kalemleri nerede?

Ayrım gayrim demeden genele ve herkese ve insana ve halka konuşan yazarlar nerede? Kimi ideolojiden kimi iktidardan kimi mezhepten kimi etnik milliyetçi tezgahtan kimi istihbaratta görevli konuşuyor!

1980 itibariyle sağ, sol, muhafazakar, dinci, sosyalist, milliyetçi, Atatürkçü vs. bu aydınların içinde oldum, yüz yüze tanıdım, çoğuyla dost oldum, çoğuyla aynı dergi ve gazetelerde çalıştım, çoğuyla aynı mahfillerde yıllarca tartışarak büyüdüm, kitaplarını okudum, çoğuna hayranlık duyduk, çoğunu birkaç yanlışı yüzünden defterden silinemeyeceğine karar verdim, birçoğunu sahipsiz ortada kalmış çok yalnız buldum! Ve hayranlık duyduğum birçoğunun kiminin iktidara kiminin Şeyh Said’e kiminin FETÖ’ye kiminin Ermeniler’den özür dileyen laflarına kiminin istihbarat oyunları karşısında küçük dilimi yuttum, ben neredeyim, dedim! Cumhuriyet’i sahiplenen ve halka konuşanların sayısı o kadar az ki! Her şaşkınlık yaşadığımda aklıma Attila İlhan’ın o ünlü repliği gelir: O Karanlıkta Biz!

Oysa bu ülkede hademesinden Cumhurbaşkanına ülkeyi soyuyor, irili ufaklı bütün ideolojiler Cumhuriyet’e karşı, halka karşı, istisnasız devlete ve medyaya çöreklenmişler, istisnasız, fikir diye aydın diye soygun çeteleri kurup ülkeyi yağmalıyorlar! Bu abileri ablaları tanıdıkça içimizdeki en sahipsiz en zavallı en kimsesizin Cumhuriyet olduğu fikri beynime kazındı! En hafif tanımıyla halksız Cumhuriyetsiz ama şöhretli ve şaibeli aydınlarıyla dispotik bir evrende yaşıyoruz!

Ve çoğunun kendini ifade edecek bağımsız alana sahip olamadığını gördüm, cezalandırılma korkusuyla cesurluklarını kaybettiklerini ve yüzde doksanının halkı ve ülkeyi besleyecek hakikat üsluplu gerçek bir eserden uzak yaşadığına şahit oldum!

Yalnızlığına dayanamadıklarını gördüm ve yalnızlığa dayanamayan insanların ruh sağlığından kuşku duydum, çok kolay pes ettiklerini ve çoğunu karmaşık bu ip yumağında yaşamaktan pek mutlu olduklarını gördüm!

Yalnızlığa dayanamayan insanlar aydın değil moloz yığınıdır!

Ancak ‘eser’ aydını yalnızlığa karşı dirençli kılar çelikleştirir!

Şaibeleri isimleri kumpasları cinayetleri kurcalamayan her aydın bu distopik dünyanın nimetleriyle uzlaşmış!

Çoğunun aslında tasvip etmese de kendine alan açan mecraların getirdiği tanınırlığın hatırına bir bacağı topal konuştuğuna şahit oldum, kendilerine açılan şöhret alanının bol getirili hatırıyla mizahlarının düştüğüne gizemlerinin kaybolduğuna şahit oldum!

1980 yılı itibariyle içinde bulunduğum mahfillerde hayran olduğunuz yüzlerce aydını birebir takip etme ve hayatlarını ölümlerine kadar izleme şansı olmuş bir kardeşiniz olarak söylüyorum: yıpratıcı bunaltıcı bir karmaşa ve travma!

Bu yüzden ‘izlenimlerimi’ çok insan merak eder, neyini deşeceksiniz, kendinizi sabahları çöp kovalarını ayıklayan Suriyeli hurdacı gibi hissedersiniz!

Hangisine kapı açsam yüzlerce sayfa konuşmam gerek çünkü hiçbiri birkaç cümlenin dar alanını hak etmiyor ve bu uzun süren fırtınada içimde Babil kuleleri yıkıldı ve kime maşallah dediysek elimizde kaldı, kime imrendiysek bizi utandırdı ve yüzde doksan itibariyle övgüyü hiç hak etmediklerine karar verdim! Ve nereyi deşmek istesen mimlenen üstüne çullanan linç edilen kirletilen dışlanan sen oluyorsun!

