Türkiye, 1970’lerde beklenmedik Kıbrıs Barış Harekatı ile birlikte emperyalist odakların sinsi desteğinde ve örtülü refakatinde önce Ermeni terör örgütlerinin hedefi oldu. Batı başkentlerinde ve başka birçok kentte diplomatlarımız şehit edildi, diplomatik misyonlarımıza, Türkiye’nin yurdışındaki başka kuruluşlarına saldırılar düzenlendi. Bu saldırılar İstanbul’a ve Ankara’ya, Esenboğa’ya kadar uzandı. ABD’ye ve Batı’ya karşın ulusal çıkarların gereği olarak zorunluluk haline gelen Kıbrıs Barış Harekatı’na çok kızan emperyalist odaklar Türkiye’ye karşı Kurtuluş Savaşı ile tarihte kalan Ermeni meselesi üzerinden ve ASALA kartıyla yanıt veriyordu.

Yeri gelmişken… Kıbrıs Barış Harekatı neden zorunluydu? Çünkü Yunanistan’da yönetimdeki faşist Albaylar Cuntası yanlısı faşist Nikos Sampson da Kıbrıs’ta EOKA eliyle darbe yaparak meşru birleşik devletin hükümetini devirmişti. Öncesinde de Türklere dönük terör eylemleri ve katliamlar başlamıştı. 1964’te yapılamayanlar yeniden ve daha etkili şekilde tedavüle sokuluyordu. Sampson’un ve Albaylar Cuntası’nın amacı ENOSİS, yani Kıbrıs’ın tamamının Yunanistan’a katılmasıydı.

Peki neden başarılı oldu kara, deniz ve hava birliklerinin katılımıyla gerçekleşen bu zor amfibik harekat? Bunun üç büyük nedeni vardır. 1)Türkiye, o sırada ulusal birlik ve bütünlük açısından Cumhuriyet tarihinin ilk kapsamlı dış müdahalesine hazırdı. Yani, içeride kavi idi. İçeride bu iklime sahip olmayan bir devletin dünyanın karşı olduğu bir savaşa girmesi zaten macera olurdu. Birlik, bütünlük ve ulusal dayanışma o kadar güçlü idi ki Türk Silahlı Kuvvetleri Vakıfları’nın kuruluşu için (şimdiki ASELSAN, HAVELSAN, ROKETSAN, TUSAŞ vb. savunma sanayii kuruluşlarının kuruluşları bu sayede oldu) ülkenin dört bir yanından bağış yağdı. İnsanlar çıkarıp parmağındaki alyansı verdi. Amerikan ambargosu ve onun ardına dizilen batılı devletlerin ambargosuna Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları böyle yanıt verdi. Cumhurbaşkanı Korutürk, ABD ambargosuna karşı biz de onlara ambargo koyarız yanıtıyla ulusa moral verdi. 2)Bir neden de Ecevit hükümetinin, Dışişleri’nin parlak ve uyanık diplomatik manevra kabiliyetidir. Kıbrıs Barış Harekatı’na karar verilirken Yunanistan’ın demokrasiden uzaklaşıp faşist bir askeri yönetim altında olduğu mutlaka değerlendirilmiştir. Aynı şekilde onların izdüşümü olan Sampson’un niteliği ve yönelimi, durumu da değerlendirilmiştir. Öteyandan Ecevit hükümeti çaresiz kalmamış, örneğin uçak benzinini Kaddafi Libya’sından alabilmiştir. 3)Türkiye, isteseydi Kıbrıs’ın tamamını ele geçirebilirdi ancak gerçekçi bir tutumla nerede duracağını iyi saptamış ve amacının Adadaki Türklerin can güvenliğini sağlamak ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarını korumak olduğunu iyi anlatmıştır.

