Uzun çok uzun, sonsuz…

Yolcu…

Her durakta bir heyecana kapılır. Oyalanır da çok zaman hattâ. Duraklar bitmiyor; çoğalıyor bir de!

Yolculuk…

Perdelerin sık sık değişmesi… Her seferinde yeni renklere bürünmesi… Tiyatrolarda dikkatimi çekmişti. Perde kapanıyor, ışıklar gözümü alıyor ve bir ara…

Koltuğa tekrar oturduğumda yepyeni dekor, zaman, olaylar… Seni yaşamaya çalışan aktörler… Aslı ise koltukta kurulmuş ne görmeyi umuyorsa!

Yol, yolcu, yolculuk… birbirinden ne yapsan kopmuyor. Kopmaz ki…

***

Yer: Adı şehir ama hâlâ köy… Şehrin göbeğinin hemen yan tarafında daracık yolların kıvrıldığı çeşmeye yakın bir yerde, hemen öteki evler gibi taş duvar ev…

Vakitlerin üşüdüğü, Erciyes’in gölgesinin düştüğü Beyaz Şehir…

Erciyes… Ak saçlı, sarıklı bir ihtiyar delikanlı… Başı dik ve bir o kadar da mütevazı… Soğuk, beyaz bir rüzgâr gibi durur şehrin tepesinde…

Bir gelin belki de sabah akşam güneşlerinde yüzü kızaran…

Ne zaman göz göze gelsem bu şehrin gelin mi derviş mi kalbiyle kâh ağlar kâh sevinirim. Üşürüm, terlerim, özlerim, durur durulanırım; sessiz ve uzun sürgünlerim başlar isimli isimsiz yerlere.

Zaman: 1958… Mart yirmi yedi… Bu romanın kahramanın dünya ve öteki bütün yolculuklara başladığı netameli günler…

Erciyes…

Uzun uzun daldığım dağ… Daha ta uzaklardan başını gösterir her gurbet dönüşünde.

Dağları neden sevdiğimi bilir miyim?

Dağı, dağları, sıradağları görünce heyecanım niye dağlanır, dalgalanır, allanır, pullanır?!

Bir kaçış, bir sığınış gibi gelir dağlar bana ve herkese…

Şehirden, gürültüden, gösterişten, yoruluşlardan, diplomalardan, ışıkların köreltisinden, kesretten kaçış…

Hepsinden öte kendimden kaçış…

Unutayım ve unutsunlar beni diye içimin dağlarına kaçtığımda beni nerden bulacaksınız? Ben de bulamam ki beni; çok zaman olduğu gibi…

En mutena zamanlarım kendimi bir yerlerde unuttuğumda karşıma çıkar.

Ve unuturum dağlarda kendimi; en iyi hatırlamak için… Rüzgârlar tozumu savururken sessizlik yanı başıma oturur. Koyu bir buluşmadır bu. İnsanın kendisiyle buluşup susuşması ne güzelmiş böyle!

Ne cami kürsülerinde söylediler bunu ne okul sıralarında… İnsanın kendine bu kadar yabancılaşması ve sonra kendini bulamadan buralardan gitmesi… Perdelerin en hüzünlü, en karanlık kapanışı mı bu?

Zamanların gözlerimin içinde oynaştığını dağlarda gördüm.

Dağlardan şehre her dönüşümde şehirlerin de üzerime bir dağ gibi çöktüğünü inkâr mı edeyim!

Dağlardan bunca uzaklaştıktan sonra içimdeki dağ sancısı güneşin habercisidir diye bir tesellî de başucundan gitmez.

Dağların şehirleri sarıp sarmalaması başka neydi ki!

QOSHE - İçim bir dağ içinde - Ân diyarı (4) - Ali Hakkoymaz
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

İçim bir dağ içinde - Ân diyarı (4)

5 1
30.12.2023

Uzun çok uzun, sonsuz…

Yolcu…

Her durakta bir heyecana kapılır. Oyalanır da çok zaman hattâ. Duraklar bitmiyor; çoğalıyor bir de!

Yolculuk…

Perdelerin sık sık değişmesi… Her seferinde yeni renklere bürünmesi… Tiyatrolarda dikkatimi çekmişti. Perde kapanıyor, ışıklar gözümü alıyor ve bir ara…

Koltuğa tekrar oturduğumda yepyeni dekor, zaman, olaylar… Seni yaşamaya çalışan aktörler… Aslı ise koltukta kurulmuş ne görmeyi umuyorsa!

Yol, yolcu, yolculuk… birbirinden ne yapsan kopmuyor. Kopmaz ki…

***

Yer: Adı şehir ama hâlâ köy… Şehrin göbeğinin hemen yan tarafında daracık yolların kıvrıldığı çeşmeye yakın bir yerde, hemen öteki evler gibi taş duvar ev…

Vakitlerin üşüdüğü, Erciyes’in gölgesinin düştüğü Beyaz Şehir…

Erciyes… Ak saçlı, sarıklı bir ihtiyar delikanlı… Başı dik ve bir o kadar da mütevazı… Soğuk, beyaz bir rüzgâr gibi durur........

© Yeni Asya


Get it on Google Play