Nihat Genç yazdı…

İnsan kolay aldanır kolay meyleder fırsatçılığa kolay dalar ve kendini haklı çıkartmak için kendisine dalkavukluk yapar!

İnsan mazeret uydurma bilgesidir!

Oysa insanı tutuşturan ateştir, insana en büyük armağan!

Ateşi olmayan insan zamana direnemez!

İnsan ateşini hissetmeyen yabancı fikirlere çürümeye telkine sürüklenmeye açıktır!

Ateşi olmayan insanın kıvrak zekası kar zarar hesabıdır!

Ateşi olmayan insan piyasa malıdır alınıp satılan ve ateşi olmayan insan kıyafete gösterişe ödüle şatafata düşkündür!

Ateşi olmayan insan özenti içinde taklitçidir!

İçinde bulunduğu çevre grup fare gibi oynar onunla!

Ateş nedir, kendiyle savaşmayana anlatılamaz!

Kişiliğimizin ortaya çıkması kendine ve bedenine güvenle başlar ve düşüncesine sıçrayacak kadar kızgın sinirlerinin şeytani bir yangının ortasında yapayalnız kaldığının farkında olmalıdır!

Şöyle birçok deney yapılmıştır, bir odaya önceden tenbih edilmiş on kişi ve yanlarına olup biten deneyden habersiz bir kişi koyarlar!

Ve hoparlörden diyelim bir bebek ağlaması sesi yükselir ve sorarlar bu bir bebek ağlaması mı yoksa bir şarkı mı, diye!

Anlaşmış on kişi hayır bu ses bebek ağlaması değil, der, on birinciye sıra gelince, bebek ağlamasını işittiği halde!

On kişi yanılamaz her halde der ve on kişinin kararlı şekilde bebek ağlaması işitmediğini duyunca kendini suçlar ya da on kişinin onu da bebek ağlaması değil diyorsa kendisinin sesi yanlış duyduğuna kanaat getirir!

Ve on kişinin söylediğine inanır, o da evet bir şarkıydı, der!

Bir insan nasıl oluyor da kendi duyduğu kendi gördüğü kendi şahit olduğu bir olayda dahi kendi bedenine güvenemiyor?

Tatları sesleri lezzetleri fikirleri vs. kendimiz test etmeli ve kendimiz karar verebilmeliyiz!

Kendimizin baskı ve yönlendirme altında kalmadan test etmesi seçim yapması kişiliğimiz için esastır!

Ne oldu da bu insan kendini köreltti, beynine cip mi takıldı, iradesi ve kararı elinden nasıl alındı?

Yoksa etrafa uymak başkalarıyla aynı görünmek insanın daha köklü bir zafiyeti mi?

Gençken etrafımda ve medyada herkesin ‘güzel’ ‘olağanüstü’ dediği çok şeyden (sinema-roman-sanat eseri-müzik vs.) iğrendiğimi ya da sıkıcı bulduğumu söyleyerek ateşimi ve cinlerimi ve şeytanımı tanıdım!

Şöyle havalı bilim adamları böyle köşeli sanat adamları benim zaman israfı dediğim şeyleri ‘mucize’ ‘dehavari’ sıfatlarla överken ben bu denli şöhretli sanat adamları neden bu kadar aptallar diyordum!

Arkadaş çevremi okudukları ve gördüklerini onlara sunan işte bu otoriteler (bugünlerde sosyal ağlar) yönlendiriyor!

Ben ise şu soruyu soruyorum, ne tat aldım, ne öğrendim, akıcı mı, büyülü mü, etkili mi, bana ne söyledi!

Zoraki sıkıcı sahneler ve çimento tozu gibi cümlelerden yorulduğumu kılıç çekerek ve meydan okuyarak ve nara atarak çok rahat dile getirirdim!

Ama arkadaşlarım her defasında çok sert baskı uygulardı ve beni küçümseyerek ‘anlamak için kendini zorlayacaksın’, ‘anlamamışsın, bir daha oku’ derlerdi!

Yani bizler önüne koyulanı sorgusuz sualsiz yiyen köleleriz daha da ötesi köleliğimizi dahi kendimize biz öğretmeliyiz, otoriteler ‘iyi’ demişse, iyi’dir, sen de iyi demek zorundasın!

Kendi prangamızı kendimiz takalım, koku, lezzet, renk, cümbüş, zihin oyunu, vs. hiç olmadığı halde ben de kalkıp ‘vaayyyy ne mükemmelmiş!’ diye hayranlık çığlığı atayım! İşte o zaman ‘arkadaş çevrende’ kabul görürsün, eserden müzikten sanattan anlamış olursun!

İyi, güzel, dediklerine iyi demedim, kötü ve cahil oldum ve ‘anlamıyorsun’ denilip aşağılandım!

Ve yakından gözlemlediğim çoğu arkadaş ‘anlamıyorsun’ tehdidinin aşağılanmasına maruz kalmamak için ‘anlıyormuş’ gibi davranıp kalabalığa ve araziye uyardı!

Yani şimdi daha önce gastronomi bilgimizin hiç olmadığını varsayalım ve bir kral sofrasında ya da bir dilencinin evinde yemek yiyelim!

Sofradaki muhabbeti, bölüşümü, acıyı, güzeli, lezizi, tatlıyı, inceliği ve merak uyandıran çeşitliliği anlamayacak mıyız?

Her insan acıyı tatlıyı güzeli anlar, işte türkülerimiz ortada, sınıf ayrımı olmadan herkes türkünün büyüsünü fark eder ve melodiyi efsunu fark etmesi için müzik akademisinden mezun olması gerekmez, güzel bütün dillerde coğrafyalarda güzeldir!