Görüşüm şudur, dünyada en çok darbe ve deprem yaşayan bir ülkede yaşıyoruz ve ülkemiz dünyada en çok faili meçhul aydın cinayetleriyle ünlü ve ülkemiz işgal ve istila altında! Aydınlarımızın bu süreç içinde öldürülen aydınlarımız gibi patlaması gerekirken tam tersine insan damarlarını inkar edip o muazzam konfor alanına sürüye katıldılar! Ve kim öldürüyor neden öldürüyor sorusundan kaçtıkça yükselişleri ve şöhretleri engellenemez oldu!

Çok kanlı geçen bu işgal günlerinde en çok zayiatı ‘aydınların’ verdiğini unutmayalım, sansürlendiler ve kovuldular, siz şu anda kullanışlı aydınları tanıyorsunuz, ve bu ağır travmalar karşısında sağlı sollu aydınların mecazi ve edebi değil psikiyatri teşhisiyle delirdiklerine şahit oldum!

Çünkü ‘yer’ konusu varoluşsal önemini koruyor, siz, kim adına nerede kimin kucağından konuşuyorsunuz, bu hayati varoluşsal sorunu hiçbiri çözmek istemedi ve teslim oldular, kim bilir, iktidarın tanrısal bakışını ve otoritesini ödünç almak istemişlerdir, 23 Nisan’da koltuğa oturtulan çocuklar gibi!

Mesela, İyi Parti’nin, MHP’nin, Milli Görüş’ün ya da AKP’nin ya da etnik partinin ya da liberal köşelerin, ya da poster Atatürkçülüğünden ekmek yiyen Cumhuriyetçi görünümlü yayın organlarının bir yerinde bağımsız aydın karakterinizi koruyabilir misiniz?

Hepsi kahraman havalarında ama hepsi patronların kucağında, patronları da partilerin kucağında, partiler de dayatılan dizayn ve konsolide edilen vesayetin altında ve hepsi ‘beka’ gibi bahaneler altında uluslararası şirketlerin kontrolü altında!

İşte, son seçimlerde, istemeseler de istisnasız zorunlu olarak sürüye uydular ve önlerine koyulanı desteklemek ve övmek hatta önlerine koyulanı tanrılaştırmak zorunda kaldılar!

Güzel bir örnek, geçen gün Cumhuriyet Gazetesi’nde İmamoğlu’na övgü dolu bir yazı çıktı, şirazeden çıkmış, şöyle, Atatürk Yanık Ömer türküsünü çok severdi diye başlıyor, sonra Yanık Ömer’i anlatıyor: ‘Yanık Ömer her savaştan bir yara taşıyor’, işte bu Yanık Ömer İmamoğluymuş!

Oysa ‘aydın’ olmak ona-buna iliştirilmek sürüye katılmak değil, aydın olmak bir aydın için ‘ontolojik’ (varoluşsal) sorundur!

Nedir varoluşsal sorun?

Şudur: İnsanın imkanlarını zorlamak, gücünü iradesini, düşüncesini, sinirlerini, beynini!

Aydın tanınır olmanın ekmeğini fırınlayıp geçinmek hiç değildir!

İnsan kim? Yalnızlıktır, kimsesizliktir, feryadını duyuramayandır, çözemeyendir, çaresiz kalandır, altta kalandır, sömürülendir, hakkı yenendir, makineye robota yapay zekaya ve sürüye ve dayatılana karşı ve doğuştan imtiyazlılara karşı savaşandır, otorite ve keyfi rejim tanımamaktır!

Ve bu dünyaya neden geldik ve sınırlı ömrümü nasıl yaşamalıyım sorusuyla yaşayandır!

Peki ödülü ve parası bol bir holding yayınevi ya da iktidar imkanları varken bir aydın bu ‘yalnızlığa’ ne adına katlansın, iktidar nimetleri varken Cumhuriyet nedir ve halk olmadan Cumhuriyet’i savunabilmek mümkün değildir sorusunu niye boşuna tartışsın!

Cumhuriyet’in hukuk önünde eşitliğini, toprak bütünlüğü, parasız eğitim ve sağlığı ve kendi karnını kimseye muhtaç olmadan milli ve kendi imkanlarıyla kazanan bir halk düşüncesi hangi seçimde bulunursak bulunalım asgari olarak hepimizi neden buluşturmuyor! Halkı ve bağımsız aydını olmayan bir ülke gerçeğini niçin duymazdan geliyorlar ya da genele ve kitleye ve geniş anlamıyla halka konuşan kimse niçin kalmadı!

