“Nedir şu Amâlika?” sorusunun cevabını aramaya başlamadan önce büyüklerimizin tarihi nasıl kurduklarını ve geçmişin olaylarını hangi yapılar içinde ele aldıklarını ana hatlarıyla iletelim ki, böylece “bizim tarihimizin” Batılıların çağ merkezli olarak kurdukları tarihe göre farkı da ortaya çıksın.

Bizim tarihimiz şu iki esas üzerine kurulmuştur: 1-tekvin, 2-nübüvvet. Sünnetullah ise bu iki esasın berzahıdır.

“Bir şeyi açıklığa kavuşturmak, iyi veya kötü yeni bir yöntem ortaya koymak” anlamındaki sünnet ile “Allah” lafza-i celâlinden oluşan sünnetullâh terkibi, “Allah’ın koyduğu kanun, nizam” anlamıyla, Allah’ın ezelden ebede süregelen yaratma ve yönetmesinde asla bir değişmenin olmaması demektir. (Bkz.: TDV DİA)

İlk bakışta kozmolojiye ve doğaya aitmiş gibi görünen sünnetullâh, halk ve emir âlemini birlikte kuşattığı gibi, geçmiş ve gelecek milletlerin hâllerini de kuşatır (Fetih 48/23).

İbn Haldun Mukaddime’sinde mülk (hilafet, saltanat, iktidar, ilim, medeniyet…) planında sünnetullâhın işleyişini şöyle çerçevelemiştir:

“Vahşi milletlerin (…) kurdukları hanedanlıkların dairesi gayet geniş olur, sınırları devlet merkezinden son derece uzaklara kadar gider. ‘Gece ile gündüzü takdir eden Allah’tır.’ (Müzemmil, 73/20).

Bunun sebebi şudur: Onlar için, mülk, ancak kesin bir galibiyetten ve öbür milletlerin kendilerine boyun eğmelerinden sonra hâsıl olur. O vakit galip milletten bu işe bizzat girişen ve mülk (saltanat) tahtını taşıyan boyun iş başına geçmesi kesinleşir. Zira bu husus, yani mülk ve devlet olanların tümüne ait olamaz. Çünkü sayıları fazladır, devlet payeleri ise bunlara göz dikenlere yetmeyecek kadar azdır. Kıskançlık devlet makamlarını ele geçirmek isteyenlerden çoğunun burunlarının yere sürtülmesine sebep olur. Sonra hanedanlığı idare etmeleri kesinleşen söz konusu kişiler (ve kabile şubesi) nân u nimete dalar, bolluk ve refah denizinde yüzerler. Aynı kabileden olan kardeşlerini kendilerine kul olma haline getirirler. Bunları devletin çeşitli önemli işlerinde ve hizmetlerinde kullanırlar.

Diğer taraftan (devlet) işinden uzakta kalan ve dizginleri çekilerek (mülke) ortak olmaları engellenen kabile mensupları, nesepleriyle iştirak ettikleri hanedanlığın izzetli gölgesinde varlıklarını muhafaza etmiş, refahtan ve refah sebeplerinden uzak kalmaları dolayısıyla (boy ve aşiret olarak) ihtiyarlama ve yıpranma durumundan kurtulmuş olurlar.

Diğer taraftan zaman, kabileyi idare eden ilk kısmı hükmü altına alır, ihtiyarlık onların tazeliklerini yok eder, devlet onları pişirir ve eritir, içinde yaşadıkları nimetler onları törpüler, törpülenen kısımları zaman tarafından yenilir ve içilir. Çünkü nimet onları inceltmiş, tabii refah sularını içmeye müsait saf hale getirmiş, siyasi tagallübün ve insani temeddünün (şehirleşmenin) tabiatı son haddine ulaşmıştır. (Artık kemâli, zeval takip edecektir).

