Onlar söz sahibi zaten… Bizde bu kitap işi her şey bittikten sonra -eh işte haydi o da olsun diye- iki yüz yirmi ikinci sırada yerini alır.

Cehaletin en önemli fotoğrafını burada görürsünüz.

Çocukluğumdan biliyorum birine “kitapsız” dendiğinde iş kavgaya doğru uzanıyor demekti. Sonra bu nerdeyse unutuldu. “Kitapsız” demek hiçbir ölçüsü, terazisi, adaleti, bilgisi olmamak demekti. Cehaletin mücessem, müşahhas hâli demekti. Cehalete dokunabilirdiniz. Kimse üstüne alınmazdı elbet.

Dünya hızla silahlanıyor ama pek öyle kitaplanmıyordu.

Bir öğretmenin dişe dokunur kitaplar tavsiye etmesi cesaret istiyordu. Kitap korkunç bir şeydi. İçinde ne var, diyen ezici bakışların muhatabı olmak kolay değildi.

Cehaletin böyle bir tehlikesi yok gözüküyordu.

Bütçelerin çok büyük kısmını devletler silaha ayırıyordu. Bana kalsa hepsini gömerdim toprağa. Nasıl olsa ölümlü dünya… Bir gün gideceğiz zaten; savaşa ne gerek!

Silahların düzelttiği dünya var mı?

İnsanlık silahların bu ateşli gölgesinden kurtulamıyordu. Bu yüzden cehalet tahtından inmiyordu.

İki satır yazı yazamayınca…

Derdini vurgulu, kurgulu anlatamayınca dünya gürültüye teslim oluyordu.

*

“Vasat” bir dünyaya ihtiyacımız vardı.

Ne Haydar Ağa ne de Haydo… Haydar’dı aramamız gereken… Onu bulamıyorduk kolay kolay.

*

Doğduğum yerden uzaklara gittiysem… sebebi kim?

Cehalet!

Beni yerimden yurdumdan eden de bu… Anadan, yârdan ayıran…

*

Eylüldü…

Yapraklar dallarından sıyrılırken ben de bir sonbahar yaprağı gibi savruldum. Yarı çocuk yarı gençken…

Bin bir türlü heyecan, ürperti, korku, özlem, hasret, endişe, kararsızlık dalgalarında yola koyulmuştum.

Az gittim uz gittim; yıllar sonra baktım ki… bir arpa boyu yol gitmemişim.

Suçlu kimdi peki?

Suçlu kıyamete kadar ayağa kalkmayacaktı ama o suçu işlemek onun göreviydi. Benim bir hazırlığım var mıydı?

Kimdi ama o suçlu? Aramızda mıydı? Deccal mı, Firavun mu, Nemrut mu, şeytan mı, nefs-i emmare mi, kötü arkadaşlar mı, cehalet mi, fukaralık mı, kurslar mı, dersler mi, öğretmenler mi, hocalar mı, analar, babalar, komşular mı, yazarlar mı, idareciler mi?

*

Çocukluğumdan beri duyarım ki kıyamete yakın Deccal ve İsa göz göze geleceklermiş hattâ. Ve avaneleri varmış herbirinin.

Deccal ve İsa…

Gelip gitti mi? Gelecek mi? Aramızda mı?

Bunlar uzun, derin, netameli, mecazlı, teşbihli, “özel gözlüklü” konulardı. Kitaplarda her şey vardı da… yüz kişi okur, on kişi anlar, bir kişi uygular denir.

Evet/hayır demek sana bana kalmış.

*

Bir ahım ve vahım var ki okullarda, camilerde herkesin bildiği konuların dışına hiç mi hiç çıkılmaz. Herkes eline tutuşturulanı okur, çekilir kenara. Sormak yok, itiraz yok, hayır demek yok! Niye yok? Yok işte! Bazı şeylerin sır gibi saklandığı da sır değildi artık. Ama o sırlar “sır” olarak kalacağa benziyordu. Benim sorularım da soru olarak…

Yıllarca kaldı. Kalacak gibi…

Annem yoldan çıkacağımdan korkardı; fazla, değişik, sorulmayan “öteki” soruları sorduğumda.

Sora sora Bağdat bulunur, diye büyütüyorlardı bizi ama sorular gelince iş değişiyordu. Çünkü soruların ya cevabı yoktu ya da korku dağları bekliyordu.

Olduk olmadık sorular sordum, soruyordum da… sonra baktım ki soracağım kimseler ortalıkta pek yok. Ezberlerinin bozulduğu anda tuhaf şeyler oluyordu. Zaman çoktan başka zamana evrilmiş de farkında değilmişim!

