Nihat Genç yazdı…

Höllük bez yerine kum serilen beşik demek, biz de höllükte büyüdük!

Toprağımız zehirleniyor denince aklıma höllük geldi, anneler, çocuğun altına serecek Fırat kenarından temiz kum bulabilecek mi?

Annem çok şakacı kadındı, bir gün eve denizden midye getirdim, -anne, bu midyenin içine kum sızıyor ve sonra içinde ışıkla inciye dönüşüyor, deyince, annem: ‘-Oğlum, gözlerin niye ateş gibi ışıl ışıl düşündün mü, bebekten höllük kumu kaçardı, gözlerine!’

Cennet vatanın dört köşesinde onlarca siyanürlü maden felaketleri hız kesmeden sürerken, konuyu değiştirmek mümkün mü?

Büyük depremler büyük savaşlar yaşasak dahi zaman çok şeyi telafi eder ama siyanürle bir daha geri döndürülemeyecek tarihte eşine rastlanmayacak büyük felaketlerle karşı karşıyayız!

Konuyu nasıl hızla değiştirip üstünden atlıyorsunuz, bu unutulacak affedilecek bir konu mu?

Hava su toprak, zehir içinde, konuşacak hayat mı kaldı toprak mı kaldı?

Sömürgeci şirketleri ve siyanürü durduramamak ağrıma gidiyor!

Zehri toprağımıza bırakıp yarın çekip gidecekler, felaket yüzlerce yıl üstümüze kalacak!

Esaret, işgal, karanlıklar içindeyiz!

Erzincan’ı çocukluğumdan beri bilirim, kamyonla otobüsle ne çok geçtik, 70’li yıllarda sahipsiz atlar -yılkı- ne çok vardı, dere boylarında ilk defa orada gördüm!

Her tepesi vadisi ferahlık veren binlerce manzara!

Dik yamaçların ortasından akan Karasu-Fırat- kızgın bunalmış ruhunuzu ve binlerce köyü besleyerek temizleyerek salına salına akıverir!

Sarıçiçek yaylasını unutmam mümkün mü ve dibinde insana sarhoşluk veren keçilerin bile geçemediği granit tepeler, yazarlığımın en güzel yazılarından birinde Eğin’i anlatmıştım!

Ve her sokağından şifalı adı verilmiş kutsal bir saygı gören meşhur sular akan Eğin-Kemaliye! Karasu’nun yanı başında Anadolu’nun en şirin kasabası!

Ve türküleri Kemaliye’nin, Anadolu’nun en büyüleyici kasabası!

Maden şirketleri Eğin’in –Kemaliye- suyunu kesecekler dendiğinde bu deliliği aklım almadı, nevrim döndü, bu zehir zıkkım kıyamet nereye kadar sürecek!

Karadeniz sahil yolu da böyleydi, milyonlarca çağda oluşmuş irili ufaklı binlerce minicik koyları vardı!

İçeri doğru oyulmuş bu minik koylar o irili ufaklı yusyuvarlak kayalıkları ve havuzlaşmış durgun sularıyla Karadeniz kıyıları dünyada eşine az rastlanır mucizevi eşsiz güzelliklerle doluydu!

Ve sonra buldozerler grayderler geldi ve sahili dümdüz bir cetvele dönüştürdü, binlerce minik koy ortadan kaldırıldı ebediyyen yok oluverdi!

Buldozerler grayderler kaya taş delici makineler Anadolu’ya iyi gelmedi, en şahane sanat eserlerinden müzikten tablolardan daha güzel nefis manzaraları doğradılar, boğdular, ortadan kaldırdılar!

Ne şikayet eden çıktı ne ağlayan zırlayan, gitti eşsiz cennet Karadeniz sahili ve sonra HES’ler coğrafyamızın en coşkun atan derelerini küstürdü, susturdular, cılız cılız dereler!

Sonra yaylalara –tepeler- gidiş gelişli yollar yapılmaya başlandı, ah, derdimizi anlatacak kimse yok!

Ve sonra, dağları aştığınızda ormanlar yolunmuş oyulmuş siyanür kullanılan maden ocaklarıyla dolduruldu! Bilmeyen de öğrensin, dünyanın en eşsiz manzarasına sahip Sümela Manastırını çevreleyen ormanlar da madencilerin tehdidi altında!

Suriye’den Irak’tan aşağı indiğinizde çöller karşılar sizi, Kafkasya’yı aştığınızda dümdüz stepler, oysa Anadolu, binlerce tepsi gibi ovaları ve ovaları çevreleyen dağlarıyla cennetin bu dünyadaki hakiki karşılığıdır!

Heybetli manzarasıyla Toroslar, her bir köşesine insan doyamıyor, dalıp gidiyorsun!

Bir müşkülü çözemediği anlarda insan ufuklara dalar!

Hangisini anlatacaksın, içinde kaybolduğum Kastamonu ormanları, Boyabat’tan Sinop’a, bu üç günlük dünyada yaşadığım en güzel manzaralar Ege’nin yaylaları, tarif edecek kelime bulamıyorum!

Anadolu’nun ovalarına vurdukça uçsuz bucaksız düzlükler her insan evladının aklını başından alır!

Ne çok dalıp kendimden geçtim, ne çok mutlu oldum, ne çok seyrine daldım; ağırlığınızı üstünüzden alır!

Her güzellik insana acılara katlanma direnci verir ve her güzellik insana yüce sorumluluklar verir!

Seyrine daldığım ne çok dağ taş tepe ova, seyrettiğim en güzel filmler belgesellerden ve aşık olduğum bütün kadınlardan ve seyahat ettiğim bütün ülkelerden çok daha güzeldi!

Ve üretkenliği ve florası ve hangi tepesine çıksanız insanı havalandıran coşturan insanı sanatçı yapıveren insanı kahramanlaştıran, içinize sisli bulutlu dumanlı tüllü karlı yalçın tepeli bir güzellik çığlıklarla çıkıverir!

Ben de bir hayat yaşadım bu topraklarda, konferans kitap imza, yüzlerce kez birbirinden güzel ovaları çayırları ormanları ırmakları ve karlı dağları yüce tepeleri içimde bir şeyler kabara kabara yüksele yüksele kalbimi ve zihnimi besleye besleye aşıp geçtim!

Kütüphanemden daha derin zihnime yerleşmiş işte bu manzaralar, hayran bırakan yetiştiren besleyen büyüten! Kişiliğime kimliğime karakterime güç veren, irade diye, renk diye manzara diye, duygu diye, yemiş diye, kebap diye ne aradımsa bulduğum, toprağım vatanım, kara gözlü kuzularını öpmeye doyamadığım!

