Yedi güzel adamdan biriydi Sezai Karakoç. O ki; direnişini, diriliş ruhuyla hep canlı ve diri tutandı. 1933 yılında Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde dünyaya gelen Üstâd Sezai Karakoç mütevazı bir hayat yaşadı. Yalnızdı, ıssızdı…

Herkesin dışında kalmayı tercih ediyor ve perdelerin ardında bir yaşam sürüyordu. Ancak bu ıssız adam gün gelecek öyle büyük bir tesir oluşturacaktı ki; kuşakları etkileyen güçlü bir kaleme dönüşecekti.

Hayatın ağır yükünü hiç sızlanmadan taşıyordu ve dışardan bakıldığında evine ekmek götürmekten başka bir derdi yokmuş gibi görünen adamın, devasa bir düşünce mirası ve ordusu vardı! Fikriyat adamı idi.

Sezai ağabey yüzünü az gösteriyor izini ise; köklü ve derin bırakıyordu. Kimseler bilmiyordu tabii; O’nun, diriliş okyanusuna dökülen bir ırmak olduğunu...

Yıkımların ardından ortaya çıkan enkazın içinde açmıştı gözlerini dünyaya… Daha yolun çok başındayken şahit olduğu ve olacağı yıkılışlar, O’nu diriliş önderi olmaya zorlayacaktı. İttihadı İslam’ın neferi olan derin bir şahsiyetti.

Daha çocuk yaştayken ailecek Ergani’den Piran’a göç etmek zorunda kaldılar ve kamyonla eziyet dolu bir yolculuğa çıktılar. Bu zorlu göç esnasında hayatı boyunca hiç unutamayacağı bir olaya şahit olacaktı küçük Sezai.

Bir ağacın altında kendi hallerinde duran iki çocuk, medrese dönüşü, mahalli bir başlık olan, molla takkesi ile dolaşıyordu. Jandarma tarafından tutulup yakalandılar ve Jandarma elindeki bıçakla çocukların bin yıldır nesilden, nesille süregelen sarıklarını acımasızca kesip parçaladı. Jandarma bu iki çocuğu çok kötü azarlayıp kovmuştu.

Bu olayın ardından masum bir başlığın bu kadar tehdit haline getirilmesini kabullenemeyen küçük Sezai’nin içinde fırtınalar kopmuş, bir ruhun ve diriliş tohumlarının serpilip yeşermesine vesile olmuştu.

Tüm bu olumsuz şartlara, soğuk ve uzun geçen kış akşamlarına rağmen bazı vakitler vardı ki O’nun için bir nimetti. O vakitlerde babasının güzel ve naif sesiyle okuduğu Siyer-i Nebi, Muhammediye, Battal Gazi kitapları Çocuk Sezai’ye ilaç gibi geliyor; bedeni aç, soğuk ve yorgun olsa da ruhu doyuyordu bu sayede.

Daha 4 yaşında kendi çaba ve gayretiyle okuma-yazma öğrenmişti. Daha çocukluk yıllarında Arapça ve Farsça kitaplara büyük ilgi duymuştu Sezai Karakoç. Kitap okumaktan vazgeçmeyen kitaptan daha önemli bir önceliği olmayan nadide bir gençlik dönemi geçirdi.

Daha Lise yıllarında öğretmeni ile arasında geçen bir diyalog içinde diriliş ruhunun bir fidan gibi nasıl boy verdiğine en güzel örnektir aslında.

Öğretmen: “Yollar yapılmalı, kalkınma sağlanmalı!” derken delikanlı Sezai söze girip: “Hocam sizin bu teklifiniz meseleyi halletmez. Yol yapacağız tamam ama bu yollardan kimler geçecek! Hangi tip insan? İşte biz bunu konuşuyoruz. Önce insan problemini halletmemiz gerekiyor” diyerek adeta idealist tavrının ilk sinyallerini vermişti.

Üniversitede Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne giderken Necip Fazıl’la kesişti yolları. Üstâdla çokça vakit geçirdiği ve haşir neşir olduğu o dönemde birilerin ondan çoktan haberi olmuş ve dışlamıştı:

“Sen vatan hainisin, seni geç anladım” diyen okul müdürüne üstadın cevabı:

“Eğer geç anlamış olsaydınız bir beis yoktu, fakat bu konuşmanızdan beni hiç anlamadığınızı anlıyorum” diye şahane bir cevap vermişti delikanlı Sezai.

