Öyle insanlar ve eserleri var ki, onlara nasıl yaklaşacağınızı, nasıl tanımlayacağınızı saptamakta güçlük çekiyorsunuz. Güçlük çekiyorsunuz çünkü ortaya çok müstesna, şahsına münhasır eserler koyuyorlar.

Kastettiğimiz anlamda eserler veren isimlerden biri, 2004 yılının Şubat ayında aramızdan ayrılan Suha Arın... Kendisinin yakından tanımayanlar bile, şayet 40’lı yaşlardaysalar ve çocuklukları TRT izleyerek geçmişse, en az birkaç Suha Arın belgeselini muhakkak izlemişlerdir.

Mesela ben Suha Arın ile ilk kez 9-10 yaşlarında tanıştım. Amerikan filmlerinden alışkın olduğumuz bir görüntü kalitesini belgesel filmlerine taşımıştı Arın. Onda ilk fark ettiğim bu kaliteydi. Çocuk muhayyilesiyle bile izlediğim şeylerin, müziğiyle, planlarıyla, seslendirmesiyle diğerlerine benzemeyen yapıtlar olduğunu anlamış, gördüklerimi hafızama kazımıştım.
**
Yıllar sonra o belgeselleri yeniden izledim elbette. Hem de bazılarını tekrar tekrar. Her izleyişimde de yepyeni şeyler öğrendim.
Hatta izledikçe, “kültürümüze dair ne kadar az şey biliyormuşum” demekten alamadım kendimi.
Suha Arın, öğrenim gördüğü Birleşik Devletler’ de, yüksel maaşları, Amerikan vatandaşlığını, konforlu bir hayatı reddederek ülkesine dönmeyi, ülkesine hizmet etmeyi tercih etmiş bir Türkiye sevdalısı…
O, “kan, ter ve gözyaşı” ile yapıldığını söylediği belgeselleriyle halkın canlı tarihini belgelemeye çalıştı en verimli dönemlerinde. Mimari eserlerin izini sürdü, terkedilmiş meskenlerin kaydını tuttu, unutulmuş adetleri gün yüzüne çıkardı. Gelenekleri, yaşayışı, inançları, kavgası ve giyim kuşamı ile Anadolu insanını ve onun gerçeğini kayıt altına almaya çalıştı gücü yettiğince. Bu “gerçeği” sanatsal kaygı ve bilimsel yöntemler arasında denge kurarak, evrensel bir estetik ölçüsüyle anlattı.
**
Bu o kadar kıymetli bir şey ki… Mesela 70’li yıllarda Çelik Gürsoy’un önerisiyle Safranbolu’ya gider belgesel hazırlamak için. Kendi deyimiyle, “işgal güçlerinden kaçmışçasına”, duvar resimleriyle, örümcek bağlamış kilitleriyle terkedilmiş bir Safranbolu’yla karşılaşır. Yüzlerce yıllık yapılarıyla Safranbolu kaderine terkedilmiştir. Bakımsızdır. Sahipsizdir. Kimsesizdir. Harabedir.