Erzurumlu Emrah’ın ‘tutam yar elinden tutam, vuram dağlara dağlara, olam bir yareli bülbül, inem bağlara bağlara’!

‘Çıkam dağlara dağlara’ mısrası belki bir yabancıyı hiç etkilemez ama türkü ‘vuram dağlara dağlara’ dedikçe hangimizin içinde kıyametler kopmaz!

Tam da burada Anadolu’yu içimize lehimleyen derin bir ruh konuşur!

‘Dağlara vurmak’, her birimiz için hayallerin hayali, sıla, gurbet ve atamın babamın toprağı, ve yârin elinden tutup, hangimizi hüngür hüngür ağlatmaz!

Hangi dağa vuracaksın, istisnasız her dağ eteği oyulmuş, yontulmuş, kıyılmış, taşları kırılmış, ağaçları sökülmüş, otları soyulmuş ve kelleşmiş ve zehirlenmiş!

O siyanür şu anda ciğerime dökülüyor, öyle acıyor ki içim anlatamam!

Siyanür kalıntıları artık binlerce yıl dağların başına zehir bela felaket cehalet ve esaretimizin abidesi!

Dağların başında kıyamet kopmuş, havayı suyu nehri ovayı zehirlemiş ve hayata ve tarihe kapanmış Anadolu’nun eşsiz yaylaları!

Tarif edemiyorum bu derin üzüntüyü, düşmanlıktan delilikten canavarlıktan öte bir kıyım!

Sakinleşemiyorum, zehirlenmiş dağ taş toprak suyu kurtarmanın teknolojisi yok, imkanı yok!

Bu sömürgeci şirketler toprağımızı tam gaz zehirlerken konuyu nasıl değiştirebiliyorsunuz?

İnsan değil misiniz? Ağuyla mı emzirdi sizi ananız, bu ne intikam bu ne vahşi saldırı, bu ne gözü dönmüş kar hırsı, bu ne nankörlük, bir minik böceğini sizin o saraylarınıza tarikat ordularınıza feda edemem!

Bir daha geri döndürülemeyecek yurdun dört tarafındaki bu siyanürlü sahalar için zihnim bir çıkış arıyor, yok!

Devrim mahkemelerini kurduğumuzda, hapishaneleri bu zehirli sahada inşa edeceksin diyorum, ve sömürgecilere izin veren bilirkişiler siyasiler hepsini işte burada hapsedeceksin!

Tarikatları da kapatmayacak dergahlara bu siyanürlü alanda izin vereceksin! Zikr mi çekeceksiniz, namaz mı kılacaksınız, buyrun siyanürlü topraklar hizmetinizde!

İslamcı siyasetin günahları hiç bağışlanmayacak ve onarılması mümkün olmayan abidevi felaketler yaşattı, Çernobil kasabası gibi dünyaya kapatıldı!

Baş edemeyen zihin elbet hırsını bir yerden çıkartacak! Tayyip Bey’e Binali Yıldırım’a zehirli sahalarda malikaneler yapacak zorunlu ikamet ettireceksin!

Fransa’nın o meşhur Pantheon mezarlığına naziren bir mezarlık yapacağız kardeşlerim, şeyhlerin, fetöcülerin, İslamcı yazarların, siyasilerin, Deli Kadir’in Cübbeli hocaların, yandaş yazarların mezarlarını taşırız o abidevi mezarlığa!

Dünya durdukça hatırlasın çocuklarımız Anadolu toprağını peşkeş çeken vahşi İslamcıları! Bu kıyametten kurtulan olursa!

Oysa bu topraklar hücuma geçer gibi sert yağmurlarında ayrı güzel!

Karlı tepeleri ayrı güzel, kuzu koyun yayılmış yaylaları ayrı güzel, sis basınca ayrı güzel, keklikleri uçsuz bucaksız tepeleri ayrı güzel!

Sabah ayrı güzel, kızıllaşan renk renk akşamında ayrı güzel, çalısı, çakılı, deresi, şırıltısı ayrı güzel, irili ufaklı minik tepeler üstünden batan güneş ayrı güzel!

Ve bir soluk bir ağacın altında uzanıp dinlenmek ayrı güzel ve tarifsiz güzellikler içinde başka dünyalara uçmak ayrı güzel!

Ailem elli yıl önce Fransa’ya yerleşti ve beni de okutmak için yalvarıp yakardılar, bilmem işte, inat ettim gitmedim, parasız pulsuz bu topraklarda tek başına kaldım, zihnim başka bir toprağı kabullenemedi!

Hala açıklayabilmiş anlayabilmiş değilim kendime başka topraklarda yaşamayı!

Açıklayamadığım için olmalı, vakit namazına gider gibi, ibadet eder gibi, alıp başımı vurur giderim dağ başlarına, dere yataklarına, öyle işte, dalar gider, rahmet ve bereketi tanır, can ruh alır dirilir geri dönerim!

Neye dalar neye bakarım, bilmem!

Size de böyle mi olur, daldığımda bir mekanik ses duysam, sesin şiddeti rüzgar gibi iter savurur, dalınca beden ağırlığını mı unutuyor, kalbi titreyince insan daha kolay mı yıkılır düşer!

Yazarlıkta üretkenliğin mahareti hızla duyguya girebilmek!

Kızılırmak’ı Menderes’i Boyabat tepelerini Fırat’ı Niğde Eskişehir ovaları Kastamonu ormanları Torosları Muğla’nın yaylalarını ve koyları, ve ufukları, ve yemyeşil ve sapsarı tarlaları ve şırıl şırıl akan dereleri sonsuz renkler hayretler içinde aklımı alırdı!

Evet, bulanık, mutsuz, sıkıntılı, kızgın beynimi unuttururdu, gerçek değil bir rüyaya sarhoşluğun içine sokuverir!

Ceviz ağaçları, ladinleri, sedirleri, kızıl ağaçları, selvileri, çınarları, zeytinleri ve küçücük çalılıkları ve minicik otları ve öyle sersemce kalakalmış ne çok içimize çekiverdik, sisler içinde rüya gibi manzaraları!

İkindilerde elbisesini sıyırıp her dakika başka renk giyen her rengi başka duyguları keşfeden kestaneleri şimdi nasıl anlatsam!

