Türkler olarak 100.sene-i devriyesini idrak ettiğimiz Cumhûriyet geçen asrın başlarında kuruldu. Kesin olan doğrultusu, milleti medenî bir eksende inşâ etmek azim ve kararlığıydı. Bunun referans kümesi ise Batı’ydı. Ama bu Batı’nın toptan kabûlü değildi. Kuruluş süreçleri bir dizi arındırma faaliyetini içeriyordu. Bir defâ Batı, emperyalist tortusundan ve bâzı kültürel unsurlarından arındırılıyordu. (Batı’ya rağmen Batılılaşmak) İkinci arındırma ise Osmanlı geçmişinin toptan reddiydi. Doğan kültürel boşluk folk dünyânın değerleriyle doldurulmak isteniyordu. Halkçılık tam da bunu ifâde ediyordu. Kültürel düzlemde, kendi sâhiciliği üzerinden belki hoşluk taşıyan; lâkin her şekilde işlenmeye muhtaç görülen yerli kaynaklar ile hâriçten devşirilmiş Batı değerlerinin bir sentezi, Cumhûriyetin üzerine yükseleceği temel sütunu ifâde ediyordu. Merak buyurulmasın; niyetim bunun doğru veyâ yanlış olmasıyla; başarılıp başarılamadığı ile alâkalı seviyesiz tartışmalara girmek değil. Benim için mühim olan, temel referans çevresinin medeniyet iddiasına mündemiç olmasıdır. Cumhûriyeti saygıdeğer yapan da bu doğrultusudur.

Medeniyet her zaman için dinlenmeye değer bir kavramdır. Medeniyet vurgusunun yapıldığı yerde, Medenî İnsan’ın ( Homo Civicus), Kültürel İnsan ( Homo Cullturalis )olmaklığımızdan gelen sorunları çözmeye namzet olduğu anlaşılır. Medenî durum, kültürel durumlardan farklıdır. Aradaki farklılık, bidâyette bir sıcaklık-soğutulmuşluk farkı olarak basitleştirilebilir. Kültürel durumlar pathos temellidir. Bunun pratik karşılığı ise her bir kültürel durumun kendi yüksek harâretli fırınlarında patetik-duygusal durumlar üretmesidir. Topluluk bağları tam da bu patetik vasatta kendi ethos’unu bulur. Kendi lisânımıza aktaracak olursak bu hâller iyisi ve kötüsüyle âdemiyet hâllerimizdir.

Kendi içinde zengin bir çeşitliliğe sâhip olan ve topluluk içinde yakınlaşmalara giden yolları döşer; felâha, selâmete elverir. Mesele, farklı kültürlerin karşılaşmasından, aykırılaşmasından doğan gerilimlerde başgösterir. Kıt kaynakların hâkim olduğu, içinde zırâi -göçebe yapıların hüküm sürdüğü uzun zamanlarda bu karşılaşmalar son derecede risklidir. Bahsedilen riskin en çarpıcı çıktılarından birisi de, kültürel toplulukları içine kapatan, hâricî kültürelere karşı bileyen kan dâvâlarıdır (vandetta). Neticede kaosun doğduğu ve kazananın olmadığı felâketli vaziyetlerdir bunlar. İşte tam da bu merhâlelerde, içinde kendi aklını (logos) taşıyan bir medenî müdahale gelirse meseleler hâl yoluna girer. Medenî insanın (Homo Civicus) duruma vaziyet ettiği bir selâmete, felâha ulaşılabilir.

Medenî durumun aklı kültürel akılcılaştırmalardan farklı işler. Moda tâbirle ifâde edecek olursa bir üst akıldır o. Vasatı soğutur. Elindeki en büyük âlet ise, kadim dünyâlarda olduğu üzere işlenmiş bir teopolitik veyâ modern dünyâda olduğu üzere ekonomipolitiktir. Kılıç ve yasa her medenî durumun sadece simgelerini değil, maksimlerini verir. Sayısız müessese medeniyetlerin mühendisliği veyâ mimârisini inşâ eder. Bu hâli ve niteliği ile elbette her medeniyet sun’idir. Dramaturjik veyâ teatral muamelât paternleri bunu çok berrak ortaya koyar. Buna göre, Toynbee’nin de işâret ettiği üzere Osmanlı bir medeniyetti. Çünkü kan davâlarının cirit attığı bir büyük coğrafya olan Doğu Akdeniz’de, sâhip olduğu teopolitik araçları kullanarak barışı sağlamıştı(Pax Ottomana).