Arın o harabelerin içinde, geçmiş zamanın hayaletlerini, ayak seslerini, yıllanmış “ahşabın mis gibi kokusunu” duyar. Duyduğu bu şeyi olduğu gibi belgesele yansıtmak ister.
Ortaya bir ağıt hüznüyle akan “Safranbolu’da Zaman” belgeseli çıkar. Belgesel kamuoyunda “kültürel ve doğal çevrenin korunması” bilincinin oluşmasına büyük katkı sağlar.
Belgeselin ardından 1977 yılında Kültür Bakanlığı tarafından “tarihi sit” alanı ilan edilerek korumaya alınır Safranbolu. Belgeselle dünya kamuoyunun dikkatini çeken Safranbolu mimarisi, 1995 yılında UNESCO tarafından “Dünya Mirası Listesi”ne eklenir ve böylece, yalnız bizim değil “tüm insanlığın ortak malı” olarak da tescil edilmiş olur.
**
Suha Arın’ın “Dünya Durdukça” belgeselleri hem sinematografi hem de içerik açısından ayrı bir öneme sahiptir. Mimar Sinan’ı, onun zengin eser çeşitliliğini anlattığı altı bölümlük bu seri, mimarlık öğrencileri için zengin bir kaynak niteliğinde. Arın, çekimleri 30 şehir ve ülkeye yayılan, bir buçuk yıl süren bu belgesellerle büyük Sinan’ı hem bizlere hem de dünyaya tanıttı.
Çok farklı içeriklerde belgesellere imza atan Arın’ın eserleri o kadar kıymeti ki, bugün restorasyon çalışmalarında mimarlar tarafından kılavuz olarak kullanılıyor.
Arın “Ağacın Türküsü” ve on iki bölümlük “Eski Evler ve Ustalar” adlı belgesellerle yüzlerce yıldır ayakta duran Türk evini, mimari özellikleri ve son ustalarıyla gün ışığına çıkardı. Bir geleneğin son temsilcisi olan 70’lik ustalarla, zamana meydan okuyan geleneksel mimari usulleri ilk ve son kez, bu belgesellerle dile getirildi.
**
Bugünden bakıldığında Suha Arın’ın büyük maddi yükler altına girerek, destek görmeden, “kan, ter ve gözyaşı” ile gerçekleştirdiği büyük işlerin ne kadar önemli ve kıymetli olduğu daha iyi anlaşılıyor. Adeta bir kültür bekçisi gibi, Anadolu’nun taşını, toprağını, insanını, meskenini muhafaza etmeye çalışan bu dahi yönetmenin geride bıraktığı büyük boşluk dolmuş değil.
İnsanın yaşadığı toprağı, kültürü sevmesinin sözlerle, sloganlarla olmayacağına, olamayacağına inanıyorum! Yaşadığın toprağı, kültürü sevmek, onu muhafaza etmek için gayret sarf etmekle olabilir ancak.
Çok zengin bir kültür üzerinde yaşıyor olmamıza rağmen o cânım kültürün mekandan ve hafızalardan silinmesini kayıtsızlıkla izliyor gibiyiz.
Anadolu’nun masalları, tarihi, mimarisi, türküleri, manileri, deyişleri, sözcükleri ve insan gerçeği dağ başında boşa akan çeşmeler kadar sahipsiz! Onları derleyip toplayacak, ayıklayacak, kayıt altına alacak, gelecek kuşaklara aktaracak Suha Arın gibi heyecan dolu gönüllüler, “sevdalılar” lazım.

QOSHE - Anadolu Kültürüne Adanmış Bir Hayat - Ali Osman Aydın
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Anadolu Kültürüne Adanmış Bir Hayat

6 0
16.02.2024

Öyle insanlar ve eserleri var ki, onlara nasıl yaklaşacağınızı, nasıl tanımlayacağınızı saptamakta güçlük çekiyorsunuz. Güçlük çekiyorsunuz çünkü ortaya çok müstesna, şahsına münhasır eserler koyuyorlar.

Kastettiğimiz anlamda eserler veren isimlerden biri, 2004 yılının Şubat ayında aramızdan ayrılan Suha Arın... Kendisinin yakından tanımayanlar bile, şayet 40’lı yaşlardaysalar ve çocuklukları TRT izleyerek geçmişse, en az birkaç Suha Arın belgeselini muhakkak izlemişlerdir.

Mesela ben Suha Arın ile ilk kez 9-10 yaşlarında tanıştım. Amerikan filmlerinden alışkın olduğumuz bir görüntü kalitesini belgesel filmlerine taşımıştı Arın. Onda ilk fark ettiğim bu kaliteydi. Çocuk muhayyilesiyle bile izlediğim şeylerin, müziğiyle, planlarıyla, seslendirmesiyle diğerlerine benzemeyen yapıtlar olduğunu anlamış, gördüklerimi hafızama kazımıştım.
**
Yıllar sonra o belgeselleri yeniden izledim elbette. Hem de bazılarını tekrar tekrar. Her izleyişimde de yepyeni şeyler öğrendim.
Hatta izledikçe, “kültürümüze dair ne kadar az şey biliyormuşum” demekten alamadım kendimi.
Suha Arın, öğrenim gördüğü Birleşik Devletler’ de, yüksel maaşları, Amerikan vatandaşlığını, konforlu bir hayatı reddederek ülkesine dönmeyi, ülkesine hizmet etmeyi tercih etmiş bir Türkiye sevdalısı…
O, “kan, ter ve gözyaşı” ile yapıldığını söylediği belgeselleriyle halkın canlı tarihini belgelemeye çalıştı en verimli dönemlerinde. Mimari eserlerin izini sürdü, terkedilmiş meskenlerin kaydını tuttu, unutulmuş adetleri gün yüzüne çıkardı. Gelenekleri, yaşayışı, inançları, kavgası ve giyim kuşamı ile Anadolu........

© Yeni Akit


Get it on Google Play