Kıbrıs örneğini neden verdiğime yazının sonunda geleceğim yine. 1982’den sonra bıçak gibi kesilen ASALA eylemlerinin yerine 12 Eylül Yönetimi koşullarında nüveleri 1970’lerin ikinci yarısında atılmaya başlanan ve 1978’de şekillenen, 1984’teki Eruh ve Şemdinli baskınları ile adını iyice duyuran PKK eylemlerinin ikame edildiğine tanık olduk. Bu bir rastlantı olamazdı. Malum merkezlerin Türkiye’nin üzerine Ermeni meselesi yerine Kürt ayrılıkçılığı üzerinden gelmek yolunu seçtiği anlaşılıyordu. Böylelikle hem Türkiye’nin ekonomik gelişmesi frenlenecek, hem içeride gerilime sokulacak, hem de etrafındaki gelişmelere müdahale edemediği bir iklim oluşturulacaktı. PKK, 12 Eylül sonrasında Suriye’nin kontrolündeki Bekaa Vadisi ve hatta başkent Şam’a yerleşti. Sadece bununla kalmadı, Suriye’nin kuzeyindeki Kürtler arsında da gizlice propaganda yürüterek ilişkisini geliştirdi. ( O ilişkiler sonucudur ki bugünkü YPG kendisinin kontrolünde oluştu ve ABD’nin de desteğiyle kuzeydeki aparatlar oluşturuldu) Yunanistan da bu süreçte PKK’ya aktif örtülü destek veriyordu. Batının PKK’ya desteği eğit-donat ötesinde siyasi ve moral desteği de içeriyor, Batı başkentlerinde lojistik olanaklar sunuluyor, finansal hareketlerine vb. göz yumuluyor, siyasi mülteci olarak kabul gösteriliyordu.

Türkiye, böylelikle 80’li ve 90’lı yıllarda ayrılıkçı PKK terörüne kilitlendi. Çok sayıda şehit verdik, çok sayıda yurttaş terör eylemlerinde hayatını kaybetti. Bertaraf edilen onca PKK mensubuna karşın ayrılıkçı hareket sürüyordu. 1999 başında ABD yeni bir oyun planına yöneldi. PKK’nın başındaki Öcalan’ı Türkiye’ye teslim etti ama buna karşılık ANASOL-M hükümetine idam cezasını kaldırma koşulu öne sürmüştü. Hükümet sözünü tutup idam cezasını kaldırdı. Öcalan, mahkumiyetini İmralı’da çekerken terör de neredeyse sıfırlanmıştı AK Parti hükumete geldiğinde. ABD’nin amacı 12 yıl sonra Suriye’nin kuzeyinde ortaya çıkacaktı.

Suriye, Öcalan’ı ülkesinden çıkarmak zorunda kalmış, iki ülke arasında Cumhurbaşkanı Sezer döneminde Adana Mutabakatı imzalanmıştır. Ankara ve Şam arasındaki dostluk rüzgarları Gül’ün cumhurbaşkanlığı ve Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde de sürdü. Hatta 2011’de karşılıklı olarak iki ülke vizeleri bile kaldırdı. Sonrasında maalesef Erdoğan’ın başında olduğu AK Parti hükümeti sözde Arap Baharı’nın “yeni emperyalizm” olduğunu okuyamadı ve ABD’nin kayığına binerek Şam yönetiminin devrilmesine yöneldi. Şam’daki Emevi Camii’nde namaz kılma rüyası maalesef ülkemizin dört bir yanındaki ibadet merkezlerinde şehit cenazesi namazı kılma gerçeğine dönüştü! Kuzey Irak’taki Kandil’in yanına bir de 900 küsur km’lik uzun Suriye sınırımızda ABD’nin desteğinde oluşan PKK/YPG kontrolüne verilen Suriye topraklarındaki aparatlar oluşturuldu. Erdoğan hükümeti, ABD’nin Suriye’de ne aradığını okuyamadı, gaflete düştü. Nitekim şimdi ABD, PKK/YPG silahlı unsurlarına “kara gücüm” diyor! Türkiye, güney sınırları boyunca kendisini kuşatacak oluşuma karşı tampon kurmak ve Suriye’nin kuzeyindeki oluşumun kesintisiz Hatay ve Akdeniz’e uzamasını engellemek için çok sayıda şehit verme pahasına Barış Pınarı, Zeytin Dalı, Pençe Kilit harekatlarına başvurmak zorunda kaldı. Hepsi bu olsaydı keşke… ÖSO’yu organize edip Suriye’nin bazı bölgelerinde geçici de olsa (Türkiye, halihazırda Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve siyasi birliğini savunuyor) yerleşmek zorunda kaldı izlediği yanlış politika sonucu. Ayrıca ülkemize ‘misafir’ adı altında 5 milyon civarında Suriyeli yerleşti. Bu süreç yanlış politika sonucu oluşan riskleri bertaraf ederken şehitlere, ekonomide kapkara bir deliğe, ülkede sosyal gerilime vb. yol açtı.

