“Abi be, şu işin nasıl olduğunu bi daha anlatsana.”

Son çayı çabucak demlesin diye altına birkaç kuru odunla biraz mangal kömürü sürdüğümüz ateş iyice harlanmış, güneş guruba iyice dönmüş, her zamanki gibi Keltepe’den aşağı değil de bu sefer uzaktan görünen göletten yukarı beri esen rüzgâr hepimizi iyice üşütmüştü. Öğlenden bu yana laf demini almış, konuşulmadık konu bırakılmamış, konuşulmadık konu kalmayınca açılan eski defterlere gelmişti sıra.

“Eski defter” denildi miydi ille de laf Turgut’a atılır, Kara Sevda meselesi bir kez daha bütün detaylarıyla dinlenilmek istenirdi. Bizim Murat “hele anlat” diyerek fitili ateşlemiş, her seferinde yaptığı gibi Turgut, yarasını seven bir aslan gibi yerinde yekinmiş, sonra naza çekmişti kendini: “Ulan tam otuz sene oldu, belki otuz bin kere dinlediniz mevzuyu benden, hala Kara Sevda soruyorsunuz.”

Bu cümlenin “anlatayım da dinleyin” demek olduğunu hepimiz bildiğimiz için ateşin yanına biraz daha sokulduk.

“Bilmez değilsiniz ya, hepiniz bilirsiniz” diyerek anlatmaya başladı Turgut.

Otuz sene önce hepimiz aynı liseye gidiyorduk. Zaten kasabada, adı da kasabamızla aynı olan, bir tane lise vardı. Ana babalarımızın hepsi üzerinde anlaştıkları “biz okumadık, bebeklerimiz okusun” cümlesi yüzünden alayımızı ağıla sürülen koyunlar gibi liseye sürdüğü ve lisenin her sınıfında sadece ikişer şube olduğu için sıralara bitişik nizam üçer kişinin oturduğu, dersi dinlemenin, dinlesek de anlamanın pek mümkün olmadığı okulumuzda itlik serserilik ederek gün geçirirdik.

Kara Sevda, bizim sınıftaydı. Allah’ın yarattığına haşa çirkin denmez ama az çirkince bir kızdı. Ha, diyeceksiniz ki bizim Turgut pek mi yakışıklıydı? Yok, öyle aman aman yakışıklı sayılmazdı bizimki de ama hani fena da değildi diyelim.

Sevda’nın lakabı esmerliğinden geliyordu. Tamam, hepimiz esmerdik ama Sevda’nınki esmerlikten karalığa bir esmerlikti. Dahası, gövdesiyle başı, kaşıyla gözü, burnuyla ağzı… Bedeninde hiçbir yeri bir başka yeriyle pek orantılı değildi.

Otuz sene evveli bir kasabanın lisesi işte. Sevsen nasıl sevecen? Mektuplar gidip gelecek arada, “sor bakalımm onun da bana gönlü düşer miymiş?” diye sordurulacak bir arkadaş vasıtasıyla, ille de uzaktan ve hülyalı bakışların “gönlüm sana aktı” anlamına geldiği varsayılacak falan.

İşte o “sor bakalım” denilen arkadaş, kızlar için de, erkekler için de Kara Sevda idi. Cep telefonunun, whatsappın olmadığı zamanların genç âşıklarının iletişimini Sevda sağlardı. Bütün teneffüslerde okul bahçesinin uzak ucunda ya bir kızla yahut bir bebeyle konuşur, aradaki haberleri getirip götürürdü.

Yok, çöpçatanlık yapmazdı Sevda. Kimseyi kimseye yakıştırmaz, birinin işi olsun diye diğerinin altından girip üstünden çıkmazdı. Onunkisi sadece, neredeyse bir postacı gibi, birinin diğerine söylediği şeyi eksiksiz ve abartısız şekilde iletmekten, cevabını alıp sözün sahibine döndürmekten ibaretti.

İşin burasını tam tamına Turgut’un cümleleriyle anlatayım: “Teneffüste voleybol oynuyorduk. Kara Sevda gelip ‘az bi bakacan mı?’ dediğinde kalbim yerinden çıkacak gibi oldu. Kendi kendime ‘acaba hangi kız bana haber yolladı?’ diye düşünerek seğirttim. Çıkış kapısının oraya yürüdük Sevda’yla beraber. Yekten dedi ki ‘Turgut, benim gönlüm var sende. Sen de beni seviverir misin? Biliyorum, millet beni çirkin buluyor. Olmaz, yanıma yakışmazsın dersen anlarım seni. Rahatsızlık vermem.’

