Başka şeyler de… ama dilin ölümü insanlığın ölümü olduğu için ilk bunu demem gerekiyordu. Dilin paslanmış, çürümüş, ölmüşse… yaşıyorum deme!

Niye bizi dilsiz bırakmakla başladılar işe?

Kim bilir?!

*

Bir bildikleri mi vardı ki… işe yaramaz bir eşyayı atar gibi attılar yazımızı ve biz kör kuyuların korkunç boşluğundaki Yusuflar olduk?!

*

Kuyulara atılanlara susamışlar geliyor.

Çöllere düşenler Leylâ’sını da buluyor, Mevlâ’sını da…

Sen yeter ki Ferhat ol; dağlar da delinip elenip yol veriyor sana.

*

Bir bildikleri yoktu aslında işi gücü bırakıp halkın yazısıyla, giyimi kuşamıyla uğraşanların. Olsa bu kadar cehalet birikmezdi herhalde! Bir işin ucundan tutardık çoktan. Bildikleri yanıldıklarına yetmemiş ki dedem okumamış, okuyamamış. Ömrü fayton sürmekle geçmiş. At sırtında, at arabasında terbiye olmuş.

*

Para pul? Geç, geç! Ne parası ne pulu ne çulu…

Yok! Yok işte ki hayatları orta yerde ebelerimin, dedelerimin.

Benim de…

*

Fakirdik hem de ne fakir... Yol yok, iz yok. Hâl yok. Söz yok.

Daracık sokaklar, gariban hayatlar... Taştan, tuğladan, briketten evler...

*

Dedem faytoncu... İki oda bir ev... Banyoyu, öteyi beriyi sormayın.

Su, az ötede mahalle çeşmesinden...

Bir yanda atlar, öte yanda biz...

Onların nefeslerine, kişnemelerine öyle bir aşina oldum ki...

Aynı cümle kapısından girip çıkıyoruz onlarla.

Çekme katla evimiz ikişer kata çıkarılmış. Bizim odamızın altı mutfak...

Bir tarafı ocak... Taş ve bakır kaplarda pişen yemeklere elbette sözüm yok.

Atların ikinci katı kiler… Arpa, saman ve saire de burada.

Çalıya/hevenge asılı üzümler... İplere bağlı kavunlar...

O, karışmış; adı konulmamış kokular…

Arada oradan gelen seslerden benim çocuk korkularım.

Yorganıma daha bir sarılışım…

*

Ah, “analık” dedikleri fakat bize gerçekten “babaannelik” yapan dedemin ikinci hanımı Kadriye Ana...

Üzerimizde öyle çok hakkı var ki... Helal etmiştir mutlaka... Bu satırları yazarkenki tuhaflığımı, hasretimi, acılarımı, isimsiz git gellerimi anlatmama gerek var mı; var da… ağlarım dahasında.

*

Severdi bizi öz torunları gibi...

Ufacık sofralar... Sobalı evler...

İnternet ne demek!

Televizyon… daha dur!

Radyo… eh işte! Çok az evlerde… Dedemlerde var mıydı; hatırlamıyorum da -yok gibi- arka mahalleye küçücek ikinci kat bi’ eve taşınınca olduydu.

O sandık radyo… Sonra ticarete bulaştığım bir dönemde yandıydı. İçinde adamlar var sandığım o radyo…

*

Mis gibi kokan bakkallar...

Cıvıl cıvıl o mahalle camileri… Sahi ne oldu o masumiyetimiz?! Nasıl törpülendik böyle? Hocaların kâğıttan değil; içinden konuştuğu masal diyarlar…

Gelin be geri! Her şeye, her fukaralığa rağmen, üstüm başımsızlığa rağmen gelin be!

Ve işte tam burası: Yine de hürriyetli günler...

*

Şimdi bu baş döndüren binalar... Marketler... Kocaman yollar...

Huzur gitti, huzur...

İstemiyorum işte bu şatafatınızı, israfınızı, içi boş laflarınızı… İçiniz geçmiş; nideyim sizi!

Pılınızı pırtınızı toplayıp gidin; gözümün görmediği yerlere.

*

Evet, fakir ötesi fakirdik de… meselâ ‘65-‘71 arası; öylece kalsa mıydı?!

Korkusuz zamanlardı.

Böyle yüz göz değildik. Bir ciddiyet vardı. İşin hakkını vermek gibi yani… Resmiyet böylesi değildi.

Utanmak arlanmak vardı. Komşuluk vardı. Şehirler köy gibiydi; olsun. Ekmekler kokuluydu. Elmalar kütür kütürdü. Gökyüzü mavi idi. Denizi görmemiştim henüz.

*

Hormonlu, karman çormanlı zamanlara düştük.

*

Yollar, köprüler, barajlar çok yapıldı da …gönül köprüleri berhava olmuş.

*

Artık "insan" olduğumuzu hatırlama zamanı...

Artık her şey ayan beyan...

Artık birbirimizi tanımaya geçelim.

Herkes herkese bu kadar uzak mı olacaktı; oldu da…

İnsanlığın yakasını tutan eller bir türlü o yakadan elini çekmiyor ki…

*

Harf, gömlek değişmekle hayatlar değişmedi. Arayışlarımız arttı, sorularımız katmerleşti.

