“İmân hem nurdur, hem kuvvettir. Hakikî imânı elde eden adam [âdem], kâinata meydan okuyabilir ve imânın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikàtından kurtulabilir.”

*

Din-i İslâm adına ne varsa tahrip edilmeye çalışıldığı 1930’lar Türkiye’sinde, tek başına mücadele meydanına atılan vazifedar bir şahsiyet var: Bediüzzaman Said Nursî.

Tam da, yukarıda 23. Söz’den iktibas ettiğimiz sözün adeta vücut bulmuş sûretindeki bir şahsiyet…

O zât, sahip olduğu tahkiki imanın kuvvetiyle, hiç korkmadan mücadele meydanına atıldı. Öyle ki, en korkulu günlerde dahi “Hey efendiler! Ben imanın cereyanındayım” diye haykırmaktan geri durmadı.

Bu haykırış, esasen “hakiki iman”ın bir tezâhürü idi. İmandan gelen cesaret ve celâdet, böyle davranmasını gerektiriyordu.

Acaba, 1930’lar Türkiye’sinde aynı davranışı sergileyen, mahkemelerde aynı hakikatleri haykıran, zindanlarda aynı cesaretle hareket eden bir başka şahsiyet var mıdır?

Hayatta olan kahramanlar vardır elbette; ama, hiç biri mücadele meydanında değil. Çünkü, vazifedar değillerdi. Zira, öyle bir devir ki, ferdî veya fıtrî cesaret kafi gelmiyordu. Dayanabilmek için, İlâhî takdir ile vazifelendirilmiş bir şahsiyet olması gerekiyordu.

Bizim de, burada bilvesile anlatmaya çalıştığımız “hikmetli sır” budur. Yoksa, şahısların şahsî olan şân, şöhret, cesaret ve kahramanlıkları değil.

(NOT: Bizim burada söylediklerimizi beğenmeyenler, yahut doğru bulmayanlar, 1930’lar Türkiye’sinde kimi ve neyi beğendiklerini lütfen söylesinler ve göstersinler. Biz de tebrik ve takdir edelim. Gösteremiyorlarsa, o takdirde fazilet göstersinler ve insafla bakıp hakkı teslim etsinler.)

*

İmanda kuvvet ve cesaret olduğu olduğu gibi, hakiki iman, aynı zamanda nur demektir. Karanlıkları izale eden, küfür ve inkârın belini kıran, nesillerin içine düştüğü buhranları imanın feyzi ile aydınlatan bir nur…

Üstad Bediüzzaman, bu hizmeti de bihakkın yaptı. Gittiği her yerde iman dersini verdi. En ağır şartlarda bile talebe yetiştirdi. İman adın ilânâtta bulundu. İmanın nuruyla ve o nurun şefkatiyle, düşmanlarının dahi imanını kurtarmaya çalıştı.

Evet, Hz. Bediüzzaman, en azılı düşmanlarına dahi şahsî olan hakkını helâl ederek, şefkat mesleğinin esasını gösterdi.

İntikamcı, rövanşist davranmadı. Dostlarına ve kardeşlerine hitaben yazdığı son mektuplarında, intikamını almamaları tavsiyesinde bulundu.

Böylelikle, bütün kuvvetiyle sırf imana çalıştığını, muarızları dahil herkesin imanına nur ve kuvvet vermeye çalıştığını hakkıyla ispat etmiş oldu.

*

Bediüzzaman Hazretleri, Milâdî tarihle 23 Mart 1960’ta vefat etti. Aynı zamanda, Nevruz haftasında ve Hicrî tarihle Ramazanın 25. günü ki, o sene itibariyle Leyle-i Kadir olması kuvvetle muhtemeldir.

Münazarat ve Tarihçe-i Hayat isimli eserlerinde, hem şahsı ve hem dâvâsıyla bağlantılı olarak “ölüm hakikati” hakkında şu iki noktaya dikkat çeker, Hz. Bediüzzaman:

1. “Ve’l–mevtü yevmî Nevrûzinâ.” Yani “Ölüm, bizim için Nevrûz Bayramı günü gibidir.”

2. “Benim vefâtım, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek.”

İşte, bu hakikatlerin gün geçtikçe daha parlak bir sûrette meydân-ı zuhûra çıktığını, lillahilhamd, ülke ve dünya çapında bilmüşahede görüyoruz.

QOSHE - Mücadele meydanında tek başına - M. Latif Salihoğlu
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Mücadele meydanında tek başına

6 1
25.03.2024

“İmân hem nurdur, hem kuvvettir. Hakikî imânı elde eden adam [âdem], kâinata meydan okuyabilir ve imânın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikàtından kurtulabilir.”

Din-i İslâm adına ne varsa tahrip edilmeye çalışıldığı 1930’lar Türkiye’sinde, tek başına mücadele meydanına atılan vazifedar bir şahsiyet var: Bediüzzaman Said Nursî.

Tam da, yukarıda 23. Söz’den iktibas ettiğimiz sözün adeta vücut bulmuş sûretindeki bir şahsiyet…

O zât, sahip olduğu tahkiki imanın kuvvetiyle, hiç korkmadan mücadele meydanına atıldı. Öyle ki, en korkulu günlerde dahi “Hey efendiler! Ben imanın cereyanındayım” diye haykırmaktan geri durmadı.

Bu haykırış, esasen “hakiki iman”ın bir tezâhürü idi. İmandan gelen cesaret ve celâdet, böyle davranmasını gerektiriyordu.

Acaba, 1930’lar Türkiye’sinde aynı davranışı sergileyen, mahkemelerde aynı hakikatleri haykıran, zindanlarda aynı cesaretle hareket eden bir başka şahsiyet var mıdır?

Hayatta olan kahramanlar vardır elbette; ama, hiç biri mücadele meydanında değil. Çünkü, vazifedar değillerdi. Zira, öyle bir........

© Yeni Asya


Get it on Google Play