Cengiz, Hülagu, Birinci, İkinci Dünya Harbi gibi… Dünyanın cehennem olduğu günler, aylar, yıllar hem de on yıllar… ve bitmeyecek gibi bir köşede durur da kimseler dürtmeye çekinir bu ejderha artıklarına.

Bir de doğruyu -dünya tarihinde- bilenler bilse de konuşanlar çok olmadığı için baharları pek göremiyorduk.

Diplomalardan diplomalara koştum. Sade ben değil elbet sen de koştun Selim Ali. Bu yalnız benim değil ülkemin ve öteki ülkelerin de bir boşluktan/diplomadan öteki boşluğa/diplomaya koşuşuydu.

Üst/alt akıl dedikleri kimlerse dünyanın ipi onların mı elindeydi?!

Ne okuyacak ne yiyecek ne içecek ne giyecek, nerelerde oturacaksak onlar mı karar veriyordu?!

Diplomalar sahte miydi ekmeklerimiz bozulmuş muydu?! Evet diyelim mi buna hayır desek doğru mu?!

Bir papatya kadar en çok çocuklar sahici idi.

Her şey bu kadar bozulabilir miydi? Bu kadar şikayetçi kişiler, toplumlar, ülkeler olabilir miydi?

Oldu-k.

Bu “olmalar” bu “ölmeler” artarak devam ediyordu.

Nezaket, nezahet, nezafet yani estetik dediğimiz insanlığı kuş tüyünden hafif hâle getiren fotoğraflar. hâller, diller pır pır uçup gidiyordu.

İnsafsızlık, yalancılık, hırs, gıybet, yabancılık, israf, cimrilik, şuursuzluk, kalpsizlik, aklı bile terk etmek, gönülsüzlük, görgüsüzlük, yüreksizlik, kalpsizlik evet insansızlık vitrinlerde boy gösteriyordu. Sokaklarda, caddelerde, ekranlarda, akranlarda…

*

İstanbul’a geldiğim yıllar… ah!

Parasızlığım gurbetimin yanı başındaydı. Benim gibiydi arkadaşlarım da…

Akranlarım da saf Anadolu çocuklarıydı. Onlarda fukara… En çok benzeyen yanlarımız; ilk bakışta anlaşılan…

Bir simit bir çay ne büyük zenginlikti!

Unutmuyorum! Ziverbey‘de oturuyorduk. Hat Boyu Caddesi… Tren yolunun hemen dibi… Bu ismi oradan almış zaten. Haydarpaşa Garı çok yakınımızdaydı. Garlar zaten beni tarihin derinliklerine trenler gibi alır götürür. Sonra bu şiirli gar ne hikmetse sır oldu trenlerine kapatıldı. Ülkem sırlarını bir bir sıyırıyor ve böyle giderse bu ayna bizi göstermeyecek.

İşte unutmadığım Hayalimin bir köşesinde duran saadetli saatler…Erenköy’ünde yakın bir akrabamıza trenle gitmiştim. Akşam yemeğine…

İyi ki gitmişim. Ne zamandır içmediğim annemin çorbası vardı sofrada… Kesme/un çorbası… O sofra gözümün önünde durur. Çorbadan sonra ne vardı, başka neler yendi onları hatırlamıyorum ama o çorba yok mu!

İnsanın hayatında böyle unutamadığı kareler vardır değil mi Selim Ali. Onları zamanla insan hatırlar da onlarla nefes alır el ayak çekilince ortalıktan. Kaybolmaz hatıralar bir yerde durur.

Niye anlattım bunları; anlattım işte Selim Ali. Rahatlıyorum.

Anlat anlat bitmeyen bir fakir çocukluğum gençliğim var ve hâlâ fakiriz be Selim Ali.

Düşündün mü hiç bu niye böyle? Birileri alıp başını giderken sen ve ben… Bu ezik bozuk hayatların bir sonu gelmeyecek mi?

Doldum gene Bilgin Abi.

Neyse anlatırsam fazla üzülürüz de belki bir çıkış niyetine diye bu iç geçirişler. Olanlar normal değil. Normal bir fukaralık değil; zaman ayarlı… Herkese yetip artacak dünyanın kapısı önünde duranları görelim diye…

Zulmün ve münafıklığın çalıp çırptığı elleri görelim diye. Görelim de nefes alalım diye. Kaderin kaderini, (kadarı) bilelim diye…

*

ÇIKMAK

Zulüm ayyuka çıkmıştı;

Çıkmıştı abi!

Binalar gökyüzüne çıkmıştı;

Çıkmıştı abi!

Dünya sokağa çıkmıştı;

Çıkmıştı abi!

Dilimiz dışarı çıkmıştı;

Çıkmıştı abi!

Kız, oğlan beraber çıkmıştı;

Çıkmıştı abi!

Sırlar açığa çıkmıştı;

Çıkmıştı abi!

Bir şeyler zıvanadan çıkmıştı;

Çıkmıştı abi!

Kız, anadan…

Oğul babadan…

Çıkmıştı abi!

Aklımız başımızdan çıkmıştı;

Çıkmıştı abi!

Kalbimiz evinden, insanlık yerinden…

Çıkmıştı abi!

Toklar taş başına çıkmıştı;

Çıkmıştı abi!

Açlar bir deri bir kemik;

Çıkmıştı abi!

Cehalet, fukaralık, savaşlar...

Günahkârların ellerinde taşlar...

Masumlar, mazlumlar bıkmıştı abi!

QOSHE - Zulüm ölmez mi anne? - Ân diyarı (26) - Ali Hakkoymaz
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Zulüm ölmez mi anne? - Ân diyarı (26)

5 1
24.03.2024

Cengiz, Hülagu, Birinci, İkinci Dünya Harbi gibi… Dünyanın cehennem olduğu günler, aylar, yıllar hem de on yıllar… ve bitmeyecek gibi bir köşede durur da kimseler dürtmeye çekinir bu ejderha artıklarına.

Bir de doğruyu -dünya tarihinde- bilenler bilse de konuşanlar çok olmadığı için baharları pek göremiyorduk.

Diplomalardan diplomalara koştum. Sade ben değil elbet sen de koştun Selim Ali. Bu yalnız benim değil ülkemin ve öteki ülkelerin de bir boşluktan/diplomadan öteki boşluğa/diplomaya koşuşuydu.

Üst/alt akıl dedikleri kimlerse dünyanın ipi onların mı elindeydi?!

Ne okuyacak ne yiyecek ne içecek ne giyecek, nerelerde oturacaksak onlar mı karar veriyordu?!

Diplomalar sahte miydi ekmeklerimiz bozulmuş muydu?! Evet diyelim mi buna hayır desek doğru mu?!

Bir papatya kadar en çok çocuklar sahici idi.

Her şey bu kadar bozulabilir miydi? Bu kadar şikayetçi kişiler, toplumlar, ülkeler olabilir miydi?

Oldu-k.

Bu “olmalar” bu “ölmeler” artarak devam ediyordu.

Nezaket, nezahet, nezafet yani estetik dediğimiz insanlığı kuş tüyünden hafif hâle getiren fotoğraflar. hâller, diller pır pır uçup gidiyordu.

İnsafsızlık, yalancılık, hırs, gıybet, yabancılık, israf, cimrilik, şuursuzluk, kalpsizlik, aklı bile terk etmek, gönülsüzlük, görgüsüzlük, yüreksizlik, kalpsizlik evet insansızlık vitrinlerde boy gösteriyordu. Sokaklarda, caddelerde,........

© Yeni Asya


Get it on Google Play