‘Anlamıyorsun’ demek insanı aşağılayıp ona kötü bir mal kakalamak!

Her insan bazen yüksek tepelere çıkar ve manzaraya hayran kalır ve sonra evimize döneriz!

Edebiyat sinema şiir sanat da öyle sizi yüksek duygulara çıkartır ama orada fazla kalamayız dünya gerçekliğine vasatlığına geri döneriz, olsun!

O yüksek tepede bir şey kazanmışızdır bizi büyüten genişleten bizi dünyaya sığmaz kılan!

Kabe’yi tavaf edenler de orada yatıya kalmıyor, dönüp durup, sonra evlerine geliyorlar ama içlerinde ilahi bir doygunluk duygusuyla!

Duyguların da frekanslar ses ve manyetik dalgalar gibi kudreti ve boyları görünmez neşter gibi bıçakvari kanatan sızlatan dağlayan yüzleri vardır, hisleriniz renklenir çeşitlenir ve kıvılcımlanır ve sizi daha uzaklara taşır ya da oralardan ruhunuza güzellikler taşır ve farkında olmadan içinizdeki insan hayranlıkla dolup taşar!

Bir insan onu büyüten şeyin ne olduğunu bilmek zorunda, önce bir gelenek içinde doğar ve binlerce yılın adetlerini güzelliklerini tanır ve sonra yine çok kolaydır bu, beş duyu organınız ve hisleriniz ve beyniniz ve kalbiniz güzeli acıyı tatlıyı sarhoş ediciyi büyüleyici olanı vs. bilir ve anlar ve ruhuna çeker!

Ne kadar köpekçe ve kölece bir şey, kulağınıza gözünüze burnunuza dilinize ve parmak uçlarınıza değil başkalarına inanmak!

Düşünün bu ülke 2010’lı yıllarda işgal edildi, tam anlamıyla işgal, Genelkurmay başkanı kelepçelendi ve binlerce subay içeri atıldı ve hukuk ve askeriyesi ve medyası düşman güçler tarafından ele geçirildi!

Ancak bu satırların yazarı dışında hiç kimse ‘işgal’ diyemedi!

Niçin olup biteni gördüğünüzü söylemiyorsunuz, işgal işte!

İşgali göremeyecek kadar insan kimliğinizde beyninizde ne değişti?

Bir memleket düşünün akamedisi medyası yazarları siyasileri resmen işgal edildiği halde ‘işgal’ diyemiyor!

Herhalde yenilik ve değişim kelimeleri o yıllarda çok bolca dile getirildiği için olmalı, hayır bu işgal değil yeni Türkiye mi dediler! Bir orduda üç beş anladıkta 90 bin casus olur mu? Bu yazıyı yüzyıl sonraya kalırsa o güne söylüyorum, bu ülke bir zamanlar işgal edildi ve işgal edildiğini herkes görmezden geldi, tarihlerde ilk defa! Bir ülke topluca işgal edildiğini nasıl anlamaz, herhalde Kurtlar Vadisi izliyordu!

Donanımlı ve sağlıklı eğitimi ve kurumları olan bir ülkede insanın kendi gözlerini kendi kulağını inkar edecek kendi gördüklerine inanmayacak kadar saçmalık olmaz!

Gördüğümüz dokunduğumuz tadlar renkler heyecanlar yalnızlığımızın sıcacık yatağı oluverir!

Tatların renklerin lezzetlerin duyguların yaşanmışlıkların heyecanlarını hiç duymayan insanlar hala bilmişce ne çok konuşuyorlar!

Bakın ben dahil ortalık belagattan geçilmiyor çünkü herkes belagatı çok etkili bir silah görüyor!

Belagatla tahrik edilmeye gaza getirilmeye izleyici bulmaya çok yatkın bir kitle olduğunu var sayıyoruz, bu doğru değil!

İzleyici konuşma içinden sadece ‘bilgi’yi ve ‘çatışma’ noktalarını ya da öz’ünü topluyor! Zehri bir kenara bırakıyor ya da ayıklıyor çünkü izleyicinin de zırhı yani kişiliği var, çöp kovası değil! Ya da konuyla alakasız bir kitleye konuşuyorsunuzdur mesela farelere gastronomi dersi anlatmak gibi!

Biz yazarlar yazıdaki fazlalıklara ‘köpük’ deriz konuşmadaki fazlalıklara ‘salata’!

Her yeşillik de salata değildir ve salatanın da incelikleri vardır!

İzleyici kitlesi ise genellikle konuşma içindeki espiriyi ya da tantanayı ya da yükselen heyecan içinde etkileyici vurucu sesin sebebini önce anlamak için şöyle bir kulak dayar!

Tecrübem şudur, belagat sahipleri henüz izleyicinin seçici bilgeliğini aşabilmiş hiç değil!

Çünkü belagat en kötüyü en zıddını en hainini bulma oyununa ve en doğruyu ben söylüyorum vaazına ve hüküm veren yargıçlığa dönüşmüştür!

Duygularınız sahici değilse sunduğunuz yorum ve bilgiler de karşılığını bulamaz!

Ve unutmayın çoğu zaman kitleler boş zamanlarında deli, hokkabaz ve cambaz seyretmeyi de çok sever!

İnsan doğasında bilinmeyen her yeni şeye karşı bir korku vardır!

O korkuyu aşmadan o insanın derisinden damarlarına kalbine beynine ulaşmanız mümkün değildir ve korku duvarı olmadan insan olmaz!

Benim gençliğimde insanı insan yapan korku duvarını liberal ve İslamcılar özentiyle taklitle bilmişlikle ortadan kaldırmayı başardılar, öyle ki, Ermeni Taşnak Partisi’nden dahi özür dileyecek bildirilere imza atacak kadar en temel insan sorumluluklarını hiçe saydılar, kitleyi tam diyemeyeceğim ama aydınlar üzerinde mutlak hakimiyet kurdular!

