Şeddadî binaların Erciyes’le aramıza gireceği aklıma hayalime gelir miydi! O arsız binalara kadar şehrin hemen her yerinden bizi selamlardı o koca alçakgönüllü dağ.

Erciyes ve ben…

Belki de başka kimseler yoktu. Yoktu çünkü o başkaları olsaydı o beton perdeleri, dağ ile aramıza örmezlerdi. Ördüler. Dağ orda kaldı ama öteki şehirler gibi bu şehir de artık yerinde yoktu.

Sokaklar, çeşmeler, o minyatür evler yani saadetler gitti de bu yeni kocaman şehirlere de sığamadık.

Halbuki bu gökyüzüne bitişik dağ bu şehrin başını okşayan bilge kişisi, tesellicisi idi.

Sabahın uğradığı ilk durak bu dağdır. “Akşam” da en son buradan ayrılır. Saatlerinizi bu dağın çatallı zirvesine göre ayarlarsınız.

Yalnız bir şeye de hep hayıflanırım. Çocukluğum, gençliğim bu şehirde geçsin de biri olsun: “Bak bu bembeyaz kalabalık ve bu tenhalık var ya… işte bu bu şehrin alamet-i farikası demesin. Meğer gözlerimde ışıldar dururmuş bu efsane.

Fakat herkeste bir telâşe vardı. Ne dağı gösterirdi bu telâşe ne gökyüzünü…

“Ah, kimselerin vakti yok;

Durup düşünmeye ince şeyleri.” diyecekti telâşçı hayat kaçaklarını gören Gülten Akın.

Eğer hayatı örtecekse telâşe… Beni bana unutturacaksa… Sağır, kör edecekse… o telâşe… Erciyes’in Kaymak donduran, Şeytan deresi gibi dehlizlerine atıla.

Unutarak yaşadığımız hayat; hayat olabilir miydi! Hayat dediğimiz unutmaya değil hatırlamaya yakın durmalı… Bakmaya, görmeye, durup düşünmeye, duymaya yakın durmalı değil miydi?

***

Sanatı isminin önüne geçmişler vardır. Böylesi bir şairin cenazesindeydim. Düğünlere öyle çok adımlarım pek gitmese de… ölümler ayrı bir çağırır beni. Kendimi görmeye giderim “buruk” bir heyecanla.

Ölüm kimi çağırmaz ki… Koca bir serencamın musalla taşındaki hülâsasını görürüm.

***

Ölümden ölesiye korkan, adı “Ölüm Şairi”ne çıkan ve belki de hayatı ve ölümü bir potada eritemediğinden bir ömür saadetin kapısından azıcık da olsa içeri giremeyen Cahit Sıtkı’yı da acı acı hatırlarım. Birkaç dakika da olsa dünya kabir arası o fotoğrafı hatırlatarak “teskin” olmaya çalışır:

“Bir namazlık saltanatın olacak;

Taht misali o musalla taşında.”

Otuz Beş Yaş şairiyle oturup hayatı ve ölümü konuşmayı isterdim. Ölümü böylesi içinde yaşayan birisi hayata bağlanamazdı zaten. Bağlanmadı da bu gözü yaşlı şair.

Hangi inançta, görüşte olursa olsun insanlar “ölüm” dendi mi bir yerde toplanır. Hayat, mal mülk, aynı coğrafya bizi ne kadar yakın eder bilmem de… Karacoğlan’ın bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm… dediği bu ayrılmaz üçlü öyle bir toplar ki dağılmışlığımızı! Toplar işte!

***

O şairin dünya çıkışında da iki mısrasını hatırladım:

“Burda gezdiğine bakma;

Bekir Konya’da, Konya’da…”

Burda gezip tozutsak da… bütün gelecekler yakın olduğu gerçeğince biz aslında öbür taraflıyız. Buralı değil; oralıyız…

***

Hayat öyle bir rüzgâr ki savurup durur bizi. Başlarda pek anlamayız. İlk uzaklaşış mahalle mektebiyle başlar. Derken evlerin adresi değişir. Bir ömür doğduğu yerde kalanlar da gidenlerin “gurbette” bıraktığı olur. Bu şehirden ötekine derken… başka memleketler de sıraya girer.