Sonbaharın altın sarısı ceviz ağaçları ve sarının gün ışığıyla gecelere kadar değişip sizi yukarlara çağıran çığlıklarını nasıl anlatsam!

Ülkemi ve kendimi ne zaman ağır tehdit altında görsem işte bu yüce manzaralara sığınırım!

Müşkülü çözmek için artık beynim durdu hayat durdu!

Fetö operasyonlarında, 12 Eylül kasvetinde, 90’lı yıllarda aydınların öldürülmesinde, annemin babamın kardeşlerimin ölümünde ve karışıkken herşey, düğümleri, şokumu travmamı suskunluğumu çözmesi için hep ona koştum!

‘Gerçeklik hissini’ kaybettiğimde, objeyi süjeyi karıştıran ve gergin bir ruhla karşılarına geçip ‘acı çekiyorum, o halde varım’ deyip güya zihnimde laf lafı açsın, dünyaya geri dönüş yolunu bulabilmek için!

Nazım Hikmet’in meşhur kavak şiiri:

‘Bende bir kavak ürperir, nerde olsa sesi gelir, muhacirliğimden beri!’

‘Beni de gözledi kavak, geceleri haykırarak, hapishanenin önünde!’

Ankara’ya ilk gelişimde tepeler dolusu gecekondu evlerinin istisnasız her birinin önünde kavak ağaçları, ilk yazılarımdan biridir, uzun uzun kavakları yazdım! Önce yoksulluğun abideleri olarak yazdım ve zamanla kavak zihnimde kökleşti, bozkırı tanıdıkça ‘ulu kavaklar’a dönüştü!

Selviler de böyleydi, Osmanlı’nın kuruluş yıllarında canlılık dayanıklılık ve heybetti ve estetik mimaride yeri çok büyüktü ve çöküşle birlikte selviler şairlerin beyitlerinde viraneli baykuşlu mezarlık ağacına dönüşüverdi!

Ankara’nın meşhur kavağı, ‘titrek kavak’tır, rüzgarsız günlerde en küçük meltemlerle dalları kıpırdamaz sadece yaprakları titrer!

Ve alaca karanlığa doğru sanırım Nazım Hikmet’i de ürperten işte bu kendiliğinden titreyen yapraklar!

Kendinden titreyen!

Kendiliğinden titreyen, ulu kavaklar!

İçimizde bir şey var, bizi ağaçlara, memlekete çağıran, kendinden titreyen!

Müzik, edebiyat, şiir, resim, sinema, hepsi sanat eseri ama sanatın en pahalısı manzaradır, ey memleket, taşkın duygular içinde ne çok ne güzel bahçelerini gezdim!

Şehirde manzara gören evin değeri artar ama memleketin her köyü her kasabası eşsiz biricik kutsal bir huşu içinde manzara dolu, Anadolu kutsal emanet! Çirkin yapılaşmayı görünce insan yıkarız diyorsun ama zehri akıl almıyor!

Dalış gidişlerimiz, bir estetik tatmin değil, güzel karşısında, pasif bir hayranlık hiç değil!

Beni büyüten, raydan oktan çıkartan rampadan fırlatan kavaklar!

Yüce kavaklar!

Güzel manzara artık sadece güzel değil ölen kardeşlerinin arkadaşlarının anne-babanın ikamesi!

Geride kalan renklerle doldurduğun feryat figan duygusal boşluk!

Dolmayan boşluk, dolmayanı tamamlayan ürperten titreten yüce kavaklar, hangimiz pencereyi açsak bir kavak görürüz, kavağı olmayan yolumuz köyümüz yoktur!

TRT 2’de dünyaca ünlü bir Ressam Bob vardı, bir çırpıda manzara resimleri yapardı!

İzleyen herkes dalardı, neden bu kadar hızlı dalardık?

Çünkü manzaranın insanı içine çeken uçurumlar gibi bir yanı var!

Manzaranın öte yanına dalardık, ressamın çizemediği edebiyatın ifade edemediği, dengesizi dengeleyen bizi çağıran tarafına; kavağın bir soluk yoksul giysisine bir de dik boyuyla akşamları karanlıklaşan ulu yüce tarafına ve bizden sonra da dikine dikine yaşayacak iradesine!

Doğayla baş başa kalmak içimizde engelleyemediğimiz bir hayaldir, neden çok arzularız? Çünkü ifade edemediğimiz ve dindiremediğimiz içimizdeki boşluğu manzaranın nasıl ince ince sızı sızı dokunabildiğine canlı canlı şahit olur hayran kalırız!

Doğayla bir çırpıda neden aşina oluşuruz çünkü manzaranın tarif edemediğimiz içimizdekiyle konuşan kaynaşan bir dili var ve teselli ve avuntu ve dinlenme değil, şarj istasyonu, hayır!

Acı’dan karmaşadan sürüklenmekten kurtulup bir an nefes almak, merhem aramak, dünyanın boy aynasında; sadece temiz hava almak değil kalbimiz gözlerimiz doğadan ilahi bir nefes alır!

Dünya kadar büyük dertlerle baş edebilmek için acıların da üstüne çıkacak kadar yüksek tepeler ararız!

Kimsesizliğimizi ve trajedimizi küçültecek kadar geniş ve yüksek bir ruh, varlığımızı onurlandıran!

Ne zaman dalıversem kavaklara, umutsuzluğum, ıstırabım, acım, kederim, talihsizliğim, ihanetlerim, kahpelikler, yara yara, deşilir!

En alt katmanlarımda uyuyan saf bir elementin sevinçle titreyip kımıldadığını!

Yüksek tepeler size kahramanca ve peygamberce bir bakış verir!

Hepimizi insan yapan bu saf elementi bu özlerin özünü tarif etmek o kadar zor ki sonsuzluk banyosunda zihnimizi çitileyen bedenimizi arındırıp gözlerimizi parlatan!

İnsanı yatıştıran manzaradır, der çıkarız işin içinden, değil!

Dalış, tefekkür, derin düşünce!

Ya da bir şey doğuyor, azap ve gerilim dağılıp, yerini, iyi ki bu dünyaya geldim iyi ki bu toprakta yaşıyorum diyen kendine yeten saf neşeye mutluluğa bırakır!

Öyle derin bir mutluluk ki mükemmel bir ahenk içinde renklerle çepçevre, uzakla yakın hayalle gerçek ne kadar hızlı yer değiştirir!