Erdoğan hükümetinin okuyamadığı bir olgu daha vardı; Suriye’nin Rusya ile siyasi ve askeri stratejik anlaşması küçümsendi. Bu noktada çok ciddi bir hesap hatası yapıldı.

Uzatmayayım; 2011’e kadar Türkiye’nin güvenliği Suriye’nin güneyinden başlarken şimdi Urfa’dan, Kilis’ten, diğer güney sınırımızdaki illerden başlıyor. 900 km’lik Suriye sınırı risk altında. ABD ve Rusya güneyde komşumuz oldu! Erdoğan ve etrafındaki Müslüman Kardeşler muhibbi kadronun devlet aklını bir kenara bırakıp giriştiği maceranın faturası maalesef çok büyük. Fakat zararın neresinden dönülürse kardır, hiç vakit kaybetmeden Şam yönetimi ile barış yaparak onarım sürecini başlatmak en iyisi. Bu sürecin siyasi amacı lehimize olan Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve siyasi birliğini sağlamak ve ABD’nin kara gücü ile denetiminde oluşturduğu aparatları bertaraf etmek olmalıdır. Böylece Türkiye’nin de Suriye’nin topraklarından çekilmesinin önü açılacaktır. Bu kolay mıdır? Kuşkusuz çok zordur fakat Kıbrıs örneğine bakarak başarmak mümkündür.

Son 21 şehidi Suriye’nin değil, Irak’ın sınırında verdik üç ayrı saldırıda ve aynı noktada. Demek ki bir “yumuşak karın” bırakmış askeriye. Dolmabahçe’deki son güvenlik toplantısında umarım bu husus değerlendirilmiştir. Fakat köklü bir çözüm için yapılması gereken burada da gerek Irak merkezi hükümeti gerekse KIBY ile anlaşma yoluna gitmek, onları topraklarında PKK’nın yerleştirmesinden alıkoymaktır.

Türkiye’nin 1300 km’lik uzun ve kontrolü zor sınırını güven altına alması ve buralardan gelen saldırıların son bulması için; ateş altından çıkması ve Anadolu’da artık evlere şehit ateşleri düşmemesi için Türkiye’nin yapması gereken çok ev ödevi var. Suriye, Irak ve KIBY ile anlaşmak ve ayrılıkçı teröre karşı birlikte hareket etmek yeterli değil sadece. İçeride “topyekun mücadele” konseptini de hatırlamalı ve gereği yapılmalıdır. Türkiye, Kürt yurttaşları ile de güven tesis ederek siyasi faaliyetini meşruiyet, anayasa ve yasalar ölçüsünde hangi partide olursa olsun sürdürmesini içine sindirmelidir. Bunu başaracak bir Türkiye, “Kürt sorunu” kartını Batı başkentlerinden alabilir, almalıdır da.

Kıbrıs örneğine dönebiliriz şimdi yine; o başarıda rol oynayan birlik bütünlük şimdiki süreçte de gerekiyor. Ancak hükümetin siyasi gücünü koruma uğruna dış tehlikelere karşı, güvenlik ve beka hususunda birlik görüntüsü verme yerine kutuplaşma ateşine habire odun atması çok tehlikeli bir yönelimdir. Dolmabahçe’deki güvenlik toplantısı ertesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Akşener ve Bahçeli’yi arayarak bilgi vermesi, ikinci büyük parti CHP’nin genel başkanı Özel’i pas geçmesi hakikaten de anlaşılır gibi değil! Bu bir devlet aklı olamaz! Hattızatında cumhurbaşkanının ciddi dış konularda ve güvenlik meselelerinde bütün parti liderleriyle yuvarlak masada bir araya gelmelidir. Keza, önemli meselelere ilişkin TBMM’de yerinde kapalı oturumlarda bilgilrlendirme yapılmalıdır. Fakat, iktidarın özellikle ana muhalefeti bilgilendirmesi esastır. Bu, yurttaşları ferahlatır, hainane girişimlerin cesaretini kırar. Terörle mücadelede de askere ve güvenlik güçlerine moral verir. Erdoğan’ın gerekli hallerde Dışişleri Bakanı, Milli Savunma Bakanı, İçişleri Bakanı ve MİT Başkanını Özel’e gönderip bilgilendirme yaptırmasının kıymeti ve yararı ülke çıkarları açısından yüksektir. İsmet İnönü, 1960’lardaki koalisyon hükümetlerinde başbakan iken kendi partisinden olan Dışişleri Bakanını her hafta diğer partilere gönderip dış meselelere ilişkin bilgilendirme yoluna giderdi. Erdoğan’ın bu gibi devlet aklı içeren jestler bir yana ana muhalefet partisi liderine şehit cenazelerindeki provokasyon girişimlerini kınamamasının yurttaşların yüreğini acılı günlerde nasıl sıkıştırıp üzüntüye neden olduğunu iktidar cenahından kimse görmüyor mu? CHP’nin kurucu parti olduğunu kimse unutmasın. Ölüsünün yüzde 22-25 oy aldığını da. Ki, iyi yönetilen bir CHP’nin oy potansiyeli yüzde 35-40’lar dolayındadır.