*

BOZALIM EZBERİNİ DÜNYANIN

Sayılar, binalar, paralar çoğaldı. Çoğaldı da yine belli (belirsiz) ellerden belli (belirsiz) ellere... Azalan bir şeyler var; yalnız. Şehirlerde gökyüzünü azalttık. Toprakları asfalt/beton yaptık! İnsanları tek ton... Bize toprak lazım… Bize gökyüzü lazım… Bize ağaç... bize çiçek... bize arı, karınca, kelebek lazım…

Bu âlem bize gönderilen bir mektup, kitap, hediye idi. Kendimizi okumaya gelmiştik buraya.

İşte kanlı ve gözyaşılı haberler doluşuyor yaşlı dünyanın gözüne, kulağına; insan kendini unutunca, okuyamayınca.

Madde, para, silah, bankalar, binalar... huzurumuz için yetmedi.

Dünya çok gergin. Buralara mı gelmeliydik! Sükûnete ne çok ihtiyaç var öyle. Çok bunaldık. Bu emanet, ölümlü zamanlara, mekanlara, kendimize, bir avuç kalbimize, azıcık aklımıza bunca eza, cefa, haşinlik çok hem de çok fazla...

*

DÜŞKÜN DÜNYA

Ey dünya!

Kaybettin bu savaşı…

İnsanlık savaşını…

Ey dünya!

Adın sanın yok artık!

Perişansın, perişan…

Ey dünya!

Zalim ve cahilsin…

Kimsin belli değil…

Ey dünya!

Savaşlara doymadın gitti!

Bir gülü koklamayı bilmezsin.

Ey dünya!

Hıncın ne kurda, kuşa…

Kuş yürekli çocuklara!

Ey dünya!

Ey aç gözlü dünya!

İyi ki ölümlüsün…

Ey, eli kanlı dünya!

Paran da çok pulun da…

Yanındaki çıplağa, aça kör dünya!

Ey dünya!

Gözümden düştün çoktan…

Çekil kenara!

QOSHE - Ezber bozan sorular… Ân diyarı (10) - Ali Hakkoymaz
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Ezber bozan sorular… Ân diyarı (10)

5 0
21.01.2024

Onlar söz sahibi zaten… Bizde bu kitap işi her şey bittikten sonra -eh işte haydi o da olsun diye- iki yüz yirmi ikinci sırada yerini alır.

Cehaletin en önemli fotoğrafını burada görürsünüz.

Çocukluğumdan biliyorum birine “kitapsız” dendiğinde iş kavgaya doğru uzanıyor demekti. Sonra bu nerdeyse unutuldu. “Kitapsız” demek hiçbir ölçüsü, terazisi, adaleti, bilgisi olmamak demekti. Cehaletin mücessem, müşahhas hâli demekti. Cehalete dokunabilirdiniz. Kimse üstüne alınmazdı elbet.

Dünya hızla silahlanıyor ama pek öyle kitaplanmıyordu.

Bir öğretmenin dişe dokunur kitaplar tavsiye etmesi cesaret istiyordu. Kitap korkunç bir şeydi. İçinde ne var, diyen ezici bakışların muhatabı olmak kolay değildi.

Cehaletin böyle bir tehlikesi yok gözüküyordu.

Bütçelerin çok büyük kısmını devletler silaha ayırıyordu. Bana kalsa hepsini gömerdim toprağa. Nasıl olsa ölümlü dünya… Bir gün gideceğiz zaten; savaşa ne gerek!

Silahların düzelttiği dünya var mı?

İnsanlık silahların bu ateşli gölgesinden kurtulamıyordu. Bu yüzden cehalet tahtından inmiyordu.

İki satır yazı yazamayınca…

Derdini vurgulu, kurgulu anlatamayınca dünya gürültüye teslim oluyordu.

“Vasat” bir dünyaya ihtiyacımız vardı.

Ne Haydar Ağa ne de Haydo… Haydar’dı aramamız gereken… Onu bulamıyorduk kolay kolay.

Doğduğum yerden uzaklara gittiysem… sebebi kim?

Cehalet!

Beni yerimden yurdumdan eden de bu… Anadan, yârdan ayıran…

Eylüldü…

Yapraklar dallarından sıyrılırken ben de bir sonbahar yaprağı gibi savruldum. Yarı çocuk yarı gençken…

Bin bir türlü heyecan, ürperti, korku, özlem,........

© Yeni Asya


Get it on Google Play