Sokağa çıktığınızda bu ideallerle donanmış bir ‘halk’ı bulamazsınız, bu ideallerle yola çıkmış yayın organları da bulamazsınız, hiç değilse yaşamınızı sürdürecek kadar yayınlarınızı takip edip okuyan kitabınızı alan bir halk da bulamazsınız!

O halde?

Yazdıklarınızla karnınızı doyuramayacaksınız, o halde, sesinizi duyuramayacaksınız, o halde, siz yırtındığınızla kalacak, kimse sesinizi duymayacak, o halde, akıntıya karşı boşa kürek çekiyor boşuna çırpınıyorsunuz deyip, teslim olmanıza bahane oluşturacaksınız!

Doğrusunu hepsi cin gibi biliyor, yasaklar konsa da, sesiniz kısılsa da, kimsenin sizi ve eserlerinizi bilmeden bir kenarda bir haşare gibi ölüp yok olup gideceğinizi hesaba katarak yola çıkmalıyız! Her mesleğin riski vardır, bu mesleğin de tanınmamak bilinmemek kasıtla sansürlenip yok sayılmak içeri atılmak öldürülmek gibi hayati riskleri pek tabii vardır, demirden korkuyorsanız trene binmeyecek aydın sıfatını kendinize yakıştırmayacaktınız!

Çünkü kitleye ulaşmak ve sesimizi duyurmak için kullandığımız yöntemler ve araçlar bizi kendilerine esir kılar, patronlara, uluslararası şirketler, iktidara, ağalara, istihbarat oyunlarına, derebeylerine!

Sırf sesimiz duyulsun diye içine girdiğimiz mahfiller kişiliğimizi öğütür ve gölgeler ve zaman içinde hepimizi kullanışlı elemanı yapıverir!

Bu yüzden çok değerli eserler veren ama seslerini duyuramayan akademisyenleri bu mahfiller iyi koklar ve alır öne çıkartır ve sonra ideolojisine meze katık yapıverir, yalnızlığımdan tanınmamışlığımdan kurtulayım derken kendini PKK bildirilerini imza atarken bulur!

Ben bu dünyaya Tayyip Erdoğan’a hizmet için mi geldim, PKK’ya Apo’ya hizmet için mi geldim, ben bu dünyaya falan şeyhin keyfi için mi geldim? Ben bu dünyaya Aydın Doğan’a hizmet için mi geldim, ben bu dünyaya uluslararası şirketlere hizmet için mi geldim!

Ben bu dünyaya, benim gibi, imkanları olmayan, benim gibi haklarını kullanamayan, benim gibi özgür ve onurlu yaşamak isteyen, tıpkı benim gibi acı çeken hakkı yenen sömürülen insan yerine konulmayan insan soyu için geldim!

Birkaç kişinin yönettiği iktidarlar cemaatler holdingler için değil, acılarıma benzeyen milyonlar için!

Bu benim tercihimdir çünkü güvensizlik kaleme hiç yakışmaz, çünkü ‘sığıntıdan’ ‘müsaade edilen kadar konuşan’dan yazar olmaz!

Bunca deprem bunca darbe ve bunca aydın cinayetinden daha derin felaketimiz: ‘aydınsız’ kalmış bir memlekettir!

Evi olmayan!

Alınıp satılan maaşlanan!

Biblo gibi vitrinde süs olarak gösterilen!

Başka ideolojilerin nikahına geçirilen!

Benim tercihimdir, insanlara eşit ve bir gözle bakan, Montaigne, Montesquie, Russo, Voltaire ve Fransız İhtilali ve Türkiye Cumhuriyeti’nin milli egemenlik hakları ve kamuculuk ve hukuk kazanımlarının peşinden gitmek!

İrademi ona-buna teslim edemem!

İnsan satılamaz, köle değiliz!

Hiç mi merak etmiyorsunuz, insanın gücünü, iradesini, ağalara holdinglere, imparatorluklara, zalimlere karşı direnişini meydan okumasını!

Bunun için önce konuşacağım bir eserim sonra bir yerim olmalı!

Bağımsız yazarları ve mecraları olmadan bağımsız bir ülke olamaz!

Kendi karnını yazdıklarıyla doyuran ve kimseye muhtaç olmayan bir insan ancak hakikate en yakın insandır!

İlkokul terk annem, oğullarını karşısına aldı ve şöyle dedi, hepinizi evlendirip iş güç sahibi yapıp, bir kenarda kendi başıma bir ev tutacağım, oğlum, hiçbirinize muhtaç değilim!

Hiçbirinize muhtaç değilim, deyip, parasını ödülünü imkanlarını elinin tersiyle itebilmek!