Târih dinamik olarak bir medeniyet - kültürler çatışmasına ev sâhipliği yapar. Medenî durumların ömrü, kültürlerin birarada yaşatılmasını (cohabitation) sağlayabildiği nispette uzun olur. Eğer, medenî vasat kültürleri ezerek kendisini saflaştırmaya kalkarsa ömrünü kısaltır. Mesele bir denge meselesidir. Modern ekonomipolitik temelli medeniyet iddiasının, teopolitik olan kadim medeniyet iddiasından farkı da budur. Fransız Devrimi’nin dramatik pratiklerinde çok net olarak izlenebileceği üzere maddî temeli sanayi toplumu olan bu kurgudaki sıkıntı kültürel durumları saf dışı bırakma arzusuydu. Saf politik bir medeniyet tutturma ve medeniyet ile mütenâsip saf bir kültür; bir medeniyet kültürü yaratma azmi modern dünyânın en büyük sıkıntılarından birisidir. Bunun mes’ulü burjuva zihniyetidir. Açmazların fark edildiği yerde bir tâmirata girişilmedi değil. Meselâ Hegel’in, tutunum sağlamakta zorlanan saf burjuva değerlerini târih ve kültür üzerinden ahlâkîleştirme, terbiye etme teşebbüsü olarak sittlichkeit kavramına başvurması buna bir misâldir. Ama netice eskisinden kötü olmuştur. Kültürel dünyâlar organik bir plastikliği kaldıramıyor. Politik olana yapılan teopolitik aşılar tutmuyor; tam tersine çok zehirleyici oluyor.

Mahatma Gandhi’nin Batı medeniyetinin, iyi(niyetli) bir fikir olsa olsa da sönümlenmeye mahkûm olduğunu söylerken kastettiği muhtemelen buydu. Sanayi kapitalizmi, medeniyetini kamusal hayattan kovduğu kültürel durumlara karşı baskı aracı olarak kullandı.(Freud ve Elias gibiler bu baskılamayı hikâye eder). Bu durum, bizzat medeniyeti bir kavram olarak sorunlu hâle getirdi. Teopolitik’e karşı seferber olan ekonomipolitik’in zemini sürekli kaydı. Diyalektik işledi: Ekonomipolitik üzerinden bir aşırılık fenomeni olarak doğan sanâyi kapitalizmi hızla bozuldu. Onun bozulmuşluğuna delâlet eden tüketim kapitalizmi dünyâyı hızla kültürelleştirdi. Rastlaşmaların ve çarpışmaların ertelenip ötelenmesinin mümkün olmadığı yığınlaşmış dünyâlarda teopolitik geri döndü. Bu defâ, eskiden olduğu üzere bagajında medeniyetin logosu yok. Tam aksine bagajı tıka basa kültürel dosyalarla dolu. Gazze kasabı Netanyahu’nun son zırvası bunu taçlıyor.

İşimiz çok zor. Bir medeniyet iddiası olarak doğan Cumhûriyetimizi, her gün biraz daha vahşileşen bu dünyâda ayakta tutmak hakikaten de zor zanaat..

QOSHE - Cumhûriyetimizin medeniyet ile imtihanı - Süleyman Seyfi Öğün
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Cumhûriyetimizin medeniyet ile imtihanı

48 0
30.10.2023

Türkler olarak 100.sene-i devriyesini idrak ettiğimiz Cumhûriyet geçen asrın başlarında kuruldu. Kesin olan doğrultusu, milleti medenî bir eksende inşâ etmek azim ve kararlığıydı. Bunun referans kümesi ise Batı’ydı. Ama bu Batı’nın toptan kabûlü değildi. Kuruluş süreçleri bir dizi arındırma faaliyetini içeriyordu. Bir defâ Batı, emperyalist tortusundan ve bâzı kültürel unsurlarından arındırılıyordu. (Batı’ya rağmen Batılılaşmak) İkinci arındırma ise Osmanlı geçmişinin toptan reddiydi. Doğan kültürel boşluk folk dünyânın değerleriyle doldurulmak isteniyordu. Halkçılık tam da bunu ifâde ediyordu. Kültürel düzlemde, kendi sâhiciliği üzerinden belki hoşluk taşıyan; lâkin her şekilde işlenmeye muhtaç görülen yerli kaynaklar ile hâriçten devşirilmiş Batı değerlerinin bir sentezi, Cumhûriyetin üzerine yükseleceği temel sütunu ifâde ediyordu. Merak buyurulmasın; niyetim bunun doğru veyâ yanlış olmasıyla; başarılıp başarılamadığı ile alâkalı seviyesiz tartışmalara girmek değil. Benim için mühim olan, temel referans çevresinin medeniyet iddiasına mündemiç olmasıdır. Cumhûriyeti saygıdeğer yapan da bu doğrultusudur.

Medeniyet her zaman için dinlenmeye değer bir kavramdır. Medeniyet vurgusunun yapıldığı yerde, Medenî İnsan’ın ( Homo Civicus), Kültürel İnsan ( Homo Cullturalis )olmaklığımızdan gelen sorunları çözmeye namzet olduğu anlaşılır. Medenî durum, kültürel durumlardan farklıdır. Aradaki farklılık, bidâyette bir sıcaklık-soğutulmuşluk farkı olarak basitleştirilebilir. Kültürel durumlar pathos temellidir. Bunun pratik karşılığı ise her bir kültürel durumun kendi yüksek harâretli fırınlarında patetik-duygusal durumlar üretmesidir. Topluluk bağları tam da bu patetik vasatta kendi ethos’unu bulur. Kendi lisânımıza aktaracak olursak bu hâller iyisi ve kötüsüyle âdemiyet hâllerimizdir.

Kendi içinde zengin bir çeşitliliğe sâhip olan ve topluluk içinde yakınlaşmalara........

© Yeni Şafak


Get it on Google Play