Gazze meselesinin Gazze’den ibâret olmadığını, savaşın bölgesel bir yayılma hedeflenerek yürütüldüğünü sık sık vurguladık. Bugün İsrâil’i idâre eden akıl, insanlık vicdânını karşılamak pahasına da olsa “Büyük İsrâil” olarak târif ettikleri bir projeyi hayâta geçirmek adına harekete geçmiş durumda. ABD, Birleşik Krallık ve AB, bir şekilde bu sürecin bir parçası.

Jeopolitik açıdan manzaraya bakacak olursak, bölgede İsrâil’in bu kanlı adımına mâni olacak bir güç yok. İsrâil’e bir şekilde komşu olan Arap âlemi âdeta Üç Maymun’u oynuyor. Körfez, başta BAE ve Suudî Arabistan, daha ilk günlerden başlayarak Abraham Anlaşmalarına sâdık kaldıklarını, Gazze yerle bir edilse bile bu vaziyetlerini değiştirmeyeceklerini defâlarca ifâde etti. Ürdün’ü ciddiye bile almamak gerekiyor. Mısır derin bir sessizlik içinde. Tek derdi, Refah Kapısı’ndan gelebilecek Filistinli akınına mâni olmak.

Hesapta tek direniş gücü, İran ve Şiî Hilâli olarak târif edilen coğrafyadaki İran’a müzâhir unsurlar. Şimdi dikkât edelim. Savaşın başından bu tarafa, Hizbullah ve İran 7 Ekim’de başlayan HAMAS direnişiyle bir alâkası olmadığını ve savaşın tarafı olmak istemediklerini açık bir şekilde ortaya koydular. Sâdece uzaklarda Yemen Hûsî unsurları açıkça İsrâil’e savaş ilân etti. Bu da Kızıldeniz’in kapanmasıyla neticelendi. ABD - Hûsî savaşı başladı. Doğrusu bunu da askerî açıdan ciddiye alıyor değilim. Oradaki trajikomik bulduğum dalaş devâm edecek görünüyor. Yâni ne ABD Yemen’i işgâl edecek ne de Hûsîler saldırılarını sona erdirecek. Karşılıklı olarak taraflar birbirlerini vuracak.

İsrâil ısrarla İran’ı savaşa dâhil etmek için elinden geleni yapıyor. Bunu, “İsrâil İran’ı bitirmek istiyor” diye değerlendirmek mümkündür. Hâlbuki, biraz soluklanıp sâkin bir şekilde değerlendirildiğinde bu hedefin aslında İsrâil için hiç de faydalı olmadığı ihtimâli zihnimizde kuvvetlenecektir. Farzedelim ki, İran savaşa sokuldu. Diyelim ki, İran-İsrâil savaşı başladı. Teknik olarak İsrâil’in bu savaşı ABD ve müttefiklerini dâhil etmeden tek başına kazanması mümkün değildir. Hattâ İsrâil’in bu savaşı kaybetmeye daha yakın olduğunu söyleyebiliriz. ABD’nin de bu ihtimâle, “Aman savaş yayılmasın” tarzı açıklamalarından yola çıkarak sıcak bakmayacağını kestirebiliriz. Ama daha mühimi, topyekûn bir İsrâil-İran savaşını kazansa da, İsrâil’in aslında kaybeden olacağını görebilmek ile alâkalıdır. İsrâil, Büyük İsrâil projesini hayâta geçirmek adına İran’a muhtaçtır. Eğer hakikî bir İsrâil-İran hesaplaşması olacaksa, bu ancak İsrâil o coğrafyada kesin bir hâkimiyet kurduktan sonra olabilir. Doğrusu buna da çok mümkün olabilirmiş nazarı ile baktığımı söyleyemem. İsrâil için birincil hedefin Lübnan ve Sûriye’nin, kendisi açısından stratejik bölgelerini ele geçirmek olduğunu düşünüyorum. Yâni bir İsrâil-Hizbullah savaşı patlak verirse şaşırmam. Ama İran böyle bir gelişme yaşansa bile savaşa gövdesiyle girmeyecektir. Çok zor olduğuna işâret ettim; ama diyelim ki bunda da başarılı oldular; hattâ Sûriye’den de istediklerini elde ettiler; sonraki adımı kendisi için bir güvenlik kuşağı oluşturmaktır. Bunu da ABD’nin mühendisliği ile alabildiğine palazlandırılan, PYD liderliğinde bir özerk Kürt kuşağı oluşturarak yapacaktır.

Muhtemelen özerk bir statü üzerinden devletleştirilen PYD-Kürt kuşağı Sûriye ve Irak’tan toprak koparmayı ifâde etmektedir. Ne Irak ne de Sûriye’nin mevcut hâlleriyle buna mâni olabilecekleri düşünülemez. Bu kuşak eş anlı olarak hem Türkiye’yi hem de İran’ı meşgûl edecektir. Doğrusu İran açısından bu kabûl edilebilir bir vaziyettir. İran, hem Sûriye’de hem de Irak’ta, kendisine bağlı unsurları devreye sokarak savaşı kendisinden uzak tutmaya devâm edebilecektir. Bu istikrarsız kuşak İsrâil için çok kritik bir vazife görecektir. Bir taraftan ezelî ve ebedî düşmanı olan İran varolmaya devâm edecek; diğer taraftan çatışmalar İsrâil ve tabiî ki ABD’nin desteklediği PYD merkezli, içine KYP ve KDP’yi de alan bir Kürt varlığı ile İran’ın desteklediği Haşdi Şâbî benzeri unsurlar arasındaki bir kan dâvâsına evrilecektir. Buna dinî bir boyut da katıp, meseleyi bir Sünnî-Şiî meselesine de dönüştürmek de mümkün olabilecektir. Netice de bu denklem içinde hem İran hem de İsrâil rahatlamış olacaktır.