Dünyaya niye geldiğimizi hepimize en sık durmaksızın hatırlatan ‘aydın’ nerede?

Kimseye muhtaç olmak istemeyen, okuma yazma bilmeyen yoksul bir Anadolu kadınının çocuğu olmak, kitap okumadı ideolojik terbiyeden geçmedi ama kendi büyüttüğü çocuklarına karşı dahi kimseye muhtaç olmak istemeyen özgürlüğünü suratımıza haykırdı!

Çocuklarının zenginliğini elinin tersiyle iten bu insan türü bu topraklarda istisnai değildir çünkü kimse çocuğu da olsa minnetle muhtaç yaşamak istemez!

Kendi eseri kendi emeği kendi kazancıyla inşa ettiğiniz güvenlik alanı olmadan yazıp çizdiklerinizin tadını derinliğini hakikatını anlayamayız, bu dünyaya boşa gelmişsek tekrarsak aynı şeyleri söyleyecek aynı vesayetin kuklaları olacaksak niye yazıyoruz!

Bağımsızlığını inşa edemeyen aydın iktidarların servetlerini kendi zenginliği olarak görmeye başlar!

Bazı deliler vardır, kendini Taksim Meydanı’nın sahibi gibi halüsinasyon içindedir ve bu hayalden-delilikten kurtulmak da istemezler!

Ülkenin kültürü, tarihi, gayri safi üretimi hepimizin zenginliğidir, ayrı, ve ama iktidarların servetlerini kendi serveti sanmak, deliliktir!

Tedavisi imkansızdır, yazdığı birkaç kırık dökük kitap ve birazcık tanınır olmakla bu büyük saadet zincirinden pay almak ister!

PKK’nın maddi ve siyasi gücüyle iftihar eden ve Beştepe’deki sarayın şatafatı ve zenginliğiyle kendinden geçenleri ve FETÖ’ye perestiş eden nice aydınları çok yakınımdan tanıdım!

Oysa kadere karşı çıktığı için yazar olmuştur ve gün gelir, bilgelik onu yorar ve kadere-iktidara başını uzatır ve zorbanın servetiyle iftihar ederler ve hiyerarşisine tabi olurlar!

Bilimi ve eleştiriyi iktidar uğruna yasaklayan şeyhlerin ya da teröristlerin müridi oluverir!

Uyanıkken horlamaya başlarlar!

Ve sizi uyanık kılan içinizdeki varoluşun iradesi kaybolur, teslim olur!

Bilgeliğin getirdiği sakinlik iktidarın getirdiği rahatlıkla yer değiştirir!

İktidar rahatlığının kaleminize verdiği imtiyazlı dokunulmazlık ve artık cezadan muaf itidal ve genişlik ve makuliyet ve doymuşluk hissiyle bilgeliğin ‘sakin’ ‘geniş’ dilini karıştırmaya başlarsınız!

İktidardan beslenmek ‘besinlerin’ tadını bozar!

İktidardan beslenmek ‘aklın’ tadını bozar!

İktidardan beslenmek insanı ve aydını, bozar!

Çocukluğum mendirekte geçti, mendireğin limana-havuza bakan kayalarıyla açık denize bakan kayalarının yontulma şekilleri birbirine hiç benzemez!

Açık deniz kayaları yontar törpüler yani dalgalarla savaş evet sizi de sınar ve değiştirir ancak sivrilikleri az yontulmuş liman içindeki kayaların sakinlikleriyle bilgelik taslamaları artık size gülünç gelir!

İktidar sizi kavganın dışına iterek sakinleştirir, karıştırmayın, ama bilgelik dalgalarla ufuklarla fırtınalarla boğuşup insan gücünü ve sınırlarını test ederek ancak elde edilebilir!

Sokrates şöyle tarif eder, kadınların bir çocuk doğurma dönemleri vardır ve doğurma dönemleri bitince ebelik dönemleri başlar; şunu da gözlemledim, eser dönemleri biten nice aydınımız iktidarın çocuklarını doğurma besleme dönemine neden giriyorlar, yoruldukları için mi? Hayır, gerçek eseri-doğumu tanımadıkları yaşamadıkları için!

Çünkü limanın sakin havuzu onlara aydın görünümü verecek kadar az da olsa biçimlemiştir ve liman içindeki kayalar güvendedir ve açık denizlere bakan kayalar çoğu zaman sürüklenir ve çoğu zaman parçalanır ve çoğu zaman çok derin sulara gömülür ve kaybolurlar, bu riskler her insanı korkutur!