Ne içki sarhoşluğu ne kendinden geçiş ne sanat heyecanları artık tatmin etmiyor seni, gözlerin kamaşır, nefesin alev gibi, derinlerini okşayan bir şey, düşen yapraklar gibi aklın da kuruyup uçuverir!

Orada o an olmakla ilgili, yatağını bulmuş suyun coşkusu gibi, kavakların altında uzanmak, yumuşacık toprak, kalbin nihayet kendi köyünde, baba evinde, hiçbir ıstırap artık canını yakamaz senin!

Manzaraya dalış, bir örtü kalkıyor, içinde bir anda bir şey tınlıyor, her yer başka türlü ve sahici görünüyor, altında uyuduğun üstüne kapanmış sert kayalar kıpırdıyor, şaşırıyorsunuz çünkü bu dünyada telaşlar içind hep kaybolmuş sanki sahici hayata bu an uyanmış gibisiniz!

Bir öğretmen sanki bunca yıl dersine girmiş hiçbir şey anlamamışsın ama şimdi kavaklar tek başına öğretiyor, seni büyüten sorgulayan, seni doğuran, zihnimden hakiki dünyaya açılan o incecik midye aralığı!

O ince midye aralığı bir zafer marşı, bir anda hava değişiyor trompetler çalıyor, yorgunluk ve yıkılmışlık içinde bir kavağın altına uzanmakla söyleyin şimdi bana dinçlik zindelik canlılık veren şey nedir?

İnsan iradi olarak başına çarpmakta olan bir cisimden ve acı’dan kaçmaya çalışır, ölüm ya da ıstırabın hiç bitmeyeceği korkusu!

Bu kaçış bu savunma bazen reflekstir bazen bilinçle ama her ikisi de iradidir, dimdik kavakların ladinlerin içinizde inşa ettiği, böyle öğrendik atadan dededen erenlerden ve filozofdan!

Yerine başka hiçbir şeyin ikame edilemeyeceği asla vazgeçmeyecek iradeyi, işte bu boşluğu, neşeyle şırınga eder muhteşem ulu kavaklar!

Her rengi ayrı bir duyguyu ayrı bir sorunu anlatır ve çözer, yarı beline kadar eğildiği her fırtınada göz gözü görmez, göz artık manzara görmez, renkler kanlı bir meydan savaşına hazırlanır!

İçimde dirilen ayaklanan kimdir, şimdi anlamaya çalışıyorum, beynimde ne oluyor? Işık olmazsa kavağın yapraklarını göremem ve ışık olmazsa Ay da kavağı göremez! Doğanın ışığı içimizdeki ateşi görüyor mu? Tutuşturduğu yansıttığı elektrik yüklü o şey, beni koruyan zırhı mı buldum, o şey içime neyi yükledi!

Renkleri zihnime çeken görünmez bir alev mi var zihnimde çıkışsız çürümüş donmuş şeyleri canlandıran!

Bütün renkler çarkıfelekte döndürüldüğünde beyaz görünür, evet, beyaz görünüyor, belki de şu mor şu sarı kırmızı çiçeklerin üstünde bilinmedik başka renkler var ve göremiyoruz, ama sanki o görünmez renkler his his içimize işliyor, his his çelik kablolarla bir daha beni hayata bağlıyor!

Çıplak gözle güneşe uzun süre bakamayacağımıza göre renklerin doğasını hiçbir zaman test edemeyeceğiz ama renklerin ışığı içinde insanlığa kanat takan ve uçuran ve tedavi eden bir şey var!

Kör oluruz korkusuyla güneşe bakamamak gibi, o elektrik ve duygu yüklü renklerden ancak bir bakışlık bir ‘nektar’ alıp kaçarız!

Bir nefes, bir nektar alıp kaçarız, kavağın seyrinden!

Ben yazarım, güzel bir bahçeye orada bizi mutlu eden şeyi test eden zihnimizin laboratuvarı gibi bakabilmeliyim!

Doğanın ışığı ve renkleriyle içimizdeki ateşin kendi dillerinde ne konuştuklarını anlayamasak da hissederiz ve ama neden aniden canlanır neden neşeleniriz!

Çok uzun bir kış, donmuş halde düşündü kavak, içindeki saklı ateş, şimdi açacak baharla çiçeklerini!

Düşünmesiyle tutuşması birden mutlu hissetmen kendini aynı anda, dış dünyayla içinizdekinin buluşması bu an’dır, doğanın en uyumlu bir parçası, bir iradesi olduğumuzu hatırlayıveririz!

Kavağı görmekle kalmayız renklerin içinde saklı ateşin bir parçası haline geliriz!

Bir minik çiçeğe bizi yakınlaştıran nedir? Yoksa çiçek mi sizi kendine çeker? Bu bir hayal ve abartı hiç değil, güzel olan her şey iradesiyle sizi kendine çeker ve yakınlaştırır!

Bu bir aşk sahnesidir, çekilirsiniz, uyuma ahenge renge manzaraya doğru ve baş rollerde kendiniz mucizevi çok heyecanlı bir film içinde!

Renklerin kendine çektiği bir şey var, aşkın bir hal, insana, kimseye tenezzül ve muhtaç hissetmediği bir doygunluk verir! Bu ‘anı’ yaşamayan insan yoktur!

Bu an’ı yaşamayan, çağrılmayan, çekilmeyen insan yoktur!

Zırhınız kabuğunuz yarılır ve renkler ve ufuk ve yalçın tepeler tohumunu atar içinize!

En bereketli tarlalarınız kalbinizde beyninizde, renk renk patlaya patlaya kıvılcımlarla uçuşan nedir, çok ateşli bir yaşam sevinci, en vahşi düşmanlara karşı korkmadan yiğitçe savaşacak bir güç doğar içinizde!

Belki de beynimizin mucizesidir, doğayla uyum içinde ben’i bütünleştirip bütün soruların cevabını kurnazca kısa yoldan verir! Çünkü çok defa kendisini çağıran ve çeken şeyin ne olduğunu sormaz kendine!

Renkler granit tepelerde yanarken, bizi var eden bu ateş biz fark etmeden ahlakın ve sorumluluğun kalıbına dökülür!

İsteseniz de artık bir daha çirkin, biçimsiz, kötü ve değersiz olamazsınız, hamurunuzu pişiren en uygun ısıdır manzaranın bereketin ovaların rengarenk ateşi!

Bir adalet kavganız, dostunuzla bölüşmeniz, bir kucaklama anı, başkalarını kendine dert etme hali, ufkumuzun derinliklerinde bu büyüleyici şahane manzaranın hayattaki ödülleridir! Öznesi aynı’dır, neşenin özü, bedeninize en uygun ısıdadır renkler, vücut bulur renkler insan suretinizle!