Benim gençliğimde bilim ve sanat adına kütüphaneler devirip bir cahil ve CIA ajanı hocanın peşinden demokrasi barış özgürlük pompasıyla sürüklenip helak olan binlerce güya okumuş yazmış insan tanıdım, çöp oluverdi!

Güya farklı güya yeni ve akıllarınca moda şeyler söylüyorlardı!

Tafralarından geçilmiyordu her şeyi de onlar biliyordu!

Her yeni şeye balıklama atlamak ne büyük aptallık!

Bir insan kendi vatani sorumluluklarını ve insanlığı hiç düşünmeden önüne koyulanı bir anda bir çırpıda nasıl ve niye benimser, şöhret makam ödül gibi bir çıkarları olmalı!

İçinde bir zehir bir oyun bir kumpas var mı diye başkasının projesini niye sorgulamaz?

Ve neden önüne koyulan kumpasın askeri oluverir! Ve sonra Irak’ta Amerika’nın yanında ve sonra Suriye’de Haçlı ordularıyla aynı cephede Müslüman kardeşlerini öldürmeyi dahi barış demokrasi özgürlük gazıyla normal bir şeymiş gibi görür!

Muhafazakarlar bu yüzden her yeni’ye temkinle yaklaşır ve devrimcilerden daha az hüsrana uğrar! Bu son süreçlerde hüsrana uğrayanlar gerçek anlamda muhafazakarlar değil devrimci İslamcılardı!

Çünkü gerçek bir muhafazakar henüz kullanılmamış yontulmamış kıyafet ya da siyasetleri ve duygularına henüz oturmamış ve yeni olduğu için (sapkın ya da avangard) peşin peşin red etmez! Yeniye koklanıp tartılması ve test edilmesi için bir kenarda yeşillenip büyümesine şans tanınır!

Cumhuriyet de ‘yeni’dir bakın yobaz kılıklı devrimci İslamcılar onu külliyen ve baştan red eder!

Çünkü Yeni’nin kabul görmesi için zamana ihtiyacı vardır!

1950’li yıllarda şehre yeni gelen muhafazakar Demokrat vekiller sinemayı tiyatroyu ‘gavurlukla’ suçluyordu!

1970’li yıllara geldiğimizde aynı Demokrat Partili vekiller kızlarını bale okullarına gönüllü gönderdiler!

Aradan geçen zaman, yeni’yi sosyal ve siyasi olarak tanımalarına ve kabullenmelerine ve zarar ve fayda ve iyi ve güzel diye tartma değerlendirme imkanı verdi!

Bu yüzden söylediğim çok sivri gibi görünen fikirlere karşı izleyici önce tahammülsüz ve sert ve dışlayıcı tepkiler verir, oralı olmam, zamana bırakırım!

Yazarlığımın bu kadar uzun ömürlü ve etkili olmasında kişisel zevk ve huy ve karakterim ve kararlarımla ilk gençlik yıllarından beri amansızca verdiğim şu kavgaya borçluyum: insan doğasının değişmeyeceği değiştirilemeyeceğine inancım tamdır!

Vatan haini her ülkede her çağda vatan hainidir! Üstüne biber baharat atar sos döker gibi barış özgürlük demokrasi denilerek insanın vatan sevgisini elinden alamazsınız!

Ve henüz üç yaşındaki bir çocuk bile hangi oyunu oynayacağına kendi karar verir!

Henüz üç yaşındaki çocuğa sevmediği bir oyunu oynatamazsınız ama aydınların insan kimliklerini ve haysiyetlerini yeni ve moda ve değişim kelimeleriyle ellerinden almak mümkün!

Zor beğenir olmak kişiliktir ve sürüklenmenin kazıklanmanın aldatılmanın önünü alır ve kendi kulağına ve gözlerine ve kendi kararlarına ve insan doğasına güven inşa eder, bir şeyi benimsemek için kendimize zaman tanımalıyız!

Çevreye ve dünyaya ve sanata katkı sunmak budur, insandan taviz vermemek, çeri çöpü ayıklamak ve tuğlayla kitap arasına palavrayla hakikat arasına kalın duvarlar örmek!

Benim gençliğim ‘değişim’ telkinleri beyin yıkaması ve algı operasyonlarıyla geçti!

Arkadaş çevrem değişeceğiz diye bir kuşak helak oldu!

Sabah akşam değişim pompalandı ve değişim kelimesinin modasından kurtulabilen kaldı mı?

İlkokul dördüncü sınıfta öğretmenimiz sınıfa bir soru sordu, söyleyin bakalım, 2000’li yıllarda dünyamızda uzay bilim teknoloji çok gelişecek, hadi hayal edin söyleyin neler değişecek!

Herkes uçan arabalar olacağından başladı uzaylılarla kurulan temaslarla bitirdi, en sona kaldım ve şöyle dedim:

‘2000 yılında da sabah kalkıp kahvaltı yapacağız, 2000 yılında da gece uyuyacağız ve 2000 yılında da hepimiz muz portakal gibi güzel meyveler yemek isteyeceğiz!’

Bu sözlerim çok pis bir koku bombası gibi sınıfın havasını bozdu bütün sınıf benden iğrendi, aptal, salak, cahil, deli, yemediğim laf kalmadı!

Bütün sınıfın ‘utanç’ duyacağı ne söylemiş olabilirim, insanın değişmeyecek doğasından söz ettim!

Modern çağımızda bir ‘yeni’ bombası var ve buna kimse karşı duramıyor!