Büyük Doğu’nun cengâver bir takipçisiydi artık. Tıpkı Necip Fazıl’la olduğu gibi Cemal Süreyya ile de yakın bir dostluk kurmuştu. Gerektiğinde cebindeki üç kuruşu; çoğu zaman yoksulluğunu ve dizelerini paylaştığı öyle özel ve öyle istisna bir dostluktu onların ki.

Gençlik döneminde Diriliş Dergisi’nin Başyazarı olan Sezai ağabey dönemin şartlarından ötürü dergiden partiye dönüşecek diriliş hareketini üç temel esas üzerine oturtmuştu. Hakikat, adalet ve fazilet...

Dirilişin sözcüsü olmayı, görünür olmaktan daha çok benimsemiş ve yıllar yılı hiçbir mecra da görünmemişti. Yalnız, yaşadığı İslam Coğrafyasını değil; tüm dünyanın sorunlarını kendine dert edinen, kalbindeki aşkın altına kalemiyle mührünü vurmuş, bir üstâdtı Sezai Karakoç.

Tek sermayesi, düşünür fikirleri ve derin dünyası olan İslam aşkıydı. Cebinde beş kuruşu yokken ortaya koyduğu eserler ve cihana duyulan namı, aşkına en büyük kanıttı.

İşler yolunda gitmediğinde kazanmanın sadece parayla olmadığını, bu uğurda her şey mübah anlayışına gidilmeyeceğini şu teslimiyet dolu veciz sözlerinden anlıyoruz:

“Nasibimize düşen budur hep: gitmek, gitmek, sonra çarelerin tükendiği yerde durmak. Ve sonra, sanki hiç doğulmayacakmış gibi umutsuz ve karanlık devrelerden geçip Allah’ın bize nasip ettiği bir gün yeniden başlamak.”

Cemal Süreyya’nın tarifiyle; “Sıkışmış, sıkıştırılmış bir deha...” idi. Çağlar ötesine uzanacak eserler bıraktı. Devletin, önünde ceketini iliklediği bir düşünür, fikir adamı şahsına münhasır, erdemli bir insandı.

Sezai Karakoç üstadımızın ruhuna; El Fatiha. Vesselam.

QOSHE - Sezai Karakoç anısına, bir kalemi kelam olsun - Sabri Şahsuvar
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Sezai Karakoç anısına, bir kalemi kelam olsun

4 1
28.11.2023

Yedi güzel adamdan biriydi Sezai Karakoç. O ki; direnişini, diriliş ruhuyla hep canlı ve diri tutandı. 1933 yılında Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde dünyaya gelen Üstâd Sezai Karakoç mütevazı bir hayat yaşadı. Yalnızdı, ıssızdı…

Herkesin dışında kalmayı tercih ediyor ve perdelerin ardında bir yaşam sürüyordu. Ancak bu ıssız adam gün gelecek öyle büyük bir tesir oluşturacaktı ki; kuşakları etkileyen güçlü bir kaleme dönüşecekti.

Hayatın ağır yükünü hiç sızlanmadan taşıyordu ve dışardan bakıldığında evine ekmek götürmekten başka bir derdi yokmuş gibi görünen adamın, devasa bir düşünce mirası ve ordusu vardı! Fikriyat adamı idi.

Sezai ağabey yüzünü az gösteriyor izini ise; köklü ve derin bırakıyordu. Kimseler bilmiyordu tabii; O’nun, diriliş okyanusuna dökülen bir ırmak olduğunu...

Yıkımların ardından ortaya çıkan enkazın içinde açmıştı gözlerini dünyaya… Daha yolun çok başındayken şahit olduğu ve olacağı yıkılışlar, O’nu diriliş önderi olmaya zorlayacaktı. İttihadı İslam’ın neferi olan derin bir şahsiyetti.

Daha çocuk yaştayken ailecek Ergani’den Piran’a göç etmek zorunda kaldılar ve kamyonla eziyet dolu bir yolculuğa çıktılar. Bu zorlu göç esnasında hayatı boyunca hiç unutamayacağı bir olaya şahit olacaktı küçük Sezai.

Bir ağacın altında kendi hallerinde duran iki çocuk, medrese dönüşü, mahalli bir başlık olan, molla takkesi ile dolaşıyordu. Jandarma tarafından tutulup yakalandılar ve Jandarma elindeki bıçakla çocukların bin yıldır nesilden, nesille süregelen sarıklarını acımasızca kesip parçaladı. Jandarma bu iki çocuğu çok kötü azarlayıp kovmuştu.

Bu olayın ardından........

© Yeni Akit


Get it on Google Play