Bu rengarenk hisleri coşkun duyguları ateşi her insan evladı yaşar, köydeki ninem, benim gibi edebi bir tasvire ihtiyaç duymaz, aşkın bilincin, üstün insana ihtiyacı yoktur, bu harika manzaranın iradesiyle herkes güzeller güzeli insan’dır!

Kimi o güzel manzarayı çocuklarında görür, kimi işinde, kimi dostluğunda, kimi türkülerde! Renkler doğa coşkuya doymuşluğa vesile olur, herkesin içindeki şefkati merhameti fedakarlığı saf haliyle hissedip arınmasına, ve içindeki kuvvetin sahibi olursun!

Midyenin içine sızan kumun inciye dönüşmesi gibi, renkler içinizde inci tanelerine dönüşür ve midyenin o incecik aralığından dünyaya bakan artık o inci tanesi oluverir!

Uzaktan manzara size heybetiyle iradesini kabul ettirir, susar teslim olur gibi görünürsünüz, hayır, siz sussanız da zihniniz susmaz, uçurum kenarına tutunmak için direnen bir ot parçası düşünün, toprağına tutunan yaşam sevinci doğanın bize armağanı işte bu iradedir!

Ay’da hava ve su olmadığı için hayat yoktur diyoruz, değil, ‘ay’da’ renk olmadığı için hayat yoktur! Güneş ışığından renkleri çekip biçimleyecek ve yaprak yaprak tohum tohum çağıracak cazibe ve bir irade yok!

Dolardan beslenen İslamcılar, doğanın besin kaynaklarını ve rengi ve duyguyu ve doğanın öğretmenliğini bilmez!

Dolardan beslenen İslamcılar doğayı hayatlarına kapatmıştır!

Çünkü ideolojileri kapalıdır, dünyaya insana hayata, çünkü zihinlerine beton dökülmüş dogmaların hapishanesidir!

İslamcıların hayatları ve mekanları ve dogmaları ay yüzeyi gibi neşesiz ve renksiz hiçbir canlıya izin vermeyen insansız ve ruhsuz ve iradesizdir!

Doğanın ilahi vahyi renklerdir, peygamberi, dağ taş bağ bahçe dere tepe çayırlarımız ovalarımızdır! Tarlalar hem karnımızı doyurur, hem içimize hayat neşesi verir!

Tarla ve atölye ve yorgunluk ve ıstırap bilmeyen mesleksiz hayatsız insanlar yetiştirdiler!

İslamcı istilaya çaresiz kaldık çünkü biz de tarlaları terk edip doğayı saksıya ve evcil süs köpeklerine indirgedik!

Tarla ve atölye ve doğa olmasa, beden aklı-düşünceyi ileri taşıyamaz, iradesini emeğini beyninin mucizevi imkanlarını anlayamaz!

İçindeki ateşle tutuşan aklı kullanamayan beden, amaçsız kalır!

Kölelik amacın insandan alınmasıdır, kölelik, doğayla hatların bağların kopmasıdır!

Doğaya saygı duymayan, sorumluluk almayanlar insan değil canavarlardır!

Her duyduğuna koşulsuz inanan insan köleden aşağıdır!

Şahane bir manzara size dünyaya dışardan bakmayı öğretmez!

Dışardan bakana manzara sadece unutturma ödülü verir, bir kaçış ödülü, kaçmayın!

Kavak ağaçları herkese aynı anda vuran güneş, hiç değildir, sebep’i ekmeğinin ve huzurunun peşinde doğada arayanlara başka bir güneş vurur!

Kaçarak özgürlük olmaz, özgürlük olmadan mutluluk olmaz!

O büyük formül kütle eşittir enerji değil mi, düşünce de bir enerji, o halde düşünceyi çıkartırsam cesedim posam kalır, şimdi kavak ağaçları karşısında beynimi tutuşturan ateşi çıkartırsam, geriye bostan korkuluğu kalır!

İlk gençliğimizden beri bizi besleyip büyüten ünlü filozof Schopenhaur: ‘estetik kaçış ne yazık ki geçicidir’ der!

Kavaklar dimdik önümüzde kaçamayız!

Kavaklar ateşini salıyor, kaçamayız!

Orman dağlar beynimizin içi yangın yeri gibi, kaçamayız!

Bedenimizin en derinine dokunan acılar, ayrılıklar, kahırlar ateşimizi harlıyor!

Istırabı en derininde hissetmeden, acı olmadan, gül, gül olamaz!

Gülün rengi neden zihnimize yerleşir, kokusu neden düşünceme karışır, çiçek bize uzanıp insan mı olur?

Ve ağırlığını unutan beden ateşin yalımları üstünde kıvılcım kıvılcım uçuşurken bir daha kendini başkasından üstün görmeyen başkasını aşağılayamaz bir tat’a varırsın!

Aklın dümeni iradenizi çelikleştirir, akıl, zamanın tecrübelerini zaman’a-ölüm’e karşı kullanır, zırhınız olur!

Kavakların titreyen yaprakları ürperten tefekkürüyle ölümü korku olmaktan çıkartır, ıstırabın kırbacı direncinizi çelikleştirir, ıstırap, ateşin körüğüdür!

Büyük filozof doğru söylüyor, din ve tarikatların huzursuzluğu bitirdiğini söylediği yer: hiçliktir! İnsansız eylemsiz iradesiz bir yer, yani doğasız, tarlasız, atölyesiz, bahçesiz!

Yağma talan ve şehvete düşmüşler ve sonsuz hırslarını terbiye edememiş zorbaya ve hurafeye teslim olmuşlar!

Oysa kendisinden olmasaydık doğa bizi içine bu kadar kolay almazdı!

Oysa bizden olmasaydı doğayı içimize bu kadar hızla sokamazdık!

Birbirinin içinden geçen hisleri anlayan tek yumurta ikizleri gibi, aynı ilahi ateşin terkibi!

‘Doğa içimizde olmasaydı gözlerimiz açılmazdı!’

Titrek yaprakların gözleri!

Minik çiçeklerin bakışlarında kaybolup beni ilkokul bahçeme alıp götürüp sek sek oynatan kimdir, minik çiçeklerin bakışlarında diktatörlere karşı savaşmak için elime kılıç veren, kimdir?

Söyleyin ulu kavaklar!