Bu muhtemel senaryo Türkiye açısından çok daha ciddî neticeler doğurmaya adaydır. İsrâil’in bahsi edilen bu kuşağı iki tarafı keskin bir bıçak gibi kullanmak niyetinde olduğunu düşünüyorum. Evet, bu bıçağı evvel emirde İran’a karşı işleteceği anlaşılıyor. Ama zaman içinde Türkiye’ye karşı çalıştıracağından emin olabiliriz. Bu keskin kuşak İran’ın yumuşak karnına hayli uzak tutulabilir; ama Türkiye için aynı şey geçerli olamaz. PYD kuşağı Türkiye için doğrudan bir güvenlik meselesidir. Bu bağlamda Türkiye ve İran müşterek bir duruş ortaya koyabilir mi? Tereddütlerim olduğunu kaydetmeliyim. İran, Kürt PYD kuşağındaki baskıyı kendisi açısından hafifletmek için taraflardan birisinin de Türkiye olmasına, hattâ meselenin zaman içinde bir Sünni-Şiî çatışmasından çıkıp, düpedüz bir Türk-Kürt çatışmasına evrilmesine hiç itiraz etmeyecektir.

Gelişmeler, bilhassa İsrâil-Türkiye geriliminin tırmanması hayra alâmet değil. Irak’ta yaşanan ve Mehmetçiklerimizin acı kaybına sebep olan hâdiseler buna işâret ediyor. İsrâil’de, İran’ı bir tehdit unsuru olarak algılamak veridir; ama İsrâil otoriteleri ve onları destekleyen İsrâil kamuoyu nezdinde giderek, “Esas düşman Türkiye’dir” algısı ve değerlendirmesi yoğunlaşıyor. Bunu görmemiz lâzım. İlki danışıklı bir dövüş; diğeri ise keskin ve giderek daha da odağa gelen bir somut gerçek.

QOSHE - Tırmanan Türkiye-İsrâil gerilimine dâir notlar - Süleyman Seyfi Öğün
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Tırmanan Türkiye-İsrâil gerilimine dâir notlar

107 1
18.01.2024

Gazze meselesinin Gazze’den ibâret olmadığını, savaşın bölgesel bir yayılma hedeflenerek yürütüldüğünü sık sık vurguladık. Bugün İsrâil’i idâre eden akıl, insanlık vicdânını karşılamak pahasına da olsa “Büyük İsrâil” olarak târif ettikleri bir projeyi hayâta geçirmek adına harekete geçmiş durumda. ABD, Birleşik Krallık ve AB, bir şekilde bu sürecin bir parçası.

Jeopolitik açıdan manzaraya bakacak olursak, bölgede İsrâil’in bu kanlı adımına mâni olacak bir güç yok. İsrâil’e bir şekilde komşu olan Arap âlemi âdeta Üç Maymun’u oynuyor. Körfez, başta BAE ve Suudî Arabistan, daha ilk günlerden başlayarak Abraham Anlaşmalarına sâdık kaldıklarını, Gazze yerle bir edilse bile bu vaziyetlerini değiştirmeyeceklerini defâlarca ifâde etti. Ürdün’ü ciddiye bile almamak gerekiyor. Mısır derin bir sessizlik içinde. Tek derdi, Refah Kapısı’ndan gelebilecek Filistinli akınına mâni olmak.

Hesapta tek direniş gücü, İran ve Şiî Hilâli olarak târif edilen coğrafyadaki İran’a müzâhir unsurlar. Şimdi dikkât edelim. Savaşın başından bu tarafa, Hizbullah ve İran 7 Ekim’de başlayan HAMAS direnişiyle bir alâkası olmadığını ve savaşın tarafı olmak istemediklerini açık bir şekilde ortaya koydular. Sâdece uzaklarda Yemen Hûsî unsurları açıkça İsrâil’e savaş ilân etti. Bu da Kızıldeniz’in kapanmasıyla neticelendi. ABD - Hûsî savaşı başladı. Doğrusu bunu da askerî açıdan ciddiye alıyor değilim. Oradaki trajikomik bulduğum dalaş devâm edecek görünüyor. Yâni ne ABD Yemen’i işgâl edecek ne de Hûsîler saldırılarını sona erdirecek. Karşılıklı olarak taraflar birbirlerini vuracak.

İsrâil ısrarla İran’ı savaşa dâhil etmek için elinden geleni yapıyor. Bunu, “İsrâil İran’ı bitirmek istiyor” diye değerlendirmek mümkündür. Hâlbuki, biraz soluklanıp sâkin bir şekilde değerlendirildiğinde bu hedefin aslında İsrâil için hiç de faydalı olmadığı........

© Yeni Şafak


Get it on Google Play