Diplomatik planda yapılması gereken, atılması gereken güney komşularıyla ilişki ve onlarla çözüm aramanın ötesinde çok adım var. Batı başkentleri nezdinde aktif bir diplomasi de yürütülmelidir. Bu doğrultuda iktidar yine ana muhalefetten de destek alırsa bu çabalar güçlenir. Örneğin, CHP, SE ve diğer platformlarda da etkili olabilir. Tabii bunun için iktidarın Dışişleri’nde istisnai atamalara artık bir son verip kariyer diplomatlarına yönelmesi, hatta deneyimli emekli diplomatlarla belki bir istişari kurul oluşturulabilir. Bu gibi çalışmalarla ancak ABD’nin güney sınırımızdaki faaliyetinin sonlandırılabilecegini de son olarak hatırlatayım.

Evet, şehitlerimizi kalbimize gömdük yine. Onlar bütün ulusun kalbinde. Ancak marifet şehit vermek değil, marifet Türkiye’yi ateş altından almak, marifet birlik görüntüsü içinde kavi ve sözüne bakılan, caydırıcı bir profil verebilmekte. Marifet tarihin derinliklerinden beri gelen istişare ve şura aklını, bu bağlamda devlet aklını tek adam ve Müslüman Kardeşler aklı yerine ikame etmekte. Marifet, ümmet değil, önce millet penceresinden bakabilmekte. Marifet, kimsenin kayığına binmeden ulusal çıkarların gereğini öne almakta. Mesele, hayalcilikten nerelere geldiğimizi görüp gerçekçi olmayı benimsemekte. Marifet, yurttaşlarının Kürt rengi ile kader birliği edecek iklimi oluşturabilmekte.

QOSHE - MUZAFFER AYHAN KARA YAZDI- TÜRKİYE ATEŞ HATTINDAN NASIL ÇIKAR? - Muzaffer Ayhan Kara
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

MUZAFFER AYHAN KARA YAZDI- TÜRKİYE ATEŞ HATTINDAN NASIL ÇIKAR?

3 0
15.01.2024

Türkiye, 1970’lerde beklenmedik Kıbrıs Barış Harekatı ile birlikte emperyalist odakların sinsi desteğinde ve örtülü refakatinde önce Ermeni terör örgütlerinin hedefi oldu. Batı başkentlerinde ve başka birçok kentte diplomatlarımız şehit edildi, diplomatik misyonlarımıza, Türkiye’nin yurdışındaki başka kuruluşlarına saldırılar düzenlendi. Bu saldırılar İstanbul’a ve Ankara’ya, Esenboğa’ya kadar uzandı. ABD’ye ve Batı’ya karşın ulusal çıkarların gereği olarak zorunluluk haline gelen Kıbrıs Barış Harekatı’na çok kızan emperyalist odaklar Türkiye’ye karşı Kurtuluş Savaşı ile tarihte kalan Ermeni meselesi üzerinden ve ASALA kartıyla yanıt veriyordu.