Mesela büyüyünce bütün arkadaşlarda bir kalkınma ve yol hastalığı oluştu, yok şu mezraya yol neden yapamadık diye kendilerini aşağılıyorlar, aksini savundum, her ormana her yaylaya her mezraya yol olmak zorunda değil, her dağı portakal patates kabuğu gibi asfalt şerit yolmak zorunda hiç değiliz!

Ama ‘yol’ bir kalkınma hastalığıydı, şüphesiz ülkemiz demir ağlarla örülmeliydi ama fazlası coğrafyayı katletmek! İşte Karadeniz oto yolu onlarca karşı yazılar yazdım ve ülkemizin en güzel doğa parçası yok oldu binlerce minicik koy ortadan kalktı ve dümdüz cetvel gibi Cezayir ve Tunus sahiline dönüverdi ve bu coğrafya kıyımını da aydınlar topluca seyretti, şimdi Uluslararası maden şirketlerinin fütursuz 360 bin ruhsatını seyrettikleri gibi!

İlk gençlik yıllarımda yeniye pek meraklı kendini pek hızlı değiştiren arkadaşlar liberal fikirler edindi ve AB’ye giriyoruz deyip ülkelerinin geri kalmışlığıyla dalga geçmeye başladılar ve Avrupa’dan para akacak diye yazılar dahi yazdılar!

Ve kim AB’ye giriyoruz diyorsa peşine takıldılar ve kim AB’ye giriyoruz diyorsa onun kavramları ve gazıyla ağızlarını ballaya ballaya barış demokrasi özgürlük nutuklarıyla sarhoş oldular ve özentiyle deri ve fikir değiştirdiler!

Ve Ermeni ve Yunan ve PKK düşman olmaktan çıkıverdi! AB’ye girersek düşmanlıklar bitecekti ve yeni düşmanları Türkiye Cumhuriyeti Devleti oluverdi! Türkiye Cumhuriyeti köhneymiş küflüymüş Kuzey Kore’ye benziyormuş özelleştirme şartmış devlet okullarıyla eğitim öğretim olmazmış herkes ilkokullarda üniforma gibi tek renk giymemeliymiş, ve direnen kim varsa ‘faşist, ırkçı’ demeye başladılar!

Neden bu kadar sert ve ani satışa ve gaza gelebildiler!

İnsanın ve toplumların hiç değişmeyecek doğaları hakkında bilgileri olmadığı için!

Oysa annelerini neden bu kadar çok sevdiklerini kendi duygularıyla test edebilirlerdi, dünyada yeni ne oldu da annemizi çok sevmemiz bile faşistlik oluverdi! Kendi milli kararlarımızla inşa ettiğimiz Cumhuriyet’te neler oldu ki artık kendi kararlarımıza varlığımıza tarihimize güvenemez oluverdik ve milli olandan ne oldu da utanmaya başladık!

Yeni ve değişim fikrine tapınan bu liberal arkadaşlar gün gelip mevsimler iklimler de bozulmaya-değişmeye başlayınca korkuya kapıldılar!

İklimlerin değişmesine sebep peşine takıldığımız fikirler olmasın!

Uluslararası şirketlerin ve düşünce kuruluşlarının kafanıza çakıp beyninizi yıkadığı!

İnsan bu kadar değişiyor da iklimlerin değişme hakkı yok mu?

İnsan değişince sıkıntı yok ama iklim değişince neden feryat figan!

Oysa insan değiştiği için iklimler değişiyor!

İnsan doğaya suya havaya insan sorumluluklarına uzaklaştıkça iklim değişiyor!

Evet, iklimler, insan çok değiştiği için değişiyor! Ar, namus, haya, onur, ahlak, gelenek, vatan, bağımsızlık, egemenlik, vs. bölüşüm ve tamah ve iştah ve şehvet ve azgınlık ve kanaatkarlık vb. gibi kavramların enini boyunu ilk hallerini zamanla ne kadar eriyeceklerini ne kadar kaynaşıp zamanla ne kadar kimliklerini kaybedeceklerini hiç düşünmedikleri için!

İşte kendine bilim adamı diyen Celal Şengör uluslararası altın şirketlerini değil köylüleri ve çevrecileri küçümsüyor aşağılıyor, yani, siyanür havuzları havayı zehirlemiyor mu yani siyanür havuzlarının suyu yeraltı sularını zehirlemiyor mu, yani fay hattı üzerinde kurulmuş siyanür havuzu depremlerle felaketlere açık değil mi, ve sen bilim adamısın!

İnsanın kendi kararlarına sorumluluklarına doğasına bağlılığı ne çabuk değişti, ne kolay kullanılıyorlar ve kullanıldılar ve şimdi insan diye posaları kaldı!

Dünya teknolojiden başka yenilik üretemedi!

İnsan bedeni kimliği ihtiyaçları kaygılarıyla değişmesi mümkün olmayan varlıktır!

Onur, kıskançlık, iştah, heves, aşk, fedakarlık, açlık korkusu, güvenlik endişesi, vb. en temel ayarlarını bozmanız mümkün değildir!

Ve bu bozulan parçalar yerine bol miktarda yedek parça (cep telefonu, araba, tv, bomba, uçak) ikamet ederek insanı tatmin edemez tamamlayamazsınız, birkaç satılmış bilim adamı üfürüğüyle de insan sorumluluklarını unutamaz medya ilgisine ve gargaraya devredemez!

İnsana yeni bir organ gibi takılan bu yeni parçaların iradesi kumandası insanın elinde değil!

Bu takılan ‘yeni’ parçalar sizi başka güçlerin parçası uzvu haline getiriyor, Gazze Savaşı içinde Tayyip Erdoğan’ı hangi güç Yunanistan’la Gazze’den gelecek doğal gaz yolu için deniz sahası anlaşmasına gönderdi!