Gözyaşlarımı bıraktığım o sahildeki oyun arkadaşım istiridye parçalarına beni alıp götüren kimdir?

Yalandan oyunlarım, yalandan koşuşturmalarım, yalandan sinemaya gitmelerim, hiç terk etmedi zihnimi çivi gibi çakılı, acımı oyaladığım, o istiridye parçaları, bunca yazı makale!

Hiç terk etmedi denizin kabardıkça koyulanan öfkelenen kuduran laciverdi!

Hiç terk etmedi, suratıma vuran dalgaların köpükleri!

Hiçbir film alamadı içimdeki ateşi, hiçbir kitap, hiçbir sevgili!

Neşemi besleyen, tan yerinin kızıllığı, ufuklar, hiç değişmedi!

Ladinlere meşelere kavak ağaçlarına dalışlarım ve zihnimde tırmanışlarım, hiç değişmedi!

Ateşim hiç düşmedi ve rengim hiç solmadı!

Hiçbir güç sürükleyemedi beni peşinden!

O dalgaların milyonlarca yıldır çarptığı kayaların içinde saklıyım, için için harlıyor hala!

Doğmakta olan yeni kelimeler tasarlıyor zihnim saf ateşinden!

Yükselten, güzelleştiren, başkalaştıran, o anları, biliyorum zihnim kelime kelime kaydediyor, dünyanın bütün mücevherlerinden daha değerli!

Yazdıkça yüce kavakların seyrinde o muhteşem manzara da kaybolur!

Zırha ve büyük adımlara ihtiyaç duymayan çıplak bir insanın kalıbı sözleri ateşle dökülür!

Bir filmin bir hayatı anlatamayacağı gibi bir manzara da hayatımızın hiçbir sorununu çözemez!

Ve ama, benim gibi, çalışmaktan vakit bulamayanlara şok yaşatıp, kardeşlerim, manzara kısa bir anımızı ‘şoklayarak’ bize kendini hatırlatır, saygıyı öğretir, hepsi bu kadar!

Şoklayıp zihnimize depolarız, hayır! Rüzgarla yağmurla fırtınayla siz gitmesiniz de o kapınıza kadar gelir, unutmamıza fırsat vermeden bize hep kendini, varoluşumuzu, sorumluluğumuzu, irademizi, insan oluşumuzu, o ulu kavakları titreten iradeyi hatırlatır!

Doğasız nursuz ışıksız mesleksiz emeksiz büyütülen yüzlerce tarikat!

İnsanımızı doğasından kopartıp doymak bilmeyen canavarlara yem ettiniz!

Ne yaptınız insanımıza ne yaptınız?

İradesini bir halk, şizofren şeyhlere, Haçlılar’a, toprağımızı zehir eden sömürgeci şirketlere teslim ettiniz!

Bir ot parçası, bir toz zerresi, bir çalı, bir kurumuş yaprak, içimdeki ateşle aynı element, varlığı olan, meydan okuyan, susmayan, bozulmaz çürümez, yakamı bırakmayan aynı terkipten çelik irade!

Toprağa düşen her tohum her canlıda bu irade vardır, iki yaşında çocuk ne biliyor ki istemediğini yaptıramıyorsun; sayenizde tüm tarihimiz en çaresiz sefil rezil iradesiz işgale teslim olmuş günlerini yaşıyor!

‘Her türlü isteğimi topraktan aldım’, ‘yemek verdi, ekmek verdi, et verdi’ diyen şu dünya güzeli Aşık Veysel’in memleketine kadar dayandı vahşi canavar şirketleriniz, hiç mi sızlamaz içiniz!

Sadece bir tek elmasını yeseydik kırk yıl ibadet etmeliydik, elmasını tarlasını geçtim, oyup oyup içine zehir koyup dağlara kıyamet yaşattınız! Şehit olan evlatlarımız yerine analar yeni çocuklar doğurur ama bu zehirlenmiş dağları nereye koyacağız!

Oysa vatanımızdır, sömürgeci haçlıların siyanürcü şirketlerin karşısına Kılıç Aslan gibi ordularla bir 80 milyon çıkabilmeliydik, tarikatlarla holdinglerle uyuşturdunuz milleti, itiraz eden tek kişiyi bile tutuklattınız!

İşte ne güzel yağıyor yine şiddetli bir yağmur diye sevinemiyoruz bile, yağmur zehri daha da derine sızdıracak diye, daha büyük kabus olamaz!

Ulan Allahsızlar, Haçlı seferlerinin bu topraklara üç yüz yılda verdiği zarardan daha büyüğünü yirmi yılda verdiniz!

Haçlılardan topraklarımızı geri aldık ama zehirli toprağı bir daha nasıl geri alacağız!

Bereketli kollarına uzanacağımız toprağımız nerede?

O zehirli topraklar uzay boşluğu gibi artık ne kadar uzak ne kadar yabancı bize!

Bu ne intikam yağma hırsı!

Sorumlusu sizdiniz tehlikeyi önce siz söyleyecektiniz!

Tarihler yaşadı mı böyle bir canavarlık?

İradesi olmayanın imanı inancı olmaz, Türk Milleti’nin iradesini toprağından ve direnen halkından alan Cumhuriyet’i yıkmanızın sebebi, şehvet ve hırsları peşinde sömürgecilere asker olmuş iradesiz teslim olmuş milyonlar yetiştirmek!

İradesi olmayanın inancı olmaz!

Dolarlarınız altınlarınız bitip yarın aç kaldığınızda ne yapacaksınız, ekilecek bahçe sürülecek toprak çalınacak kapı mı bıraktınız!

Dağlardan Okyanuslara kadar besleyen Fırat’a ne yaptınız?

En büyük keşfi, tarım, kuzu ve tarlaydı, tarihlerde esir olmamış bu toprakları, Anadolu’ya nasıl kıydınız?

Tarihimizi tıka basa dolduran bitmeyen savaşları, o tarlaların ekmeğiyle kazandık!

Söyleyin vatan toprağını kaç gram altına sattınız!

Söyleyin vatan toprağını kaç boncuğa sattınız?

Kaç boncuğa takas ettiniz dedelerimizin mezarını!

Kalmadı bu topraklarda sizi bağışlayacak tek bir vatansever, kalmadı bir doğa!

Sizi bağışlayacak Tanrıyı kendi ellerinizle öldürdünüz!