Kavuğunda, kabuğunda, çekirdeğinde kalmak da çürümek, ölmek değil mi!

Her şey kabuğunu kırmakla başlıyor. Tavuskuşunun gökkuşağı kanatlarını nasıl görecektik; martıların şiirden uçuşlarından mahrum kalacaktık o yumurtalar kırılmasaydı.

İncecik bir duvar… Ya içinde kalıp çürüyeceksin ya da hayatın davetine koşacaksın. Böylesine davetkâr bir hayatın heyecanlı davetlileri olmak düşmüş nasibimize.

Memnun muyuz?

En çoğundan en azından ben memnunum.

Dünyaya gelmek… az şey mi! Az şey mi “muhatap” olmak… zerreden şemse her şeyin Sahibi Sanatkâra…

Hiçbir şey olmamak da vardı. Yokluğun tarifini yapabilir misin? Yani dünyaya gelmemek nedir, anlatabilir misin? Taştan, ağaçtan, çiçekten geçtik; “insan” olmuşuz.

Yoksa ne hikâyen yazılırdı ne romanın…

Ne ağlayabilir ne gülebilirdin. Acıkmaz susamazdın. Mızmızlanamaz sevinemezdin. Yorulup dinlenemezdin. Ne kır çiçeklerinden ne yıldızlardan haberin olurdu! Zarın altındaki diş diş narları hangi dişlerinle yiyecektin? Portakalın o baygın kokusunu bilmeyecektin. Çok zaman dinlemediğin şu kuş bestelerini varlığının hatrına bundan böyle pek es geçmezsin belki de!

Var olmak böylesine zenginlik, ha!

Yaşamak güzel, be!

QOSHE - Yaşamak güzel, be! Ân diyarı (5) - Ali Hakkoymaz
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Yaşamak güzel, be! Ân diyarı (5)

3 8
06.01.2024

Şeddadî binaların Erciyes’le aramıza gireceği aklıma hayalime gelir miydi! O arsız binalara kadar şehrin hemen her yerinden bizi selamlardı o koca alçakgönüllü dağ.

Erciyes ve ben…

Belki de başka kimseler yoktu. Yoktu çünkü o başkaları olsaydı o beton perdeleri, dağ ile aramıza örmezlerdi. Ördüler. Dağ orda kaldı ama öteki şehirler gibi bu şehir de artık yerinde yoktu.

Sokaklar, çeşmeler, o minyatür evler yani saadetler gitti de bu yeni kocaman şehirlere de sığamadık.

Halbuki bu gökyüzüne bitişik dağ bu şehrin başını okşayan bilge kişisi, tesellicisi idi.

Sabahın uğradığı ilk durak bu dağdır. “Akşam” da en son buradan ayrılır. Saatlerinizi bu dağın çatallı zirvesine göre ayarlarsınız.

Yalnız bir şeye de hep hayıflanırım. Çocukluğum, gençliğim bu şehirde geçsin de biri olsun: “Bak bu bembeyaz kalabalık ve bu tenhalık var ya… işte bu bu şehrin alamet-i farikası demesin. Meğer gözlerimde ışıldar dururmuş bu efsane.

Fakat herkeste bir telâşe vardı. Ne dağı gösterirdi bu telâşe ne gökyüzünü…

“Ah, kimselerin vakti yok;

Durup düşünmeye ince şeyleri.” diyecekti telâşçı hayat kaçaklarını gören Gülten Akın.

Eğer hayatı örtecekse telâşe… Beni bana unutturacaksa… Sağır, kör edecekse… o telâşe… Erciyes’in Kaymak donduran, Şeytan deresi gibi dehlizlerine atıla.

Unutarak yaşadığımız hayat; hayat olabilir miydi! Hayat dediğimiz unutmaya değil hatırlamaya yakın durmalı… Bakmaya, görmeye, durup düşünmeye, duymaya........

© Yeni Asya


Get it on Google Play