Şimdi kardeşim, işin burası mühim, o yıllarda biz instagramdan bulduğunu whatsappta terk eden zamane bebeleri gibi değiliz ki. Aşka hürmetimiz var. Aşka hürmetimiz var ama Sevda’ya hiç cız etmemiş ki içim. Bir taraftan istemiyorum ama bir taraftan da hoşuma gitti birinin gönlünün bende olması. ‘Olur Sevda’ dedim. Öylece oldu işte.

Biz lise ikiynen lise sonda sevgili olduk Sevda’yla. Hatırlarsınız ya, bütün okulun da diline düştük. Okul Sevda’nın ‘çirkin şansı’ndan bahsettikçe ben daha da sevdim onu, paçalarıma kadar âşık oldum. Zaten güzelliği dışında on numara kızdı. Hepiniz biliyorsunuz. Dersleri, insanlığı, konuşması… Hepsi tamdı.

Adettendi. Anlatıp da işin burasına geldiğinde Turgut susar, aramızdan biri “sonra ne oldu peki?” diye sorardı. Bu kez ben sordum: “Sonra ne oldu peki?”

“Sanki bilmiyonuz. O sene kasabada en yüksek puanı o aldı da tıp okumaya gitti İstanbul’a. Ben de babamın yanında marketçiliğe devam. Mektuplaştık bir zaman. Sonra o son mektup geldi. İşte şey yazmış. ‘Turgut, kasabada güzel şeyler yaşadık ama İstanbul’da benim bir başka hayatım oldu. Sen iyi bir insansın aslında ama…’ falan fıstık. Eğdik mecbur başımızı. Döndük tezgâhın başına.”

Son soruyu Murat sordu: “Sonra hiç görmedin mi peki?”

Turgut, o zor finale gelmişti: “Gördüm la, görmez olur muyum? Bebeleriyle çıktı geldi markete. Birer çay içtik. Kocası itin teki çıkmış, ayrılmışlar. İşleri de çok iyiymiş. Öyle işte.”

Birer çay daha koyduk bardaklara. Hava iyice serine çalmıştı. Her zamanki gibi incecik titremişti hepimizin içi.

QOSHE - “Sevda bilmeyene hayal, düş gelir” - İsmail Kılıçarslan
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

“Sevda bilmeyene hayal, düş gelir”

142 5
11.02.2024

“Abi be, şu işin nasıl olduğunu bi daha anlatsana.”

Son çayı çabucak demlesin diye altına birkaç kuru odunla biraz mangal kömürü sürdüğümüz ateş iyice harlanmış, güneş guruba iyice dönmüş, her zamanki gibi Keltepe’den aşağı değil de bu sefer uzaktan görünen göletten yukarı beri esen rüzgâr hepimizi iyice üşütmüştü. Öğlenden bu yana laf demini almış, konuşulmadık konu bırakılmamış, konuşulmadık konu kalmayınca açılan eski defterlere gelmişti sıra.

“Eski defter” denildi miydi ille de laf Turgut’a atılır, Kara Sevda meselesi bir kez daha bütün detaylarıyla dinlenilmek istenirdi. Bizim Murat “hele anlat” diyerek fitili ateşlemiş, her seferinde yaptığı gibi Turgut, yarasını seven bir aslan gibi yerinde yekinmiş, sonra naza çekmişti kendini: “Ulan tam otuz sene oldu, belki otuz bin kere dinlediniz mevzuyu benden, hala Kara Sevda soruyorsunuz.”

Bu cümlenin “anlatayım da dinleyin” demek olduğunu hepimiz bildiğimiz için ateşin yanına biraz daha sokulduk.

“Bilmez değilsiniz ya, hepiniz bilirsiniz” diyerek anlatmaya başladı Turgut.

Otuz sene önce hepimiz aynı liseye gidiyorduk. Zaten kasabada, adı da kasabamızla aynı olan, bir tane lise vardı. Ana babalarımızın hepsi üzerinde anlaştıkları “biz okumadık, bebeklerimiz okusun” cümlesi yüzünden alayımızı ağıla sürülen koyunlar gibi liseye sürdüğü ve lisenin her sınıfında sadece ikişer şube olduğu için sıralara bitişik nizam üçer kişinin oturduğu, dersi dinlemenin, dinlesek de anlamanın pek mümkün olmadığı okulumuzda itlik serserilik ederek gün geçirirdik.

Kara Sevda, bizim sınıftaydı. Allah’ın yarattığına haşa çirkin denmez ama az çirkince bir kızdı. Ha, diyeceksiniz ki........

© Yeni Şafak


Get it on Google Play