Gerçek bir eser veren insan eserin-çatışmanın sancısını derinden yaşar! Gerçek bir ‘eser’ veremeyen insanlar başkalarının doğum sancısını da bilmez!

Sağa sola oraya buraya savrulan aydınlarda gözlemim budur, kendilerini değiştirecek ve kendilerini sınayacak ve kendilerini çelikleştirecek ‘eser’ verememiş insanlar! Ki bunun da dereceleri vardır, eğilip bükülme direnç testleri, alçının çeliğin betonun kilin tek başına dayanma süreçleri, yani ‘teslim olma’ çürüme süreçleri!

Tahmin edemeyeceğiniz kadar içlerinde ve yanlarında çok uzun yıllar hayatı ve eseri öğrenecek tartışacak ve kendime yön verecek bir hayatım oldu!

Onlar benim ağbilerim ve ablalarımdı!

Ve gün geldi nasıl korkular şoklar yaşamışsam yazıları hayatları hatta ölümleri bile beni neden hiç ilgilendirmez oluverdi!

Eski Yunan’da ‘kuşkucu’ okulu inşa eden Pyrron (Firon) diye Felsefe tarihinde çok meşhur bir adam vardı! Düşünceyle hiçbir sonuca varılamayacağına karar vermiş! Tekrar edelim, düşünceyle bir sonuca varılamayacağına!

Pyrron bir gün felsefe hocasıyla yürürken hocası bir çukura düşmüş ve kafası da sıkışıp kalmış, debelenip sıkıştığı yerden çıkamıyor!

Pyrron, hocasının sıkışmış başına bir müddet bakar ve kurtarmaya değecek yeterli bir delil bulamaz ve hocasını çukurda bırakıp çekip gider!

Ağbilerim ve ablalarımın kimi başını PKK’ya kaptırmış kimi iktidara kimi istihbarata Fetö’ye!

O sıkışmış halleriyle onları o çukurda bırakıp, çekip gittim, açık denizlerin fırtınalarıyla savaşıma!

İçinde Cumhuriyet ve halk kelimesi geçmeyen şeyden bu ülkede düşünce üretemezsiniz, bırakalım çukurlarında debelensinler, çürüsünler, rezil kepaze olsunlar!

Yazarlığın narasıdır kimliğidir varoluşudur, merak etmiyor musunuz, teslim olmayan bir insanın gücü ve sınırlarını ve imkanlarını ve geceler yıllar boyu hepiniz istisnasız bu teslim olmayan insanların filmlerini söyleyin neden seyrdersiniz!

Bitmeyen neşemizdir, açık denizlere bakıp limanın huzurunu günahtan ve şeytanlıktan sayacak, limanlara sığmayacak ve sökülemeyecek ve çapası olmayan gemiler hayal etmek!

Afrika’da yoksul çaresiz çıkışsız insanlar kendini Avrupa’ya atıyor, istisnasız hepsi hayatlarını tehlikeye atarak geleceği başka ülkelerde arıyor, ağbi ve ablalarımın gözlerinde de aynı ifadeleri gözlemledim:

Afrikalı gençler kaçmak için bin çare aradıkları henüz ülkelerindeyken şakaları simaları gözlerindeki ışık neşeleri bambaşka! Ve kaçtıktan sonra belki istedikleri ülkeye gidebildiler ama yüzlerine bir perde iniyor, bir daha ışıklı, şakalı, neşeli o yüz ifadelerini bulamıyorlar! Çünkü artık başkalarının toprağında sığıntı yaşıyorlar! İradesiz yaşıyorlar!

Bir zamanlar hayranı olduğum ağbi ve ablalarımla hiçbir imkan ve umudun olmadığı o eski günlerdeki neşeli ‘kıkırdamalarımız’ yok artık ama hepimizin sadece elinde ‘şöhreti’ var! Müjde Ar, Ağır Roman’ın çekiminde Dolapdere’dedir, bir mahallenin öldüğünü duyar ve taziyesi için evi sağa sola sorar, bir roman çocuk, sevinç çığlıkları atarak ‘benim babam öldü, benim babam öldü’ diye sevindirik olur! Cumhuriyet gitmiş ülke istila edilmiş, evet, Tayyip de çok şöhretli, sevinç çığlıkları atabilirsiniz!

Konfor, yüzümüzdeki insan simasını bozuyor!

Büyük dram, kaçış, evet, kaçış şart, ama Afrikalı genç gibi yüzünü simasını kendine unutturacak yanlış yere, ülkeni aç sefil koyup sömüren ülkeni istila eden efendilerin ülkesine!

