İran ve İsrail, karşılıklı restleşerek birbirlerine meydan okusalar da her iki taraf birbirine karşı temkinli hareket ettikleri açık ve net olarak görülmektedir.

Etkili olmayan saldırılar ve misillemelerle aslında her iki tarafın birbirine peşrev çektiği anlaşılmaktadır.

Çünkü hem İran hem de İsrail, hallaç pamuğu gibi atılacak ülkeler değillerdir ve aralarında sır olan ilişkilerin varlığı söz konusudur.

ABD, İsrail’i 14 Mayıs 1948 tarihindeki kuruluşundan 11 dakika sonra tanıyan ilk ülkedir. İran’da gerçekleşen Şah ve Batı karşıtı İslam Devrimi sonrası süreçte ise ABD-İsrail ilişkileri, “stratejik ittifak” düzeyine ulaşmıştır. Bu nedenle İsrail’in güvenliği ABD ve onun müttefiki ülkeler için ayrı bir önem arz etmektedir.

Ancak, ABD için de Şii İran’ın farklı bir önemi var. Çünkü Sünni İslam coğrafyasını İran üzerinden dengelediği gibi gelecekte bölgede bir ‘Sünni-Şii Savaşı’ için İran’a ihtiyaç olduğu görüşündedir.

İran’ın bölgedeki Sünni ağırlıklı ülkelerdeki Şii unsurları örgütleyerek bölgede güç olması, kendine yeni alanlar açma adına yayılmacı politikalarına engel olmadığı görünen ve bilinen bir gerçektir.

Yani ABD, İran’ın kendisi ve İsrail için tehdit olmadan kontrollü bir güç olarak Sünni İslam’a karşı güçlenmesinden rahatsız değildir, bilakis memnundur.

Bugün, İran’ın Irak, Suriye, Lübnan’ı içine alan ‘Şii Hilali projesi’ ile Yemen, Umman, Bahreyn ve diğer ülkelerde silahlı örgütler oluşturarak bölgeyi kendine domine etme girişimlerini göz artı etmesi gizli desteğin en bariz örneğidir.

İran ise kendisinin İslam coğrafyasında örgütlenip İslam dünyasına liderlik edecek bir bölge gücü olmasına engel olunmadığı sürece ABD ve İsrail ile karşı karşıya gelmemekte kararlı oluşu bu sebeptendir.

İsrail ise ABD’nin İran politikasına kısmen katılmakla birlikte ‘Güçlü bir İran’ı kendisi için gizli bir tehdit olarak görmektedir. Bu nedenle İsrail, İran’ın yok olmasını değil, kendi bölgesel çıkarları ve güvenliği acısından İran’ın bir nükleer güce ulaşmadan ‘tehdit’ olmaktan çıkarılmasının şart olduğu görüşünde ise ısrarlı.

İran’ın İsrail’e büyük bir zayiata sebep olmadan misillemede bulunması yine İsrail’in de İran’a saldırılarında temkinli hareket etmesinin de asıl sebebi bu denge politikalarının bir sonucudur.

*

ABD, İran ile İsrail arasında restleşmeler ve tehditlere varan sert sert söylemlere rağmen tarafların birbirini idare ederek kontrollü bir şekilde tarafların bölgede güçlendikleri ise bir diğer gerçektir.

Hamas’ın 7 Ekim öncesindeki siyasi, ekonomik ve askeri gücüne tekrar dönebileceğini düşünmek çok zor.

Hamas’ın ayakta kalıp kalmayacağından ziyade nasıl ve hangi güçle ayakta kalacağı ve yeteneklerini yeniden inşa edip edemeyeceği sorusuna şu an cevap vermek maalesef mümkün değil.

İran’ın bölgedeki yayılmacı stratejisini gerçekleştirmek suretiyle dünya İslam liderliği yolunda en önemli argümanı olan ‘Filistin davası’ kartını kaybetmek üzere olsa da her an başlayacağı beklenen İsrail’in saldırıları eğer, iddia edildiği gibi hükleer ve enerji kaynakları ile stratejik öneme sahip askeri merkezlere büyük zayiat vermez ise İran, ABD ve İsrail’in kontrolünde bölgesel güç ve İslam ülkeleri liderliği yolunda ilerleyişini sürdürecek.