*

Haydi, yeni bir şey getirdiniz. Eskisi de dursaydı ya bir kenarda! Neyin acelesiyse işte!

*

Ama dedemin atlarının kişnemeleri, masumiyetleri hayatımın zengin renkleri arasına çoktan girdi ya… bu da yeter.

*

Çöken bir imparatorluk… Kurulmuş/kurulamamış arası bir devletin bocalayanları imişiz meğer.

Yol yok. Yordam yok. Aş yok, aşk yok, meşk yok.

Adalet, hürriyet, müsavat yok.

Böyle yokların uzayıp gittiği bir yerde ne çocukluğunuzu yaşayabilirsiniz ne gençliğinizi…

Acılar, ıztıraplar, gözyaşları… Ölümden beter yaşamaklar…

Okumayan babanın eh, ilk mektep üçten terkli oğlu da benim babam oluyor.

Niye okulu terk?

Eve ekmek gidecek.

Ev dediğin?

Ev dediğin… cümle kapısından hayat denilen ara yere giriliyor. Aynı o gıcırdayan kapıdan atlar da giriyor.

Atlarla nefes nefeseyiz yani! Onların dudak kıpırtıları, kişnemeleri, yerinde duramayışları gözümün önünde hep.

Ömer Seyfettin’in Kaşağı’sını o atları hayalimde seyrederek okuyacakmışım meğer!

*

Atlarla kardeşliğim çok sürmedi ama onları içimden hiç düşürmedim ki! Ve yıllar sonra zihnimde kırbaç gibi şaklayan şu mısraların bana ilham edileceğini nereden bilecektim!

*

AT

-El atına binen tez iner.-

Atım seni gün oldu ki astılar.

Yan baktılar kaş yıktılar sana, ha!

Nahak yere sesini de kıstılar;

Baş eğmedin diye ona buna, ha!

Şahlan atım, kişne atım, yine sen!

Bu yollara nal izlerin yakışır.

Şu dağları, ovaları dinle—sen:

“Nal seslerim nerde?” diye çığrışır.

Gökte yıldız, şiir de at; at murat…

Üstüne ki yemin etmiş ol Ehad.

Silkin de şu sinekleri bir fırlat!

Yan bakmışlar, kaş çatmışlar sana, ha!

QOSHE - Dedemin atları ve o çocukluk sokağı - Ân diyarı (7) - Ali Hakkoymaz
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Dedemin atları ve o çocukluk sokağı - Ân diyarı (7)

7 1
13.01.2024

Başka şeyler de… ama dilin ölümü insanlığın ölümü olduğu için ilk bunu demem gerekiyordu. Dilin paslanmış, çürümüş, ölmüşse… yaşıyorum deme!

Niye bizi dilsiz bırakmakla başladılar işe?

Kim bilir?!

Bir bildikleri mi vardı ki… işe yaramaz bir eşyayı atar gibi attılar yazımızı ve biz kör kuyuların korkunç boşluğundaki Yusuflar olduk?!

Kuyulara atılanlara susamışlar geliyor.

Çöllere düşenler Leylâ’sını da buluyor, Mevlâ’sını da…

Sen yeter ki Ferhat ol; dağlar da delinip elenip yol veriyor sana.

Bir bildikleri yoktu aslında işi gücü bırakıp halkın yazısıyla, giyimi kuşamıyla uğraşanların. Olsa bu kadar cehalet birikmezdi herhalde! Bir işin ucundan tutardık çoktan. Bildikleri yanıldıklarına yetmemiş ki dedem okumamış, okuyamamış. Ömrü fayton sürmekle geçmiş. At sırtında, at arabasında terbiye olmuş.

Para pul? Geç, geç! Ne parası ne pulu ne çulu…

Yok! Yok işte ki hayatları orta yerde ebelerimin, dedelerimin.

Benim de…

Fakirdik hem de ne fakir... Yol yok, iz yok. Hâl yok. Söz yok.

Daracık sokaklar, gariban hayatlar... Taştan, tuğladan, briketten evler...

Dedem faytoncu... İki oda bir ev... Banyoyu, öteyi beriyi sormayın.

Su, az ötede mahalle çeşmesinden...

Bir yanda atlar, öte yanda biz...

Onların nefeslerine, kişnemelerine öyle bir aşina oldum ki...

Aynı cümle kapısından girip çıkıyoruz onlarla.

Çekme katla evimiz ikişer kata çıkarılmış. Bizim odamızın altı mutfak...

Bir tarafı ocak... Taş ve bakır kaplarda pişen yemeklere elbette sözüm yok.

Atların ikinci katı kiler… Arpa, saman ve saire de burada.

Çalıya/hevenge asılı üzümler... İplere bağlı kavunlar...

O, karışmış; adı konulmamış kokular…

Arada oradan gelen seslerden benim çocuk korkularım.

Yorganıma daha bir sarılışım…

Ah, “analık” dedikleri fakat bize gerçekten “babaannelik” yapan dedemin........

© Yeni Asya


Get it on Google Play