Efendiler sana iş bulur, seni çok ünlü şarkıcı da yapar akademisyen de, ama, bir yere kadar, kendi kimliğini ve ülkeni ve halkın sömürülmesi ve acısını inkar etmek kaydıyla, ve seni şöhret de yapar!

Yeni heyecanlar tanımak başka ülkeler görmek karnını doyurmak başka şey, kaçış, başka şey, bu aydın türleri bayağı kendi .ötlerini kurtarmak için kaçmışlar, kimi PKK’ya kimi Aydın Doğan’a kimi hamasi nutuklara kimi İslam pastasına!

Ürpertici bir trajedi, koca koca değme aydınların çaresiz Suriyeli ve Afgan ve Afrikalılarla aynı iktidara aynı vesayete aynı ülkeye kaçması!

Düne kadar kendilerini zincirleyen köleleştiren gemilerle taşıdıkları ülkelere, bu sefer zinciri köleliği prangayı kendi kalemine ayağına kendin takarak, bir de bilgiyi bilimi düşünceyi piyasa ederek!

Anlayamadığım çözemediğim, bir yazar gözlerindeki ışığı kaybetme uğruna, neyi bulmak neyi görmek istiyor?

Yazarların göz nuru altta kalan, sömürülen, dövülen, haksızlığa uğrayan, kovulan, aşağılanan, avukatsız, kimsesiz, kırbaçlanan, elinden yaylaları ormanları meraları gasp edilerek alınan, halk’tır!

Aydının evi barkı cumhuriyettir, halktır!

Çünkü cumhuriyetten önce tebaydı ve ülke toprağı da padişahların tapulu malıydı!

Ne değişti?

QOSHE - ‘Aydın’ senin evin barkın yok mu? - Nihat Genç
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

‘Aydın’ senin evin barkın yok mu?

149 13
08.02.2024

Nihat Genç yazdı…

Alev Alatlı’nın ölümü üzerine 1980’den beri tanıdığım nice değme aydın hayatları üzerine düşündüm!

Çok konuşulan bir dizinin repliği zihnimde birbirini tamamladı:

‘Dilber, senin evin barkın yok mu?’

Aydın çağıyla ve otoriteyle hesaplaşan insandır, daha ötesi, kendisi dahil her şeyle kavga eden-eleştiren! Bunun lami cimi yok içinde Cumhuriyet ve halk olmayan gevezelikler düşüncenin değil mahalle dedikosudur!

Aydın, Sokrates’ten bugüne bıkmadan yorulmadan korkmadan karşıt tezler üretir!

Kendi bakış açısına göre, doğru, güzel ve iyiliğin peşindedir!

Kime göre iyi ve doğru?

Kimi uluslararası şirketlerin iyiliğini… Demokrasi barış özgürlük gibi soyut kavramları güya ‘evrensel’ hukuk değerleri maskesiyle savunur ve ama ‘halk’ yoktur!

Cumhuriyet’i istila ve işgal edip yağma ve talana tabi tutanların yanında yer alıyorsanız bunun düşünceyle bilimle aydınla ilgisi yoktur!

Aydın efendilerin hamamına odun taşıyan değildir, diye yüzlerine karşı da söyledim, karşınıza hırsızları almışsınız, felsefe yapıyorsunuz, diye!

Sarhoşlukları ve bilmişliklerini onlara bağışlayan ‘konfor’ alanlarıdır, konfor alanları ilaç gibidir, düşünün, yağmacıların elinden bir de ödül alıyorsunuz!

Saadet zincirine para kaptıran futbolculara neden kızıyoruz, aydınlarımız, eser olmamış eserleri ve isimlerini ve onurlarını iktidarın Saadet Zinciri’ne yatırıp bire on, bire yüz şöhret peşinde helak ve rezil oldular!

Liberal abilerin işi kolaydır, çünkü holdingler gazete ve ekranlarıyla onlara kapı açar, kucaklar ve maaşlar ve maalesef ihanetin daniskası FETÖ’yle dahi kol kola girmekten beis görmemişlerdir!

Konfor alanının zehrini ve hilesini hesap edemeyecek kadar aydın’a uzaktırlar! Mesela Elif Şafak’tan iğrenir ve Orhan Pamuk kitaplarına üslubuna küfreder ama iş paracuklara gelince sahiplenir, solcu liberal en gözde yayınevi!

Sağcı yapılar da farksızdır!

Bu muhafazakar abileri de holdingleşen dini yapılar, ideolojiler, tarikatlar, kucaklarında beslerler! Sırf reel siyaset diye perdelemekle görevli tutuldukları ülke gerçeği ve siyasi getirisi çok fazla palavradan beka sorunu adına ‘iktidar’ paralı maaşlı akademili ekranlı alan açar!