Bu durumda ABD, İsrail’in güvenliğini sağlayarak kendi çıkarlarını ve bölge üzerindeki sömürü politikalarına hız vermiş olacak.

İsrail’e gelince;

‘Gazze Kasabı’ Binyamin Netanyahu’nun söz verdiği gibi Gazze’de ‘mutlak bir zafer’ elde edemedi. 7 Ekim saldırısı sonrası İsrail ordusunun Hamas’ı ortadan kaldıracağı şeklindeki o meşhur iddia gerçekleşmedi ve Hamas’ı yok edemedi.

Ancak şu bir gerçek, Hamas’ın Gazze’de yenilgiye uğratılması, İran’ın bölgedeki nüfuzunun azalmaya başlaması ve bölge ülkelerindeki uzantıları olan vekillerinin zayıflaması, İsrail ve müttefikleri için bir zafer değil ancak bir başarıdır.

Gazze’de devam ettirilen büyük yıkım ve soykırıma varan toplu katliamlarla uluslararası toplumdan dışlanmaya başlayan Netanyahu’nun İran’ın İsrail’e misillemede bulunmasıyla yeniden destek bulmaya başlaması ayrıca önemli bir kazanımdır.

İran’dan intikam almaya hazırlanan Netanyahu’nun asıl hedefi, Gazzeli Filistinlilerin son sığındığı olan Refah şehrine yönelik saldırı planını hayata geçirmek olacak.

Böylece kaybeden Filistin olacak kazanan ise ABD, İsrail ve kısmen de İran olacak.

QOSHE - Ortadoğu’da ABD, İsrail ile İran’ın gizemli ilişkileri - Mehmet Koçak
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Ortadoğu’da ABD, İsrail ile İran’ın gizemli ilişkileri

13 9
20.04.2024

İran ve İsrail, karşılıklı restleşerek birbirlerine meydan okusalar da her iki taraf birbirine karşı temkinli hareket ettikleri açık ve net olarak görülmektedir.

Etkili olmayan saldırılar ve misillemelerle aslında her iki tarafın birbirine peşrev çektiği anlaşılmaktadır.

Çünkü hem İran hem de İsrail, hallaç pamuğu gibi atılacak ülkeler değillerdir ve aralarında sır olan ilişkilerin varlığı söz konusudur.

ABD, İsrail’i 14 Mayıs 1948 tarihindeki kuruluşundan 11 dakika sonra tanıyan ilk ülkedir. İran’da gerçekleşen Şah ve Batı karşıtı İslam Devrimi sonrası süreçte ise ABD-İsrail ilişkileri, “stratejik ittifak” düzeyine ulaşmıştır. Bu nedenle İsrail’in güvenliği ABD ve onun müttefiki ülkeler için ayrı bir önem arz etmektedir.

Ancak, ABD için de Şii İran’ın farklı bir önemi var. Çünkü Sünni İslam coğrafyasını İran üzerinden dengelediği gibi gelecekte bölgede bir ‘Sünni-Şii Savaşı’ için İran’a ihtiyaç olduğu görüşündedir.

İran’ın bölgedeki Sünni ağırlıklı ülkelerdeki Şii unsurları örgütleyerek bölgede güç olması, kendine yeni alanlar açma adına yayılmacı politikalarına engel olmadığı görünen ve bilinen bir gerçektir.

Yani ABD, İran’ın kendisi ve İsrail için tehdit olmadan kontrollü bir güç olarak Sünni İslam’a karşı güçlenmesinden rahatsız değildir, bilakis memnundur.

Bugün, İran’ın Irak, Suriye, Lübnan’ı içine alan ‘Şii Hilali projesi’ ile Yemen, Umman, Bahreyn ve diğer ülkelerde........

© Yeni Akit


Get it on Google Play