Toplum da öyle, yenilik diye pompalanıyordu, hani AB’ye giriyorduk! AB’ye girme uğruna ülkenin yarısını bölüp PKK’ya veriyorduk! Barış özgürlük demokrasi yeni modamızdı! AB’ye girdiğimizde egemenlik haklarımız elimizden alınıyordu ama olsun egemenlik hakkımız yok ama ‘yeni’ydi barıştı demokrasiydi yani cennete giriyorduk!

Kamu teşebbüsleri yenilik diye satılığa çıkartıldı (peşkeş çekildiler) ve devletin tüm mallarının satılması yenilik kalkınma verimlilik istihdam diye yutturuldu!

Bu modalara milletimiz ne çabuk kanıverdi!

Nobel ödüllü yazarınız başka bir kitaptan intihal-hırsızık yaparken yakalanmıştı ama olsun bu hırsızlık dahi postmodern bir yeni olarak takdim edildi şakşakçıları tarafından!

İnsanın en temel duyguları ve ihtiyaçlarını ihmal ederek dünyaya bir katkı sunamayız!

İnsanı ortadan kaldırmanın adına ‘değişim’ ve ‘yeni’ dediler!

İnsan değişmez!

İslamcıların aç günlerini gayet iyi bilirim, ziyafete yemeğe davetlere savaşa gider gibi yalın kılıç yüksek nabızla koştukları günleri unutamam!

Yemek karşısında yükselen iştaha şehvete ve heyecanlara sahip bu insanların bugün kendi memleketlerini yağma ve talanına hiç şaşırmadım çünkü dillerinde hangi nurlu kelimeler dualar olursa olsun hepsi insan!

Onlar habire iman, inanç, dinimiz, deyip kitleleri peşlerine takarken, ben, dillerindeki iman, inanç, din gibi kelimelerle açlık ve yemek karşısındaki zafiyetleri arasında bir tuhaflık bulur, şöyle derdim:

Ne kadar özenti içinde olsalar da ne kadar başka görünmek isteseler de ne kadar kendilerini ilahi dini kelimeler arkasına saklasalar da, hepsi insan, kontrolsüz iştahları hırsları şehvetleri olan, insan!

Roma’daki Papa da para düşkünü Menzil’deki şeyh de!

Çünkü her ikisi de insan!

Perslerin Yunanlılar’ın Romalılar’ın Osmanlı’nın orduları da insanlardan oluşuyordu, ganimet ve şövalyelik ve kahramanlık ve macera arayan insanlar! Bugün de bin yıl önce de iki bin yıl önce de köyünde 17 yaşına gelmiş bir genci o köyde tutmak mümkün değildir, başka ülkeler başka maceralar başka imkanlar arama tutkusundan alıp başını gitmekten onları kimse alıkoyamadı!

Ve ama hepsi kendi ata binme maharetleri ve kılıç kullanma ustalıklarıyla kendi bilekleriyle savaştı, bugün böyle değil, değişen bu!

Artık imparatorluklar yüksek teknolojik silahlarına askerlerinden daha çok güveniyor!

Eski Pers, Yunan, Roma, Napolyon, Osmanlı vb. savaşlarıyla şimdi İsrail savaşı arasında şöyle bir büyük değişim var! Eskiden savaşçılar cesur ve ölümden korkmazdı ve silahları sadece kılıç ve mızraktı, şimdi, silahları son teknoloji ama İsrail askerleri pısırık ve korkak!

İsrail ordusu savaşın daha ikinci ayında onbinlerce askerini psikiyatri servisine tedaviye aldı çünkü teknoloji yetmiyor!

Teknolojisine güvenen İsrail savaşı sürdürmek istiyor ancak insan olan askeri aynı metalik çelik yapıda hiç değil!

İsrail askeri de eski savaşlar gibi bir istirahat zamanı istiyor, bir soluklanma anı istiyor, bir nefes alınma dinlenmek istiyor ama bombalarına çok güvenen İsrail hükümeti askerine dinlenecek zaman tanımıyor! Herhalde askerini de bomba gibi çelikten bir şey sanıyor!

Ve tarihte ilk defa kahramanlık madalyasını bombaların üstüne takacak bir yenilik ve değişim yaşıyoruz!

Ve tarihte ilk defa bombalar gibi ruhsuz acımasız asker canavarlar görüyoruz, çocukların ölümüne işkence yapıp eğlenen!

İnsan yok, insan dediğin korkak ya da kahraman ya da pısırık ya da cesur olur ama ortada insan yok!

Gerçek şu artık savaş meydanı da yok birbirimizin uzaktan bombalıyoruz!

Hiç görmediğimiz insanları ve ülkelerini bombalıyoruz!

İnsanlık uykuda!

Birçok insan kesintisiz bir uyku uyuduğunun farkına varmaz!

Kitleleri kesintisiz bir uyku içinde olduklarına inandırmak kabul ettirmek zordur!

Çünkü bir ses patırtı olsaydı uykum kesilirdi diye düşünür!

Yoksa derin uyku, kendini düşmana göstermeme, kaçma hali mi?

Bizim derin uyku dediğimiz şeye aydınlar kazasız belasız sığınılacak güvenli liman diyordur!

Hani işgal olduğunu söyleseler düşman onları tespit etmiş olacak aman işgal düşman demeyin düşman onları yakalamasın!

Düşman ve işgal yokmuş gibi davranmak aslında insani bir korku insani bir güvenli liman arayışı, genlerini soyunu türünü sürdürme dürtüsü ama ayakta kalanlar direnenler olacak!