Yeri gelmişken… Kıbrıs Barış Harekatı neden zorunluydu? Çünkü Yunanistan’da yönetimdeki faşist Albaylar Cuntası yanlısı faşist Nikos Sampson da Kıbrıs’ta EOKA eliyle darbe yaparak meşru birleşik devletin hükümetini devirmişti. Öncesinde de Türklere dönük terör eylemleri ve katliamlar başlamıştı. 1964’te yapılamayanlar yeniden ve daha etkili şekilde tedavüle sokuluyordu. Sampson’un ve Albaylar Cuntası’nın amacı ENOSİS, yani Kıbrıs’ın tamamının Yunanistan’a katılmasıydı.

Peki neden başarılı oldu kara, deniz ve hava birliklerinin katılımıyla gerçekleşen bu zor amfibik harekat? Bunun üç büyük nedeni vardır. 1)Türkiye, o sırada ulusal birlik ve bütünlük açısından Cumhuriyet tarihinin ilk kapsamlı dış müdahalesine hazırdı. Yani, içeride kavi idi. İçeride bu iklime sahip olmayan bir devletin dünyanın karşı olduğu bir savaşa girmesi zaten macera olurdu. Birlik, bütünlük ve ulusal dayanışma o kadar güçlü idi ki Türk Silahlı Kuvvetleri Vakıfları’nın kuruluşu için (şimdiki ASELSAN, HAVELSAN, ROKETSAN, TUSAŞ vb. savunma sanayii kuruluşlarının kuruluşları bu sayede oldu) ülkenin dört bir yanından bağış yağdı. İnsanlar çıkarıp parmağındaki alyansı verdi. Amerikan ambargosu ve onun ardına dizilen batılı devletlerin ambargosuna Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları böyle yanıt verdi. Cumhurbaşkanı Korutürk, ABD ambargosuna karşı biz de onlara ambargo koyarız yanıtıyla ulusa moral verdi. 2)Bir neden de Ecevit hükümetinin, Dışişleri’nin parlak ve uyanık diplomatik manevra kabiliyetidir. Kıbrıs Barış Harekatı’na karar verilirken Yunanistan’ın demokrasiden uzaklaşıp faşist bir askeri yönetim altında olduğu mutlaka değerlendirilmiştir. Aynı şekilde onların izdüşümü olan Sampson’un niteliği ve yönelimi, durumu da değerlendirilmiştir. Öteyandan Ecevit hükümeti çaresiz kalmamış, örneğin uçak benzinini Kaddafi Libya’sından alabilmiştir. 3)Türkiye, isteseydi Kıbrıs’ın tamamını ele geçirebilirdi ancak gerçekçi bir tutumla nerede duracağını iyi saptamış ve amacının Adadaki Türklerin can güvenliğini sağlamak ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarını korumak olduğunu iyi anlatmıştır.

Kıbrıs örneğini neden verdiğime yazının sonunda geleceğim yine. 1982’den sonra bıçak gibi kesilen ASALA eylemlerinin yerine 12 Eylül Yönetimi koşullarında nüveleri 1970’lerin ikinci yarısında atılmaya başlanan ve 1978’de şekillenen, 1984’teki Eruh ve Şemdinli baskınları ile adını iyice duyuran PKK eylemlerinin ikame edildiğine tanık olduk. Bu bir rastlantı olamazdı. Malum merkezlerin Türkiye’nin üzerine Ermeni meselesi yerine Kürt ayrılıkçılığı üzerinden gelmek yolunu seçtiği anlaşılıyordu. Böylelikle hem Türkiye’nin ekonomik gelişmesi frenlenecek, hem içeride gerilime sokulacak, hem de etrafındaki gelişmelere müdahale edemediği bir iklim oluşturulacaktı. PKK, 12 Eylül sonrasında Suriye’nin kontrolündeki Bekaa Vadisi ve hatta başkent Şam’a yerleşti. Sadece bununla kalmadı, Suriye’nin kuzeyindeki Kürtler arsında da gizlice propaganda yürüterek ilişkisini geliştirdi. ( O ilişkiler sonucudur ki bugünkü YPG kendisinin kontrolünde oluştu ve ABD’nin de desteğiyle kuzeydeki aparatlar oluşturuldu) Yunanistan da bu süreçte PKK’ya aktif örtülü destek veriyordu. Batının PKK’ya desteği eğit-donat ötesinde siyasi ve moral desteği de içeriyor, Batı........

© Yurtseverlik


Get it on Google Play