QOSHE - İslamcı canavarlığın kökenleri - Nihat Genç
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

İslamcı canavarlığın kökenleri

118 14
27.02.2024

Nihat Genç yazdı…

Höllük bez yerine kum serilen beşik demek, biz de höllükte büyüdük!

Toprağımız zehirleniyor denince aklıma höllük geldi, anneler, çocuğun altına serecek Fırat kenarından temiz kum bulabilecek mi?

Annem çok şakacı kadındı, bir gün eve denizden midye getirdim, -anne, bu midyenin içine kum sızıyor ve sonra içinde ışıkla inciye dönüşüyor, deyince, annem: ‘-Oğlum, gözlerin niye ateş gibi ışıl ışıl düşündün mü, bebekten höllük kumu kaçardı, gözlerine!’

Cennet vatanın dört köşesinde onlarca siyanürlü maden felaketleri hız kesmeden sürerken, konuyu değiştirmek mümkün mü?

Büyük depremler büyük savaşlar yaşasak dahi zaman çok şeyi telafi eder ama siyanürle bir daha geri döndürülemeyecek tarihte eşine rastlanmayacak büyük felaketlerle karşı karşıyayız!

Konuyu nasıl hızla değiştirip üstünden atlıyorsunuz, bu unutulacak affedilecek bir konu mu?

Hava su toprak, zehir içinde, konuşacak hayat mı kaldı toprak mı kaldı?

Sömürgeci şirketleri ve siyanürü durduramamak ağrıma gidiyor!

Zehri toprağımıza bırakıp yarın çekip gidecekler, felaket yüzlerce yıl üstümüze kalacak!

Esaret, işgal, karanlıklar içindeyiz!

Erzincan’ı çocukluğumdan beri bilirim, kamyonla otobüsle ne çok geçtik, 70’li yıllarda sahipsiz atlar -yılkı- ne çok vardı, dere boylarında ilk defa orada gördüm!

Her tepesi vadisi ferahlık veren binlerce manzara!

Dik yamaçların ortasından akan Karasu-Fırat- kızgın bunalmış ruhunuzu ve binlerce köyü besleyerek temizleyerek salına salına akıverir!

Sarıçiçek yaylasını unutmam mümkün mü ve dibinde insana sarhoşluk veren keçilerin bile geçemediği granit tepeler, yazarlığımın en güzel yazılarından birinde Eğin’i anlatmıştım!

Ve her sokağından şifalı adı verilmiş kutsal bir saygı gören meşhur sular akan Eğin-Kemaliye! Karasu’nun yanı başında Anadolu’nun en şirin kasabası!

Ve türküleri Kemaliye’nin, Anadolu’nun en büyüleyici kasabası!

Maden şirketleri Eğin’in –Kemaliye- suyunu kesecekler dendiğinde bu deliliği aklım almadı, nevrim döndü, bu zehir zıkkım kıyamet nereye kadar sürecek!

Karadeniz sahil yolu da böyleydi, milyonlarca çağda oluşmuş irili ufaklı binlerce minicik koyları vardı!

İçeri doğru oyulmuş bu minik koylar o irili ufaklı yusyuvarlak kayalıkları ve havuzlaşmış durgun sularıyla Karadeniz kıyıları dünyada eşine az rastlanır mucizevi eşsiz güzelliklerle doluydu!

Ve sonra buldozerler grayderler geldi ve sahili dümdüz bir cetvele dönüştürdü, binlerce minik koy ortadan kaldırıldı ebediyyen yok oluverdi!

Buldozerler grayderler kaya taş delici makineler Anadolu’ya iyi gelmedi, en şahane sanat eserlerinden müzikten tablolardan daha güzel nefis manzaraları doğradılar, boğdular, ortadan kaldırdılar!

Ne şikayet eden çıktı ne ağlayan zırlayan, gitti eşsiz cennet Karadeniz sahili ve sonra HES’ler coğrafyamızın en coşkun atan derelerini küstürdü, susturdular, cılız cılız dereler!

Sonra yaylalara –tepeler- gidiş gelişli yollar yapılmaya başlandı, ah, derdimizi anlatacak kimse yok!

Ve sonra, dağları aştığınızda ormanlar yolunmuş oyulmuş siyanür kullanılan maden ocaklarıyla dolduruldu! Bilmeyen de öğrensin, dünyanın en eşsiz manzarasına sahip Sümela Manastırını çevreleyen ormanlar da madencilerin tehdidi altında!

Suriye’den Irak’tan aşağı indiğinizde çöller karşılar sizi, Kafkasya’yı aştığınızda dümdüz stepler, oysa Anadolu, binlerce tepsi gibi ovaları ve ovaları çevreleyen dağlarıyla cennetin bu dünyadaki hakiki karşılığıdır!

Heybetli manzarasıyla Toroslar, her bir köşesine insan doyamıyor, dalıp gidiyorsun!

Bir müşkülü çözemediği anlarda insan ufuklara dalar!

Hangisini anlatacaksın, içinde kaybolduğum Kastamonu ormanları, Boyabat’tan Sinop’a, bu üç günlük dünyada yaşadığım en güzel manzaralar Ege’nin yaylaları, tarif edecek kelime bulamıyorum!

Anadolu’nun ovalarına vurdukça uçsuz bucaksız düzlükler her insan evladının aklını başından alır!

Ne çok dalıp kendimden geçtim, ne çok mutlu oldum, ne çok seyrine daldım; ağırlığınızı üstünüzden alır!

Her güzellik insana acılara katlanma direnci verir ve her güzellik insana yüce sorumluluklar verir!

Seyrine daldığım ne çok dağ taş tepe ova, seyrettiğim en güzel filmler belgesellerden ve aşık olduğum bütün kadınlardan ve seyahat ettiğim bütün ülkelerden çok daha güzeldi!

Ve üretkenliği ve florası ve hangi tepesine çıksanız insanı havalandıran coşturan insanı sanatçı yapıveren insanı kahramanlaştıran, içinize sisli bulutlu dumanlı tüllü karlı yalçın tepeli bir güzellik çığlıklarla çıkıverir!

Ben de bir hayat yaşadım bu topraklarda, konferans kitap imza, yüzlerce kez birbirinden güzel ovaları çayırları ormanları ırmakları ve karlı dağları yüce tepeleri içimde bir şeyler kabara kabara yüksele yüksele kalbimi ve zihnimi besleye besleye aşıp geçtim!