Hiçbir insana sosyal hayatta ve savaşta işkence etme nazice ve canice vahşet imkanı verilmez ama İsrail askeri savaşı fırsat bilip aşağılık narsist ve nazi duygularını savaş alanında ortaya çıkartıyor! Çok güvendikleri metal bombalara benzemeye başlıyorlar! Eski askerler ganimet düşkünüydü bu aşağılıklar işkenceci manyaklıktan zevk alıyorlar! Bu, silahlara, insan olan askerden daha çok güvenmenin sonucu!

İsrail askerleri bombalar gibi korku duvarını aşamadı, aksine korku duvarına çarpıp tir tir titremeye başladılar, demek ki insanmışlar! Korkunun sınırıdır bedenin titremesi! Kitleler de bir gün tir tir titreyip korku duvarını aşar! Ancak İsrail’de ve ülkemizdeki hükümetler bu titremeyi hala orgazm sanıyor, saldırmanın acımasızlığın tecavüzün hazzı ve orgazmı!

İntihar kararını kesin vermiş bir adama iki gün daha yaşama şansı versek kararını verdiği için deliksiz ve kesintisiz bir uykuya dalabilir mi? Gerçek işgali ve düşmanı tanıyabilir görebilir mi, verdiği karar gece boyu işkence gibi beynini mi oyar!

İki gün demek düşünme için zaman demek, iki gün daha düşünün isterim, insan sorumluluklarınızı, korkmayın beyniniz düşünmekle oyulmaz!

Sonucu ne kadar pahalıya mal olursa olsun bedenimizden ve doğamızdan asla vazgeçemeyeceğimizi o iki uzun gün, size anlatacak size içinizdeki insanın derinlikleri ve kudreti ve sabrı ve cesareti hakkında çok kutsal bilgiler verecektir!

Sonucu ne kadar pahalıya mal olursa olsun milli kararlarımızdan asla vaz geçemeyeceğimizi o iki uzun gün size öğretecektir!

Cumhuriyet’ten bağımsızlıktan ve doğamızdaki neşe’den asla vaz geçemeyeceğimizi bize öğretecek iki uzun güne şans tanıyın!

Sanki değiştirecek başka şey bulamadık? Neden eşyaların duyguların varlığını değiştirmek köpekleşmek ruhsuzlaşmak gibi insanı ve tarihi ve evrimi karşınıza alacak kadar delirmişiz! Çok değiştirmek istiyorsanız isimlerini değiştirin eşyaların!

Fatih ismi ne soylu değil mi, ancak yanlış adamlara verilmiş, Fatih Terim, Fatih Altaylı, Fatih Tezcan! Düşünün Roma’da ‘Meryem’ adında bir kadın fahişelik yapıyor!

Bence çocuklarımıza metal, bitki ya da kasaba ya da rakam isimleri vermeliyiz, 4.cadde gibi, düşünün Muhammed adında İslamcı bir adam hırsızlıktan tutuklanmış!

Sosyal ağlar ve internette benim gibi düşünüyor olmalı ki herkes ismini harf ve rakamlarla şifrelemeye (nick) başladı, işte hakiki değişim bu, herkes sorumluluktan saklanıyor herkes korkuyor tırsıyor herkes kamufle olma peşinde ve herkes insan kimliğini hırsını iştahını saldırganlığını ancak gizlenerek ortaya çıkartıp insan duygularını tatmin ediyor, yani şöyle, meydan okuyarak nara atarak insan kimliğini ortaya koyabilenimiz de kalmadı!

Buyrun Hakan Şükür, hem Hakan’ı hem Şükür’ü bu denli ağır kirletilmemiştir!

İyi ki Atatürk ismi verilmesi yasayla yasaklanmış diyeceğim ki bu yasak boşuna işte bazıları bir asalet ünvanı gibi isminin önüne Atatürkçü olduğunu ekliyor, Atatürkçü Uğur Dündar! Sonra şöyle yazıyor gazeteler: Atatürkçü Uğur Dündar Ekmeleddin’e oy verdi! Oysa Atatürkçü payesini koymasaydı kime oy verdiğine kimse karışmazdı!

Geçen gün Tandoğan mitinginde tanıdık birini gördüm, adı Musa, elinde kahrolsun İsrail pankartı taşıyordu!

Aynı Musa arkadaş Suriye’de Müslümanları katleden İşidcileri de onlar Nusra deyip destekliyordu!

Anladığım bugünlerde Musa hem kavmini hem yönünü kaybetmiş!

Türkiye 15 Temmuzda ordusu içinde 90 bin CIA ajanı yakaladığı günlerde yani dağıldığı karargahları basıldığı hazırlıksız o günlerde aniden hiç olmayacak şey Suriye sınırında peşpeşe birkaç harekete katıldı, savaş tarihlerinde bu kadar dağılmış bir ordunun aniden hücuma geçmesi yazılmamıştır, Amerika’nın PYD’ye alan açması için bir pazarlık mı yapıldı, yani Musa’yı ben de hiç anlayabilmiş değilim!

Benim bildiğim kendi kararım!

Herkesin hukuk önünde eşitliği ve toprak bütünlüğümüz ve her insanın yaşam hakkı ve her insanın köyünü yaylasını ülkesini savunma hakkı!

Ne İsa ne Musa ne yenilik ne moda ne algı ne yaygara ne gaz verme ne değişim!

İnsanın değişmeyen bükülmeyen yalpalamayan ladin ağaçları gibi dik duruşuna doğasına hayranım, fikrimi hiç kimse zırnık değiştiremez!

