27 Mayıs 1960’daki askeri darbe, darbeler zincirinin ilk halkası sayılabilir. Elbette o tarihten önce de çeşitli şekillerde gizli ya da açık darbeler yaşandı; fakat 1960 darbesi ‘emir komuta zinciri’ içinde olmakla kendisini savundu.

Her darbenin bahanesi ve şekli farklı olsa da ‘millete karşı olma’ noktasında bütün darbeler bir sayılır. 28 Şubat 1997’de yaşanan hadisede ‘süreç’in sahipleri darbelerini “post modern darbe” diye isimlendirmişlerdi. Adı ne olursa olsun, yetkiyi milletten almayanlar hukuk dışına çıkmış ve keyfi işler yapmaya başlamıştı. 28 Şubat sürecinin bir farkı da, “bu defa silahsız kuvvetlerle işimizi görelim” anlayışıyla hareket etmeleriydi. Gerek 27 Mayıs 1960 ve gerekse 12 Eylül 1980’deki darbelere imza atanlar kendilerini savunamaz hale gelince 28 Şubat 1997’de ‘taktik’ değiştirdiler. Dolayısı ile sivil kişiler ön plana sürülmüş olsa da, neticeleri itibarıyla millete ve memlekete askeri darbelerden daha fazla zarar verilmiş oldu.

Elbette 28 Şubat sürecini 27 Mayıs’tan ve hele hele 12 Eylül 1980’deki darbeden bağımsız olarak düşünmek mümkün değil. 28 Şubat sürecinin ‘olgunlaşması’ 12 Eylül 1980 darbesinden sonra millete dayatılan “darbe anayasası” sayesinde olmadı mı?

Dolayısı ile 28 Şubat 1997 sürecinde yaşananların hesabını sormak için 12 Eylül’e ve bir adım daha geriye giderek 27 Mayıs’a imza atanlara bakmak gerekirdi. Türkiye, 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 darbecilerine hukuk önünde hesap sorabilmiş olsaydı 28 Şubat 1997 süreci yaşanır mıydı?

Belli sayıda darbenin mahkum olup hapse atılmış olmasını “darbecilere hesap soruldu” olarak görenler olabilir. Fakat böyle bir değerlendirme çok sathi kalır. Çünkü darbecilere hukuk önünde hesap sormak demek, bir bakıma darbelere zemin hazırlayan şartların ortadan kaldırılması demektir. Türkiye’nin bunu yapabildiğini söylemek imkânsızdır. Hemen her dönemde belli kişilerin aklına darbe ya da müdahale geliyorsa ve buna da teşebbüs ediliyorsa o halde gerçek anlamda bir hukukî hesaplaşma yapılamamış demektir. Nasıl ki sivrisineklerle mücadele etmek, onların yetiştiği ‘bataklıkları’ kurutmakla mümkün olur; aynen öyle de ‘darbeci anlayış’ın yetiştiği eğitim sistemini ıslah etmek icap eder.

1990’larda büyük çoğunluk “Artık Türkiye’de darbe olmaz” kanaati taşıyordu. Sosyal şartlar değişmiş, Türkiye Avrupa Birliği yolunda ilerliyor, kamuoyunda ciddi yorumlar ve değerlendirmeler yapılıyordu. Çoğu siyasetçi ve ‘aydın’ artık işlerin değiştiğini ve Türkiye’nin “darbeler devrini” geride bıraktığını söylüyordu. Bununla ilgili çok sayıda haber ve yorum arşivlerde yerini aldı.

Uzun sözün kısası şudur: Türkiye darbeci anlayışla hukuk önünde hesaplaşmalı ve bu anlayışı ‘sistem’inden çıkarmalıdır. Bu da ancak hür zihinler ve hür bir eğitim sistemiyle olur. Bu noktada adım atmak için ne bekliyoruz?

QOSHE - Darbecilere hesap soruldu mu? - Faruk Çakır
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Darbecilere hesap soruldu mu?

14 15
29.02.2024

27 Mayıs 1960’daki askeri darbe, darbeler zincirinin ilk halkası sayılabilir. Elbette o tarihten önce de çeşitli şekillerde gizli ya da açık darbeler yaşandı; fakat 1960 darbesi ‘emir komuta zinciri’ içinde olmakla kendisini savundu.

Her darbenin bahanesi ve şekli farklı olsa da ‘millete karşı olma’ noktasında bütün darbeler bir sayılır. 28 Şubat 1997’de yaşanan hadisede ‘süreç’in sahipleri darbelerini “post modern darbe” diye isimlendirmişlerdi. Adı ne olursa olsun, yetkiyi milletten almayanlar hukuk dışına çıkmış ve keyfi işler yapmaya başlamıştı. 28 Şubat sürecinin bir farkı da, “bu defa silahsız kuvvetlerle işimizi görelim” anlayışıyla hareket etmeleriydi. Gerek 27 Mayıs 1960 ve gerekse 12 Eylül 1980’deki darbelere imza atanlar kendilerini savunamaz hale gelince 28 Şubat 1997’de ‘taktik’ değiştirdiler. Dolayısı ile sivil kişiler ön plana sürülmüş olsa da, neticeleri itibarıyla millete ve memlekete askeri darbelerden daha fazla........

© Yeni Asya


Get it on Google Play