Karadeniz’in kuzeyinde Rusya ve Ukrayna arasında başlayan savaşı bir şaşkınlık; akabinde de Levant bölgesinde İsrâil’in yürüttüğü vahşeti ise bir dehşet olarak yaşamaktayız. Elbette bu savaşlarda ateş en başta düştüğü yeri yakıyor. Ama savaşlar sâdece savaşan taraflarla sınırlı değil. Çok sayıda devlet, bölgeye yakın olsun olmasın, sürece dâhil oluyor. İngiltere ve ABD, Levant’a savaş gemileri yolluyor. Güney Kıbrıs neredeyse Batılı özel kuvvetlerin biriktiği bir üs hâline dönüşmüş durumda. Atlantik aşırı Latin Amerikalar’dan bile İsrâil’i kınayan enerjik bir duruş ortaya çıkıyor. Hâsılı küresel dünyâda savaşların tesiri de her zaman olduğundan daha geniş çaplı oluyor. Herkes uzak veyâ yakındaki bir savaşın niteliği ve gidişâtına göre vaziyetler alıyor.

Yapılan analizler ise daha çok jeopolitik yapıları esas alıyor. Savaşları ,siyâsal haritalar üzerinde mat renklerle ifâde edilen ulus-devletler arasındaki bir hesaplaşma olarak görmek eğilimindeyiz. Buna bağlı olarak da savaşların esasta devletler ve ona bağlı uluslar arasında yaşandığı algısı yerleşiyor.

Jeopolitik değerlendirmeleri, ona eklemlenen teopolitik değerlendirmeler kadar küçümseyecek değilim. Ulus devletler modern zamanların esaslı yapılarından birisidir. Buna da bir itirâzım olamaz. Gerek uluslar gerek devletler, sanayileşmeye dayalı modern dünyânın temel siyâsal formasyonları olarak zuhûr etti. Mesele bu yapılara nereye kadar birleşik, tümleşik (entegre) yapılar olarak bakabileceğimizle alâkalıdır.

Devletleri ele alalım. Devletler elbette kendi aralarında çatışma, savaşma potansiyelini barındırmaktadır. Ama, veri bir devlet yapısı içinde de çatışmalar hüküm sürer. Eski elitler-yeni elitler, bürokrasi-teknokrasi, askerî elitler -sivil elitler arasındaki kavgalardan geçilmez. Farklı akılların istikâmet verdiği uluslarla devletlerin bir birlik meydana getirmesi ise çok defâ zannedildiği gibi kendiliğinden olan bir şey değildir. Bismarck Alman prensliklerini ,tabir câiz ise döve döve bir araya getirebilmişti. Uluslar da, hem kendi aralarında hem de kendi içlerinde, meselâ sınıf savaşlarında olduğu üzere, çeşitli savaşlara sahne olurlar. Demek ki, ne ulusları ne de devletleri birer blok yapı gibi ele almak sorunlu bir bakışı yansıtmaktadır.

Modern toplumlar sanayi toplumlarıdır. Bu, adına sermâye denilen ekonomik bir yapıyı da devreye sokuyor. Marx, bu olguya derinlikli olarak dikkât çeken, henüz aşılabildiğini düşünmediğim bir çalışma ortaya koydu. Ama buradaki sorun , Marx’ın da sermâyeyi ve ona içkin olan toplumsal sınıfları, çok defâ bir blok olarak değerlendirmesidir. Hâlbuki ,zaman içinde anlaşıldı ki, kapitali elinde tutan sınıflar kendi içlerinde de ayrışma temâyülü gösterdi. Bunun başlıca bir kaç unsuru içerdiğini düşünüyorum. Bunlardan ilki reel (imâlât) ekonomiye hasretmiş olan kapitalist gruplardır. Meselâ Ford âilesi tam da bunun idealtipini verir. Meşgûliyeti sanayi için hayâtî ehemmiyeti hâiz enerji üretimi ile alâkalı başka bir grup daha mevcûttur. Rockefeller bunun ideal tipini veriyor. Nihâyet, esas işi finans olan ve ekonomiyi fonlayarak buradan kâr elde etmek yolunu seçen bir üçüncü grup daha vardır. Rothschild âilesi, kendisine bağlı çok sayıda grup ile berâber bu sektörde yıldız olduğu artık biliniyor.

Sanayi disiplini iki boyutta tecelli eder. İlki, sınıf savaşlarının yatıştırılmasıdır. Diğeri ise yukarıda işâret edilen bu üç sermâye grubunun dengeye getirilmesidir. Kritik risk, bahsedilen üçlü arasında en hırçını olan finans sektörünün bu dengeyi her zaman zorlama potansiyelidir. Dengeli ve değer üreten, disiplinli bir ekonomide parasal varlıkların hacmi de kontrol altına alınır. Ama şu veyâ bu sebepten dolayı üretim ekonominin teklediği durumlarda finansal sermâye dengeyi bozar ve tümörleşir. Bu tekmil ekonomiyi de bozar.

