Geçen haftaki yazımın devamını yazarken son yaşadığımız olaylarla ilgili bizim entelektüelimiz Yusuf Kaplan hocamızın şu cümleleri, makalemde vurguladığım ve başlığa koyduğum konuyla da irtibatlı olunca yazıma hocamızın cümleleriyle başlayayım.

“İki asırdır süren bürokratik vesayet rejimi ile ülke emperyalistlere peşkeş çekiliyor. Türkiye’de ipleri ellerinde tutan gerçek iktidar, siyasi iktidar değil. Bütün kurumları kontrol eden devşirmelerin elinde olan bürokratik vesayetin gizli iktidarıdır.”

Mehmet Akif’i tehlikeli gören devlet de bizim devletimiz olmaz; olmamalı.

Mehmet Akif Bey, Millî Mücadele yıllarında sadece bir şair değil, aynı zamanda bir Mebus (milletvekili) olarak da aktif bir rol oynuyordu. İstiklal Marşı’nın şairi olarak büyük bir vecd ve coşku ile milletin hislerini ifade ediyordu. İlk olarak Sebilürreşat’ta neşredilen İstiklal Marşı, milletin bağımsızlık mücadelesinde bir sembol haline gelmiş, çıkarılan isyanların bastırılmasında da etkin bir rol oynamıştı. Belgeler; Mehmet Akif Bey’in milli mücadeledeki önemini, cihat ruhunu topluma aşılayarak insanları birleştirmesini, vatan savunmasına teşvik etmesini göstermektedir.

O zor günlerde insanımız; hangi yönde yer alacaklarına dair kararlarını, o anki duruma göre belirliyorlardı. Mehmet Akif de Millî Mücadele döneminde bu tavrı benimsemiş bir şahsiyeti. İstanbul’da hükümet, halife, padişah ve saltanat mevcutken; Ankara’da ise yeni bir Meclis toplanmıştı. İstanbul’daki Meclis tatil edilmiş, ancak Ankara’da toplanan yeni Meclis, gerçekten de cihat için savaşacak bir meclis mi, yoksa İttihatçıların yeni bir oyunu mu, bunu anlamak önemliydi.

Mehmet Akif, İstanbul’dan Sebilürreşat ile birlikte Ankara’ya giderek bu meclisin gerçek bir cihat için savaş yapacak bir meclis olmadığını görmüştü. Millî Mücadele sona erdikten sonra dağıtılan ilk meclisin yerine ikinci mecliste, Mehmet Akif gibi önemli şahsiyetlere yer verilmemişti. Çünkü Akif, herkeste olmayan önemli özellikleriyle, duruşuyla ve düşüncesiyle yeni Türkiye için bir tehdit potansiyeline dönüştürülmüştü.

29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildikten sonra Türkiye’nin yönü Batı idi. Reddi miras ve Osmanlı’ya karşı bir tavır almış, yeni Cumhuriyet, Osmanlı’yı ve inançları reddedip, tamamen batıcı bir anlayışa dayanmıştı.

Yol, yön (istikâmet) Batı olmuştu artık.

Öyle ki Osmanlı’yı (ecdadı) hatırlatan ne varsa iptal ve imha edilmiş, sanki 1923’te kurulan ilk devletmişiz gibi bir tarih uydurulmuştu. Fiilen işgal edilmedik ama zihnen, ruhen işgal edilmiştik. Zihni bünyevi işgalin fiili işgalden daha tehlikeli olduğunun Mehmet Akif farkındaydı ve bu işgalin başımıza ne geldiğini bilemeyecek kadar gafilâne hareket edenlerin arasında yalnızdı ve çaresizdi.

1925 yılında, Akif’in başyazarlığını yaptığı Sebilürreşad gazetesi, rejim tarafından bir tehdit olarak gösteriliyordu.

Cumhuriyet gazetesi ise o dönemde rejimin resmî gazetesi olmuş, Akif’in gazetesi ise rejim için tehlikeli bir yılan ya da ejderha olarak tasvir edilmişti. Millî Mücadele yıllarında cephelerde dağıtılan, Akif’in başyazarlığını yaptığı gazete; artık rejim için tehlikeli bir yayın organı olarak görülmüştü.

Yeni rejimin yayın organları gazete ve dergilerinde; yazarları yılana, Vahdettin’i de bir kez daha akrebe dönüştürmüştü. Vahdettin’e karşı duyulan düşmanlık, nefret iftira ve yalanlarla yaygın hâle getiriliyordu. 1925’te, yine aynı gazetede, Türkiye’de sarıklılar, cübbeliler, dindarlar süprüntü olarak tasvir edilip karikatürlerin çizdikleri yayılıyordu. Bu yaşanan yaşatılanlardan sonra Mehmet Akif Bey, İngiliz’in (Batı’nın) uşaklığını yapmaya başlayan yapıyı görünce kararını veriyordu.

1923-1924 yıllarında Mısır’da Abbas Halim Paşa dostu olduğu için ara sıra Mısır’da dinlenmeye gidip geliyordu.

Mısır’a gittikten sonra döndüğünde büyük bir hayal kırıklığı daha yaşıyordu.