QOSHE - Karar - Nihat Genç
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Karar

103 0
09.01.2024

Nihat Genç yazdı…

İnsan kolay aldanır kolay meyleder fırsatçılığa kolay dalar ve kendini haklı çıkartmak için kendisine dalkavukluk yapar!

İnsan mazeret uydurma bilgesidir!

Oysa insanı tutuşturan ateştir, insana en büyük armağan!

Ateşi olmayan insan zamana direnemez!

İnsan ateşini hissetmeyen yabancı fikirlere çürümeye telkine sürüklenmeye açıktır!

Ateşi olmayan insanın kıvrak zekası kar zarar hesabıdır!

Ateşi olmayan insan piyasa malıdır alınıp satılan ve ateşi olmayan insan kıyafete gösterişe ödüle şatafata düşkündür!

Ateşi olmayan insan özenti içinde taklitçidir!

İçinde bulunduğu çevre grup fare gibi oynar onunla!

Ateş nedir, kendiyle savaşmayana anlatılamaz!

Kişiliğimizin ortaya çıkması kendine ve bedenine güvenle başlar ve düşüncesine sıçrayacak kadar kızgın sinirlerinin şeytani bir yangının ortasında yapayalnız kaldığının farkında olmalıdır!

Şöyle birçok deney yapılmıştır, bir odaya önceden tenbih edilmiş on kişi ve yanlarına olup biten deneyden habersiz bir kişi koyarlar!

Ve hoparlörden diyelim bir bebek ağlaması sesi yükselir ve sorarlar bu bir bebek ağlaması mı yoksa bir şarkı mı, diye!

Anlaşmış on kişi hayır bu ses bebek ağlaması değil, der, on birinciye sıra gelince, bebek ağlamasını işittiği halde!

On kişi yanılamaz her halde der ve on kişinin kararlı şekilde bebek ağlaması işitmediğini duyunca kendini suçlar ya da on kişinin onu da bebek ağlaması değil diyorsa kendisinin sesi yanlış duyduğuna kanaat getirir!

Ve on kişinin söylediğine inanır, o da evet bir şarkıydı, der!

Bir insan nasıl oluyor da kendi duyduğu kendi gördüğü kendi şahit olduğu bir olayda dahi kendi bedenine güvenemiyor?

Tatları sesleri lezzetleri fikirleri vs. kendimiz test etmeli ve kendimiz karar verebilmeliyiz!

Kendimizin baskı ve yönlendirme altında kalmadan test etmesi seçim yapması kişiliğimiz için esastır!

Ne oldu da bu insan kendini köreltti, beynine cip mi takıldı, iradesi ve kararı elinden nasıl alındı?

Yoksa etrafa uymak başkalarıyla aynı görünmek insanın daha köklü bir zafiyeti mi?

Gençken etrafımda ve medyada herkesin ‘güzel’ ‘olağanüstü’ dediği çok şeyden (sinema-roman-sanat eseri-müzik vs.) iğrendiğimi ya da sıkıcı bulduğumu söyleyerek ateşimi ve cinlerimi ve şeytanımı tanıdım!

Şöyle havalı bilim adamları böyle köşeli sanat adamları benim zaman israfı dediğim şeyleri ‘mucize’ ‘dehavari’ sıfatlarla överken ben bu denli şöhretli sanat adamları neden bu kadar aptallar diyordum!

Arkadaş çevremi okudukları ve gördüklerini onlara sunan işte bu otoriteler (bugünlerde sosyal ağlar) yönlendiriyor!

Ben ise şu soruyu soruyorum, ne tat aldım, ne öğrendim, akıcı mı, büyülü mü, etkili mi, bana ne söyledi!

Zoraki sıkıcı sahneler ve çimento tozu gibi cümlelerden yorulduğumu kılıç çekerek ve meydan okuyarak ve nara atarak çok rahat dile getirirdim!

Ama arkadaşlarım her defasında çok sert baskı uygulardı ve beni küçümseyerek ‘anlamak için kendini zorlayacaksın’, ‘anlamamışsın, bir daha oku’ derlerdi!

Yani bizler önüne koyulanı sorgusuz sualsiz yiyen köleleriz daha da ötesi köleliğimizi dahi kendimize biz öğretmeliyiz, otoriteler ‘iyi’ demişse, iyi’dir, sen de iyi demek zorundasın!

Kendi prangamızı kendimiz takalım, koku, lezzet, renk, cümbüş, zihin oyunu, vs. hiç olmadığı halde ben de kalkıp ‘vaayyyy ne mükemmelmiş!’ diye hayranlık çığlığı atayım! İşte o zaman ‘arkadaş çevrende’ kabul görürsün, eserden müzikten sanattan anlamış olursun!

İyi, güzel, dediklerine iyi demedim, kötü ve cahil oldum ve ‘anlamıyorsun’ denilip aşağılandım!

Ve yakından gözlemlediğim çoğu arkadaş ‘anlamıyorsun’ tehdidinin aşağılanmasına maruz kalmamak için ‘anlıyormuş’ gibi davranıp kalabalığa ve araziye uyardı!

Yani şimdi daha önce gastronomi bilgimizin hiç olmadığını varsayalım ve bir kral sofrasında ya da bir dilencinin evinde yemek yiyelim!

Sofradaki muhabbeti, bölüşümü, acıyı, güzeli, lezizi, tatlıyı, inceliği ve merak uyandıran çeşitliliği anlamayacak mıyız?

Her insan acıyı tatlıyı güzeli anlar, işte türkülerimiz ortada, sınıf ayrımı olmadan herkes türkünün büyüsünü fark eder ve melodiyi efsunu fark etmesi için müzik akademisinden mezun olması gerekmez, güzel bütün dillerde coğrafyalarda güzeldir!

‘Anlamıyorsun’ demek insanı aşağılayıp ona kötü bir mal kakalamak!

