Kaç yıldır ondan haber alamamıştık. Neredeyse kaybolduğuna inanacak, yasını tutmaya kalkacaktık.

Ama yas tutmak yasaktı.

“Öldü” demeye dil değil, gönül elvermiyor. Bir gün olup çıkageleceği düşüncesi, umudu, sönmeye yüz tutan bir kıvılcım olsa da, kalbimizin derinliğinde saklı.

O gün hepimiz evin önündeki bahçeye çıkmıştık. Annem çamaşır kaynatmaya durmuştu. Ben ocağın altına odun taşıyordum.

Abdurrahman tahta atına binmiş, bir mücahit olup tavukların peşine düşmüştü.

Dedem eyvandaki sedirde her zamanki yerine oturmuş, karşı dağlara bakıp susuyordu.

Güneşli bir gün, etraf sessiz, arıların vızıltısı duyuluyor.

Birden rüzgâra bir gül kokusu karıştı.

Hepimizin başı doğudan yana döndü.

Ocaktaki alev titredi, Karabaş kulaklarını dikti.

Tandırdamının önünde oynaşan serçeler hep birden havalanıp kiraz dalına kondular.

Bulut güneşin önünden çekildi.

Nefesimizi tutup bekledik.

Annem yola doğru bir adım attı. Doğudan, ekin tarlalarının arasından bir toprak yol kıvrıla kıvrıla evimize doğru geliyordu.

Ben elimdeki odunları yavaşça yere bıraktım. Abdurrahman atından indi. Dedem bastonuna dayanıp dikildi. Aşağılarda, yola yakın yerlerde, sarı başaklar arasında bir kara karga sürüsü havalandı.

Karabaş kesik kesik havladı, hepimize ayrı ayrı baktı, sonra yola doğru atıldı.

Derken yokuşun başında bir karaltı. Gül kokusu ağırlaştı, nefes alamaz olduk.

Bir an annem çığlık atacak sandım. Ama o önce başörtüsünden fırlayan saçlarını düzeltip kulak arkasına attı. Sonra elini yumruk yapıp ağzına bastırdı.

Karabaş karaltıya varmıştı, havlaması sevinç iniltilerine dönüştü.

Annem artık kendini tutamayarak yokuştan aşağı koşmaya başladı. Abdurrahman tozu dumana katarak peşinden gidiyordu. Ben oracıkta donup kalmıştım. Gözlerimden yağmur gibi yaş akıyordu.

Neden sonra o karaltı, yani babam, Abdurrahman ve annem bahçenin girişinde sarmaştılar, birleşip bir yumak oldular. Karabaş bu yumağın etrafında bir o yana bir bu yana sıçrıyor, neredeyse insan sesine benzer sesler çıkarıyordu.

Babam Abdurrahman’ı kucağına almış, yer yer kırlaşan sakallarını yüzüne sürüyordu. Üzerinde hâki bir kaput, ayağında yırtık postallar vardı.

Birden dedemin elini omzumda hissettim. Yerinden ne zaman kalkmış, yanıma ne zaman gelmişti. Dede torun birlikte bize doğru yaklaşan babama bakmaya başladık.

Babam sol kolu ile Abdurrahman’ı kucağında tutuyordu.

Sağ kol yerinde rüzgâra kapılan kaput.

Kolun nerde kaldı baba, dedim, sessizce...

Kolun nerde kaldı...

QOSHE - Mahzun mücahit - Mustafa Kutlu
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Mahzun mücahit

59 1
13.12.2023

Kaç yıldır ondan haber alamamıştık. Neredeyse kaybolduğuna inanacak, yasını tutmaya kalkacaktık.

Ama yas tutmak yasaktı.

“Öldü” demeye dil değil, gönül elvermiyor. Bir gün olup çıkageleceği düşüncesi, umudu, sönmeye yüz tutan bir kıvılcım olsa da, kalbimizin derinliğinde saklı.

O gün hepimiz evin önündeki bahçeye çıkmıştık. Annem çamaşır kaynatmaya durmuştu. Ben ocağın altına odun taşıyordum.

Abdurrahman tahta atına binmiş, bir mücahit olup tavukların peşine düşmüştü.

Dedem eyvandaki sedirde her zamanki yerine oturmuş, karşı dağlara bakıp susuyordu.

Güneşli bir gün, etraf sessiz, arıların vızıltısı duyuluyor.

Birden rüzgâra bir gül kokusu karıştı.

Hepimizin başı doğudan yana döndü.

Ocaktaki alev titredi, Karabaş kulaklarını dikti.

Tandırdamının önünde oynaşan serçeler hep birden........

© Yeni Şafak


Get it on Google Play