(…) Bu suretle ilk önce devleti bizzat idare edenler ortadan kalkarken, aynı kabilenin öbür kollarında bol bol asabiyet bulunur. Bunların keskin ve tesirli galibiyetleri, onu kıran ve körelten âmillerden mahfuz, zafer alametleri malumdur. Onun için mülke göz koyarlar. Halbuki daha evvel bu mülk, kendi asabiyetleri cinsinden olan galip bir kuvvet tarafından onlardan men olunmuştu. Bunların galibiyeti bilinmekte olduğundan çekişme ortadan kalkar, kavga son bulur, bu suretle de devlet işlerine hâkim olurlar. Artık mülk onların tarafına geçmiştir.

Aynı şekilde, onların, milletlerinden olup da mülkten uzak tutulan ve bertaraf edilmiş olan diğer bir aşiret de o safhadan geçer. Bu suretle bir millet içinde asabiyetin tesiri kırılana kadar veya o milletin sair aşiretleri yok olana dek, onlar için mülk bir melce olmaya devam eder durur. (Kendinde, yeterli güç bulan bütün kabileler ve boylar, mülk hedefine doğru hareket eder dururlar). Allah’ın dünya hayatındaki sünneti ve nizamı budur. ‘Ahiret ise Rabb’ının nezdinde takva sahipleri içindir.’ (Zuhruf, 43/35). (Trc.: Süleyman Uludağ)

İbn Haldun’un son cümlesini Kur’an’ın şu ayetleriyle açabiliriz:

“Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.” (Hucurat 49/13)

“Kim doğru yolu bulmuşsa, ancak kendisi için bulmuştur; kim de sapıtmışsa kendi aleyhine sapıtmıştır. Hiçbir günahkar başka bir günahkarın günah yükünü yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.” (İsra 17/15)

Buradan devam edelim inşallah.

QOSHE - Bizim tarihimizin esası tekvin ve nübüvvettir - Ömer Lekesiz
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Bizim tarihimizin esası tekvin ve nübüvvettir

23 1
15.02.2024

“Nedir şu Amâlika?” sorusunun cevabını aramaya başlamadan önce büyüklerimizin tarihi nasıl kurduklarını ve geçmişin olaylarını hangi yapılar içinde ele aldıklarını ana hatlarıyla iletelim ki, böylece “bizim tarihimizin” Batılıların çağ merkezli olarak kurdukları tarihe göre farkı da ortaya çıksın.

Bizim tarihimiz şu iki esas üzerine kurulmuştur: 1-tekvin, 2-nübüvvet. Sünnetullah ise bu iki esasın berzahıdır.

“Bir şeyi açıklığa kavuşturmak, iyi veya kötü yeni bir yöntem ortaya koymak” anlamındaki sünnet ile “Allah” lafza-i celâlinden oluşan sünnetullâh terkibi, “Allah’ın koyduğu kanun, nizam” anlamıyla, Allah’ın ezelden ebede süregelen yaratma ve yönetmesinde asla bir değişmenin olmaması demektir. (Bkz.: TDV DİA)

İlk bakışta kozmolojiye ve doğaya aitmiş gibi görünen sünnetullâh, halk ve emir âlemini birlikte kuşattığı gibi, geçmiş ve gelecek milletlerin hâllerini de kuşatır (Fetih 48/23).

İbn Haldun Mukaddime’sinde mülk (hilafet, saltanat, iktidar, ilim, medeniyet…) planında sünnetullâhın işleyişini şöyle çerçevelemiştir:

“Vahşi milletlerin (…) kurdukları hanedanlıkların dairesi gayet geniş olur, sınırları devlet merkezinden son derece uzaklara kadar gider. ‘Gece ile gündüzü takdir eden Allah’tır.’ (Müzemmil, 73/20).

Bunun sebebi şudur: Onlar için, mülk, ancak kesin bir galibiyetten ve öbür milletlerin kendilerine boyun eğmelerinden sonra hâsıl olur. O vakit galip milletten bu işe bizzat girişen ve mülk (saltanat) tahtını taşıyan boyun iş başına geçmesi........

© Yeni Şafak


Get it on Google Play