3 Mart 1924’te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu bahane edilerek, baş yazarlığını yaptığı Sebilürreşad gazetesi kapatılıyor. Kadim dostu Eşref Edip Fergan, vatan hainliği suçlamasıyla Şark İstiklal Mahkemesi’nde idamla yargılanıyor. Ülkeye döndüğünde Mehmet Akif, tanıyamıyor ülkeyi. “Bunlar için mi savaşmıştık?” diyor ve hayal kırıklığı yaşıyor. İşte o zaman kesin karar veriyor ve bir akşam terk etmeden önce “Ben vatan haini miyim? Peşime hafiyeler, ajanlar, polisler takılıyor, takip ediliyorum. Bu benim çok ağrıma gidiyor. Artık bu ülkede kalamam.” diyerek Mısır’a gitme kararını açıklıyor. Ancak o dönemin tek parti rejimi, onu Mısır’da da serbest bırakmıyor.

Mısır’da kimlerle görüştüğü soruşturuluyor. Yeni rejimin istediği doğrultuda raporlar, tutanaklar, kayıtlar, tutuluyor. (Akif’i aşağılayan satırlarla devletin Akif’in peşine taktığı ajanların yazdıklarının belgelerini kitapta bulabilirsiniz.) Şapka ve Türkçe ezan hakkında birçok kimse Akif’e reyini, görüşünü sormuş.

Bakın ne diyor: “Şapka giymek, doğrudan doğruya Avrupalıya benzemek maksadıyla yapıldığı için tamamen küfürdür.”

Bu belge 1936 tarihli ve ölümünden birkaç ay önce yazılmıştır. Bu belgeye göre, “Şapka giymek doğrudan doğruya küfür alametidir” diyen Akif, Türkçe ezanın ve namazın bu durumda caiz olmadığını ifade ediyor. Ayrıca, “Latin harfleriyle yazının Kur’an’ı değiştireceği ve anlamını bozacağı için Şer’an caiz değildir” diyor. Türk Müslümanları ile Arap Müslümanları arasında ihtilaf çıkarabileceği, her kavme göre bir din hâline getirileceği gerekçesiyle de bu durumu uygun bulmuyor. Akif 1936 Haziran’ında Türkiye’ye döndüğünde rejim birkaç gün sonra, “Neden ülkeye döndüğünü araştırın” diye bir haber yayınlanıyor. Akif’in evine kimin davet ettiği araştırılıyor. (Vefatı, cenazesi, kabri, üniversiteli gençlerin cenazeye sahip çıkması, soruşturmalar, vs. daha farklı yaşananları, oğlunun Türkiye›de askerlik yaptığı sırada Kur›an öğrettiği gerekçesiyle tutuklanmış, işkenceye maruz kalmasını «irtica 906» kitabında bulursunuz.)

QOSHE - Mehmet Akif’i tehlikeli gören devlet!  - Yaşar Değirmenci
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Mehmet Akif’i tehlikeli gören devlet! 

6 0
03.01.2024

Geçen haftaki yazımın devamını yazarken son yaşadığımız olaylarla ilgili bizim entelektüelimiz Yusuf Kaplan hocamızın şu cümleleri, makalemde vurguladığım ve başlığa koyduğum konuyla da irtibatlı olunca yazıma hocamızın cümleleriyle başlayayım.

“İki asırdır süren bürokratik vesayet rejimi ile ülke emperyalistlere peşkeş çekiliyor. Türkiye’de ipleri ellerinde tutan gerçek iktidar, siyasi iktidar değil. Bütün kurumları kontrol eden devşirmelerin elinde olan bürokratik vesayetin gizli iktidarıdır.”

Mehmet Akif’i tehlikeli gören devlet de bizim devletimiz olmaz; olmamalı.

Mehmet Akif Bey, Millî Mücadele yıllarında sadece bir şair değil, aynı zamanda bir Mebus (milletvekili) olarak da aktif bir rol oynuyordu. İstiklal Marşı’nın şairi olarak büyük bir vecd ve coşku ile milletin hislerini ifade ediyordu. İlk olarak Sebilürreşat’ta neşredilen İstiklal Marşı, milletin bağımsızlık mücadelesinde bir sembol haline gelmiş, çıkarılan isyanların bastırılmasında da etkin bir rol oynamıştı. Belgeler; Mehmet Akif Bey’in milli mücadeledeki önemini, cihat ruhunu topluma aşılayarak insanları birleştirmesini, vatan savunmasına teşvik etmesini göstermektedir.

O zor günlerde insanımız; hangi yönde yer alacaklarına dair kararlarını, o anki duruma göre belirliyorlardı. Mehmet Akif de Millî Mücadele döneminde bu tavrı benimsemiş bir şahsiyeti. İstanbul’da hükümet, halife, padişah ve saltanat mevcutken; Ankara’da ise yeni bir Meclis toplanmıştı. İstanbul’daki Meclis tatil edilmiş, ancak Ankara’da toplanan yeni Meclis, gerçekten de cihat için savaşacak bir meclis mi, yoksa İttihatçıların yeni bir oyunu mu, bunu anlamak önemliydi.

Mehmet Akif, İstanbul’dan Sebilürreşat ile birlikte Ankara’ya giderek bu meclisin gerçek bir cihat için savaş yapacak bir meclis olmadığını görmüştü. Millî Mücadele sona erdikten sonra dağıtılan ilk meclisin yerine ikinci mecliste, Mehmet Akif gibi önemli şahsiyetlere yer verilmemişti. Çünkü Akif, herkeste olmayan önemli özellikleriyle, duruşuyla ve........

© Yeni Akit


Get it on Google Play