Henüz aydın cinayetlerine uzanan gladyö unsurları içlerinde nasıl ve niye kökleşti diye tek bir sorgulayan kuşkulu bir yazıya bu millet şahit olmamıştır!

Solcu ve sosyalist ve komünist yapılar 19. asırdan bugüne işçi sendikaları ve partileri kendi aidatlarıyla oluşturdukları yapılarda aydınlarına alan açmıştır ve yukarıdaki iki tarafla da ölümüne kavga vermişlerdir ancak ve nasıl oldu da bugün istisnasız hepsi ‘etnik’ kapana sıkışıverdi! Ve açılım günlerinde Türk ordusu tutuklanınca göbek atıp iktidarla güle oynaya siyasetçilik oynadılar!

Nasıl oldu da sıkkın bunalmış kızgın kimliklerini ‘etnik’ milliyetçilikle serinletivermeyi başardılar!

Büyük tartışma buradadır, nihayetinde bir ideolojiye bağımlısınız ve işçi sınıfının teorize edilmiş mücadelesinin bir parçasısınız ve bugün ne işçi kaldı ne Sovyetler! Özalizm Thatchirizm ve Reeganizm ve neo-liberalizm ve Avrupa Solu modasına uydular! Ve Amerika’nın Irak savaşını dahi özgürlük çığlıklarıyla karşılayacak hale geldiler! Ve hiç sendelemediler, hiç pişman olmadılar ve hiç özür dilemediler ve hala kendilerinde siyaseti biçimlendirici sanal ve narsist bir irade görmenin kibriyle son yıllarını yaşıyorlar!

Bugün istisnasız etnik milliyetçiliğin saflarına sığınmışlardır ve çoğu aydın, etnik, bölücü mecralarda konuşur, pek tabii o bölücü ideolojik tezlere katkı sunmak şartıyla, mesela Halk TV ve Tele 1’i dahi mesken tutmuşlardır! Poster Atatürkçülerini de ‘seçimlerde’ ‘HDP oyları katkısı’ gibi boynuzlarından yakalamışlar! Her seçim dönemi birbirlerini gaza verip eğlenip gidiyorlar, üç günlük dünya işte! PKK dediğin Amerika değil mi, vesayetin en büyüğüne göbekten bağlılar en iddialı solcusundan partisine!

Geçen yıllarda güya Atatürkçüyüz diye yeri göğü inletenlerin duayen gazeteci diye övgüler düzdüğü Ünal İnanç vefat etmişti! Ünal İnanç aydınlarımızın patır patır öldürüldüğü yıllarda FETÖ’nün Samanyolu’nda programlar yapıyordu, her boku bilen adam aydın cinayetlerinin arkasında FETÖ’yü nasıl bilememiş, sonra FETÖ tarafından tutuklandı! Uğur Mumcu’ya belgeler taşırdı, Saygı Öztürk’le program yapardı, Emin Çölaşan’ın meşhur minik kuşuydu! Hiram Abbas ve Mehmet Eymür’ün ve hatta Tuğrul Türkeş’in kankisiydi ve Soner Yalçın’ı yetiştiren ve Mustafa Balbay’ın yakını! Bu ilişkiler ağına sorgulayıcı yaklaşan tek bir yazı görmedim! Genç nesil bu kimin eli kimin cebinde bulmacasını yıllar geçse de aydınlatamayacak! Kriminal bu örümcek ağının sarmadığı kuşatmadığı yer yok! İşte başta Uğur Mumcu sonra Hablemitoğlu cinayetleri, ilişkiler ağı Taha Akyol’un kankisi Enver Altaylı’ya, Levent Göktaş’tan avukatlığını yaptığı İnan Kıraç’a Halil Şıvgınlar’a kadar gidiyor, bu ilişkiler ağını yandaş TV’de her hafta programlar yapan Avni Özgürel de bilir, en ünlü masonlarımızdan İlhan Çevik oğlu İlnur Çevik de!

Sağ ideolojinin alanları bellidir, tarih, gelenek, inanç, din ve otorite bağımlılığı, beka konusunda kategorize ve kumpasa elverişli robotize edilmiş düğmesine basılan heyecanları vardır, şöyle, istenilen yerde susar, kaşınılacak kışkırtılacak yerlerde galeyana gelirler, alayı çok bilmiştir!