Bu kadar değerlendirme yetmiyor. Meseleyi daha da çetrefil hâle getiren ve analizleri zorlayan bu üç sektör arasındaki geçişkenliklerdir. Yâni, meselâ enerji sektöründe ağırlık kazanmış olan şirketler bir zaman sonra imâlât ve finans sektöründe de yatırımcı olabilmektedir. Sıklet merkezi enerji olan bir şirketin finansal yatırımlarından beklediği yine kendi sıklet merkezinin gerekleri olmaktadır. Eğer Rockefeller finansa girdiyse bunu enerji sâhasındaki çıkarlarına akıtmak isteyecektir. Bu yaklaşım,her zaman ve şartsız olarak finans sâhasını sıklet merkezi olarak tutan Rothcshild’lerle bir paralel oluşturmasının garantisi değildir. 1970’lerden sonra dünyânın başına gelenlerin kısm-ı azâmını enerji-para arasındaki ilişkilerin belirlediği kanaatindeyim.. Unutmayalım, 1970’ler ABD ekonomisinde sermâye ve emek verimliliğinin düşüşe geçmeye başladığı zamanlardır. Bu menfi dinamiğin üzerine dünyâ iki büyük şok yaşadı. 1971’deki Nixon Şok olarak bildiğimiz ve rezerv para ABD Doları üzerinden finansın gemi azıya alması; iki sene sonra yaşanan 1973 Petrol Krizi. Duvar’ın yıkılmasıyla vaftiz edilen 21.Asrın mukadderâtını 1970’lerdeki bu iki mühim hâdise belirledi.

Marx’ın çok kıymetli bulduğum diğer tespiti ise üretici güçlerde-kabaca teknoloji- yaşanan değişimlerin târihi değiştirme kapasitesine işâret etmesiydi. bunun 1950’lerde başlayan Chip devrimi ve Blockchain günümüze en başat boyutunu ortaya koyuyor. Çok âşikâr ki bildiğimiz dünyâ, yâni sanayi dünyâsı çöküyor. Kimileri bilgi toplumu ve ekonomisi diyor; ama bana göre düpedüz tekno kapitalizm yükseliyor. Gerek enerji gerek finans sıkletli merkezler bu işin doğrudan içinde. Ve artık kendi aralarında çatışmaya da başladılar. Birileri zâten bitap düşmüş sanayi kapitalizminin aşılmasını hızlandırmak ve bir an evvel yeni üretim -mübâdele ve tüketim tarzına geçmek istiyor. Birileri de bu süreci mümkün mertebe geciktirmenin derdinde. Birileri yeni teknolojik imkânları eskinin yaşatılması için; diğerleri ise bambaşka bir dünyânın inşâsı için seferber etmek derdinde. Dünyâmızın yaşadığı jeopolitik hareketlilikler bu iki dayatma arasında şekilleniyor. Savaşların jeopolitik anlatımının kifâyetsizliği tam da burası. İki jeopolitik güç çarpışmıyor aslında. Veri bir jeopolitiğin nasıl şekillendirileceğine dâir finans sıklet merkezli sermâye ile enerji merkezli dünyâ çarpışıyor..Her yerde… Devletlerin arasında, devletlerin içinde…Ama her yerde… Jeopolitik anlatı, blok hâlinde değil de, bunlarla ilişkili anlatılırsa mânâlı olacaktır.

QOSHE - Jeopolitik; nereye kadar? - Süleyman Seyfi Öğün
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Jeopolitik; nereye kadar?

95 16
13.11.2023

Karadeniz’in kuzeyinde Rusya ve Ukrayna arasında başlayan savaşı bir şaşkınlık; akabinde de Levant bölgesinde İsrâil’in yürüttüğü vahşeti ise bir dehşet olarak yaşamaktayız. Elbette bu savaşlarda ateş en başta düştüğü yeri yakıyor. Ama savaşlar sâdece savaşan taraflarla sınırlı değil. Çok sayıda devlet, bölgeye yakın olsun olmasın, sürece dâhil oluyor. İngiltere ve ABD, Levant’a savaş gemileri yolluyor. Güney Kıbrıs neredeyse Batılı özel kuvvetlerin biriktiği bir üs hâline dönüşmüş durumda. Atlantik aşırı Latin Amerikalar’dan bile İsrâil’i kınayan enerjik bir duruş ortaya çıkıyor. Hâsılı küresel dünyâda savaşların tesiri de her zaman olduğundan daha geniş çaplı oluyor. Herkes uzak veyâ yakındaki bir savaşın niteliği ve gidişâtına göre vaziyetler alıyor.

Yapılan analizler ise daha çok jeopolitik yapıları esas alıyor. Savaşları ,siyâsal haritalar üzerinde mat renklerle ifâde edilen ulus-devletler arasındaki bir hesaplaşma olarak görmek eğilimindeyiz. Buna bağlı olarak da savaşların esasta devletler ve ona bağlı uluslar arasında yaşandığı algısı yerleşiyor.

Jeopolitik değerlendirmeleri, ona eklemlenen teopolitik değerlendirmeler kadar küçümseyecek değilim. Ulus devletler modern zamanların esaslı yapılarından birisidir. Buna da bir itirâzım olamaz. Gerek uluslar gerek devletler, sanayileşmeye dayalı modern dünyânın temel siyâsal formasyonları olarak zuhûr etti. Mesele bu yapılara nereye kadar birleşik, tümleşik (entegre) yapılar olarak bakabileceğimizle alâkalıdır.

Devletleri ele alalım. Devletler elbette kendi aralarında çatışma, savaşma potansiyelini barındırmaktadır. Ama, veri bir devlet yapısı içinde de çatışmalar hüküm sürer. Eski elitler-yeni elitler, bürokrasi-teknokrasi, askerî elitler -sivil elitler arasındaki kavgalardan geçilmez. Farklı akılların istikâmet verdiği uluslarla devletlerin bir birlik meydana getirmesi ise çok defâ zannedildiği gibi kendiliğinden olan bir şey değildir. Bismarck Alman prensliklerini ,tabir câiz ise döve döve bir araya getirebilmişti. Uluslar da, hem kendi aralarında hem de kendi içlerinde, meselâ sınıf savaşlarında........

© Yeni Şafak


Get it on Google Play