Her insan bazen yüksek tepelere çıkar ve manzaraya hayran kalır ve sonra evimize döneriz!

Edebiyat sinema şiir sanat da öyle sizi yüksek duygulara çıkartır ama orada fazla kalamayız dünya gerçekliğine vasatlığına geri döneriz, olsun!

O yüksek tepede bir şey kazanmışızdır bizi büyüten genişleten bizi dünyaya sığmaz kılan!

Kabe’yi tavaf edenler de orada yatıya kalmıyor, dönüp durup, sonra evlerine geliyorlar ama içlerinde ilahi bir doygunluk duygusuyla!

Duyguların da frekanslar ses ve manyetik dalgalar gibi kudreti ve boyları görünmez neşter gibi bıçakvari kanatan sızlatan dağlayan yüzleri vardır, hisleriniz renklenir çeşitlenir ve kıvılcımlanır ve sizi daha uzaklara taşır ya da oralardan ruhunuza güzellikler taşır ve farkında olmadan içinizdeki insan hayranlıkla dolup taşar!

Bir insan onu büyüten şeyin ne olduğunu bilmek zorunda, önce bir gelenek içinde doğar ve binlerce yılın adetlerini güzelliklerini tanır ve sonra yine çok kolaydır bu, beş duyu organınız ve hisleriniz ve beyniniz ve kalbiniz güzeli acıyı tatlıyı sarhoş ediciyi büyüleyici olanı vs. bilir ve anlar ve ruhuna çeker!

Ne kadar köpekçe ve kölece bir şey, kulağınıza gözünüze burnunuza dilinize ve parmak uçlarınıza değil başkalarına inanmak!

Düşünün bu ülke 2010’lı yıllarda işgal edildi, tam anlamıyla işgal, Genelkurmay başkanı kelepçelendi ve binlerce subay içeri atıldı ve hukuk ve askeriyesi ve medyası düşman güçler tarafından ele geçirildi!

Ancak bu satırların yazarı dışında hiç kimse ‘işgal’ diyemedi!

Niçin olup biteni gördüğünüzü söylemiyorsunuz, işgal işte!

İşgali göremeyecek kadar insan kimliğinizde beyninizde ne değişti?

Bir memleket düşünün akamedisi medyası yazarları siyasileri resmen işgal edildiği halde ‘işgal’ diyemiyor!

Herhalde yenilik ve değişim kelimeleri o yıllarda çok bolca dile getirildiği için olmalı, hayır bu işgal değil yeni Türkiye mi dediler! Bir orduda üç beş anladıkta 90 bin casus olur mu? Bu yazıyı yüzyıl sonraya kalırsa o güne söylüyorum, bu ülke bir zamanlar işgal edildi ve işgal edildiğini herkes görmezden geldi, tarihlerde ilk defa! Bir ülke topluca işgal edildiğini nasıl anlamaz, herhalde Kurtlar Vadisi izliyordu!

Donanımlı ve sağlıklı eğitimi ve kurumları olan bir ülkede insanın kendi gözlerini kendi kulağını inkar edecek kendi gördüklerine inanmayacak kadar saçmalık olmaz!

Gördüğümüz dokunduğumuz tadlar renkler heyecanlar yalnızlığımızın sıcacık yatağı oluverir!

Tatların renklerin lezzetlerin duyguların yaşanmışlıkların heyecanlarını hiç duymayan insanlar hala bilmişce ne çok konuşuyorlar!

Bakın ben dahil ortalık belagattan geçilmiyor çünkü herkes belagatı çok etkili bir silah görüyor!

Belagatla tahrik edilmeye gaza getirilmeye izleyici bulmaya çok yatkın bir kitle olduğunu var sayıyoruz, bu doğru değil!

İzleyici konuşma içinden sadece ‘bilgi’yi ve ‘çatışma’ noktalarını ya da öz’ünü topluyor! Zehri bir kenara bırakıyor ya da ayıklıyor çünkü izleyicinin de zırhı yani kişiliği var, çöp kovası değil! Ya da konuyla alakasız bir kitleye konuşuyorsunuzdur mesela farelere gastronomi dersi anlatmak gibi!

Biz yazarlar yazıdaki fazlalıklara ‘köpük’ deriz konuşmadaki fazlalıklara ‘salata’!

Her yeşillik de salata değildir ve salatanın da incelikleri vardır!

İzleyici kitlesi ise genellikle konuşma içindeki espiriyi ya da tantanayı ya da yükselen heyecan içinde etkileyici vurucu sesin sebebini önce anlamak için şöyle bir kulak dayar!

Tecrübem şudur, belagat sahipleri henüz izleyicinin seçici bilgeliğini aşabilmiş hiç değil!

Çünkü belagat en kötüyü en zıddını en hainini bulma oyununa ve en doğruyu ben söylüyorum vaazına ve hüküm veren yargıçlığa dönüşmüştür!

Duygularınız sahici değilse sunduğunuz yorum ve bilgiler de karşılığını bulamaz!

Ve unutmayın çoğu zaman kitleler boş zamanlarında deli, hokkabaz ve cambaz seyretmeyi de çok sever!

İnsan doğasında bilinmeyen her yeni şeye karşı bir korku vardır!

O korkuyu aşmadan o insanın derisinden damarlarına kalbine beynine ulaşmanız mümkün değildir ve korku duvarı olmadan insan olmaz!

Benim gençliğimde insanı insan yapan korku duvarını liberal ve İslamcılar özentiyle taklitle bilmişlikle ortadan kaldırmayı başardılar, öyle ki, Ermeni Taşnak Partisi’nden dahi özür........

© Veryansın TV


Get it on Google Play