Liberal ideolojinin alanları bellidir, milli yapıları çözmek sökmek, milli olanı satmak ve aşağılamak ve hasta gibi hareketsiz ve ruhsuz metinler yazarlar, kapalı perdeler arkası cennetleridir, insanı yumuşatan okşayan tek bir duygu parçası bulamazsınız ama isimlerini ezberletmiştir birileri, bir yerler!

Bu ideolojiler ne oldu da Cumhuriyet’e düşman oldu ve her tezgahta tarağı olan kriminalize tipler liberal, İslamcı, solcu, Atatürkçü oluverdi! Ve işçi teorisi Sovyetlerle tarihe karışınca daha derinine halka değil eşit yurttaşlık altında etnik milliyetçiliğe kaydılar! Ve bu sığınma da bir otorite arayışı ve Amerikan ve NATO tezlerini destekleyecek kadar vesayet arayışı! Aydın cinayetleriyle konsolide edilen siyasetin yani bugünkü iktidarın bire bir ilişkisi var! Ve bir transatlantik turist gemisi gibi blok gibi topluca hareket ederler, içlerinde kanat çırpan bir melodi arayan tek kişi çıkmaz, soloyu uzun havayı seven bir kişi dahi olmaz mı, yok, cümbüşü tekrarı beyin yıkamayı algıyı örtmeyi pek severler! Aslında aydın cinayetleri bütün bu değişik siyasi tabelaların birbirleriyle göbekten bağlılıklarını ortaya koyuyor, büyük vesayetin 60’lı yıllardan bugüne dizayn ettiği siyasi kuklaları, o halde kimle düşüp kalktığını bilemeyen insan aydın olabilir mi?

Milli istiklal savaşımızla kazandığımız Cumhuriyet’in yaşaması için ‘halk’ şarttır, çünkü halk, şikayetiyle dilekçesiyle avukatıyla sivil örgütüyle Cumhuriyet yasalarının ve anayasanın bekçiliğini yapar! Güneşi bir gören yalnız kendileriymiş gibi halkı aşağılarlar! Bilgilerini kırbaçlayarak satarlar! Uluslararası şirketlere karşı kasıtla kayıtsızdırlar, ordumuzu ve halkımızı parçalayan daha büyük karargahlardan talimatlar alarak! Geniş kitleler neyin kim olduğunu bir türlü anlayamadı çünkü alayı isimler ve ideolojik tabelalara sığınarak ilişkiler ağını kumpas ve şaibelerini gizleyerek bugüne geldiler!

Halktan iğrenirler, halk boğulmuş, susturulmuş ve anayasal haklarını kullanamıyor, umurlarında değildir, tabelası, solcu, liberal, İslamcı, Atatürkçü diye pek gösterişliyse o tabelanın koruması altında yaşarlar, işte bugünkü keyfi rejimin ali kıran baş kesen otoritesini umarsızlıkla kurar ve bir millet altında kalır; saray rejimi ortak başarıları!

Biz kimin yanındayız, işçinin mi, uluslararası şirketlerin mi, halkın mı, PKK’nın mı?

Düşünce dedikleri sorumluluk almak istemeyen bahaneler oluşturan gevezelik, yaygara ve gargara!

Çünkü halk kendini ifade edecek milli reflekslerini milli direnişini milli iradesini koruyabilecek yayın organlarına ve sivil örgütlere sahip değil ve bu abilere yazacak konuşacak mecra açamıyor, bu mecrasızlık da kaytarmak ve kaçış için aportta bekleyen bu abilere sıkı bir bahane oluşturuyor!

Aydınların didikleyen hesap soran alev saçan kalemleri nerede?

Ayrım gayrim demeden genele ve herkese ve insana ve halka konuşan yazarlar nerede? Kimi ideolojiden kimi iktidardan kimi mezhepten kimi etnik milliyetçi tezgahtan kimi istihbaratta görevli konuşuyor!

1980 itibariyle sağ, sol, muhafazakar, dinci, sosyalist, milliyetçi, Atatürkçü vs. bu aydınların içinde oldum, yüz yüze tanıdım, çoğuyla dost oldum, çoğuyla aynı dergi ve gazetelerde çalıştım, çoğuyla aynı mahfillerde yıllarca tartışarak büyüdüm, kitaplarını okudum, çoğuna hayranlık duyduk, çoğunu birkaç yanlışı yüzünden defterden silinemeyeceğine karar verdim, birçoğunu sahipsiz ortada kalmış çok yalnız buldum! Ve hayranlık duyduğum birçoğunun kiminin iktidara kiminin Şeyh Said’e kiminin........

© Veryansın TV


Get it on Google Play