Kütüphanemden daha derin zihnime yerleşmiş işte bu manzaralar, hayran bırakan yetiştiren besleyen büyüten! Kişiliğime kimliğime karakterime güç veren, irade diye, renk diye manzara diye, duygu diye, yemiş diye, kebap diye ne aradımsa bulduğum, toprağım vatanım, kara gözlü kuzularını öpmeye doyamadığım!

Erzurumlu Emrah’ın ‘tutam yar elinden tutam, vuram dağlara dağlara, olam bir yareli bülbül, inem bağlara bağlara’!

‘Çıkam dağlara dağlara’ mısrası belki bir yabancıyı hiç etkilemez ama türkü ‘vuram dağlara dağlara’ dedikçe hangimizin içinde kıyametler kopmaz!

Tam da burada Anadolu’yu içimize lehimleyen derin bir ruh konuşur!

‘Dağlara vurmak’, her birimiz için hayallerin hayali, sıla, gurbet ve atamın babamın toprağı, ve yârin elinden tutup, hangimizi hüngür hüngür ağlatmaz!

Hangi dağa vuracaksın, istisnasız her dağ eteği oyulmuş, yontulmuş, kıyılmış, taşları kırılmış, ağaçları sökülmüş, otları soyulmuş ve kelleşmiş ve zehirlenmiş!

O siyanür şu anda ciğerime dökülüyor, öyle acıyor ki içim anlatamam!

Siyanür kalıntıları artık binlerce yıl dağların başına zehir bela felaket cehalet ve esaretimizin abidesi!

Dağların başında kıyamet kopmuş, havayı suyu nehri ovayı zehirlemiş ve hayata ve tarihe kapanmış Anadolu’nun eşsiz yaylaları!

Tarif edemiyorum bu derin üzüntüyü, düşmanlıktan delilikten canavarlıktan öte bir kıyım!

Sakinleşemiyorum, zehirlenmiş dağ taş toprak suyu kurtarmanın teknolojisi yok, imkanı yok!

Bu sömürgeci şirketler toprağımızı tam gaz zehirlerken konuyu nasıl değiştirebiliyorsunuz?

İnsan değil misiniz? Ağuyla mı emzirdi sizi ananız, bu ne intikam bu ne vahşi saldırı, bu ne gözü dönmüş kar hırsı, bu ne nankörlük, bir minik böceğini sizin o saraylarınıza tarikat ordularınıza feda edemem!

Bir daha geri döndürülemeyecek yurdun dört tarafındaki bu siyanürlü sahalar için zihnim bir çıkış arıyor, yok!

Devrim mahkemelerini kurduğumuzda, hapishaneleri bu zehirli sahada inşa edeceksin diyorum, ve sömürgecilere izin veren bilirkişiler siyasiler hepsini işte burada hapsedeceksin!

Tarikatları da kapatmayacak dergahlara bu siyanürlü alanda izin vereceksin! Zikr mi çekeceksiniz, namaz mı kılacaksınız, buyrun siyanürlü topraklar hizmetinizde!

İslamcı siyasetin günahları hiç bağışlanmayacak ve onarılması mümkün olmayan abidevi felaketler yaşattı, Çernobil kasabası gibi dünyaya kapatıldı!

Baş edemeyen zihin elbet hırsını bir yerden çıkartacak! Tayyip Bey’e Binali Yıldırım’a zehirli sahalarda malikaneler yapacak zorunlu ikamet ettireceksin!

Fransa’nın o meşhur Pantheon mezarlığına naziren bir mezarlık yapacağız kardeşlerim, şeyhlerin, fetöcülerin, İslamcı yazarların, siyasilerin, Deli Kadir’in Cübbeli hocaların, yandaş yazarların mezarlarını taşırız o abidevi mezarlığa!

Dünya durdukça hatırlasın çocuklarımız Anadolu toprağını peşkeş çeken vahşi İslamcıları! Bu kıyametten kurtulan olursa!

Oysa bu topraklar hücuma geçer gibi sert yağmurlarında ayrı güzel!

Karlı tepeleri ayrı güzel, kuzu koyun yayılmış yaylaları ayrı güzel, sis basınca ayrı güzel, keklikleri uçsuz bucaksız tepeleri ayrı güzel!

Sabah ayrı güzel, kızıllaşan renk renk akşamında ayrı güzel, çalısı, çakılı, deresi, şırıltısı ayrı güzel, irili ufaklı minik tepeler üstünden batan güneş ayrı güzel!

Ve bir soluk bir ağacın altında uzanıp dinlenmek ayrı güzel ve tarifsiz güzellikler içinde başka dünyalara uçmak ayrı güzel!

Ailem elli yıl önce Fransa’ya yerleşti ve beni de okutmak için yalvarıp yakardılar, bilmem işte, inat ettim gitmedim, parasız pulsuz bu topraklarda tek başına kaldım, zihnim başka bir toprağı kabullenemedi!

Hala açıklayabilmiş anlayabilmiş değilim kendime başka topraklarda yaşamayı!

Açıklayamadığım için olmalı, vakit namazına gider gibi, ibadet eder gibi, alıp başımı vurur giderim dağ başlarına, dere yataklarına, öyle işte, dalar gider, rahmet ve bereketi tanır, can ruh alır dirilir geri dönerim!

Neye dalar neye bakarım, bilmem!

Size de böyle mi olur, daldığımda bir mekanik ses duysam, sesin şiddeti rüzgar gibi iter savurur, dalınca beden ağırlığını mı unutuyor, kalbi titreyince insan daha kolay mı yıkılır düşer!

Yazarlıkta üretkenliğin mahareti hızla duyguya girebilmek!

Kızılırmak’ı Menderes’i Boyabat tepelerini Fırat’ı Niğde Eskişehir ovaları Kastamonu ormanları Torosları Muğla’nın yaylalarını ve koyları, ve ufukları, ve yemyeşil ve sapsarı tarlaları ve şırıl şırıl akan dereleri sonsuz renkler hayretler içinde aklımı alırdı!

Evet, bulanık, mutsuz, sıkıntılı, kızgın beynimi unuttururdu, gerçek değil bir rüyaya sarhoşluğun içine sokuverir!

Ceviz ağaçları, ladinleri, sedirleri, kızıl ağaçları, selvileri, çınarları, zeytinleri ve küçücük çalılıkları ve minicik otları ve öyle sersemce kalakalmış ne çok içimize çekiverdik, sisler içinde rüya gibi manzaraları!

İkindilerde elbisesini sıyırıp her dakika başka renk giyen her rengi başka duyguları keşfeden kestaneleri şimdi nasıl........

© Veryansın TV


Get it on Google Play