Kadın, diğer kadınlara benzeyen bir kadın. Yüzünde bir uyku mahmurluğu. Saçları biraz seyrelmiş. Hafiften kilolu. Yıkanmaya hazırlanıyor. Beyaz geceliğini tehlikeli şekilde yukarılara kaldırmış. Tombul bacaklarında sevimli selülit gölgeleri. Sarıların az, kahverengilerin çok olduğu koyu renk bir duvar fonu önünde duruyor.

Bir de bakıyoruz, nereden geldiği belli olmayan okkalı bir ışık, kadını apansız bir yıldız tozu sarısına boyayıvermiş. Kadının seyrek saçlarının arkasındaki cılız lüle, uykudan şişmiş sağ yanağı, kaymaklı gerdanı, engebeli bacakları bu ışıkla pırıl pırıl yanıyor. Kadın güzelleşiyor. Öyle güzelleşiyor ki, o sıradan kadın bir anda bütün hemcinsleri arasından sıyrılıyor ve sonsuza kadar hatırlanacak, tanınacak özel bir kadın oluveriyor.

Bir tek ışık huzmesinin yarattığı bu mucizeyi şaşkınlıkla izlerken, aklıma Can Yücel geliyor. “Karanlıklar arasından bir ışın, bir kadın vücuduna vuruyor. Bacakları bütün kadınların bacaklarından, ama o ezele kalacak, o bir ışın yüzünden”.

Bir sanal müzede Hollandalı ünlü ressam Rembrandt’ın inanılmaz eserlerini izlerken aklıma bunlar geliyor işte…

Rembrandt Harmensz van Rijn’in 400’üncü yaşını kutlamak amacıyla düzenlenen sergide, 15 otoportre, çeşitli yağlıboya, desen ve gravürlerinin de yer aldığı, toplam 60 adet Rembrandt çalışması var.

Eserlere bakarken, Rembrandt’a niçin “ışığın efendisi” denildiğini bir kez daha anlıyorum. Kahverengi, siyah gibi tüm karanlık renkleri bol bol kullanan Rembrandt, bütün bu karaları öylesine bir ışıkla aydınlatmış ki, hayran kalmamak mümkün değil.

O ünlü “Doktor Tulp’un Anatomi Dersi” tablosu mesela. Toplam yedi adam, yüzlerinde merak, kuşku, şaşkınlık karışımı bir ifadeyle, siyah giyimli bir adamı dinliyorlar. Siyahlı adam, masaya boylu boyunca yatırılmış bir cesedin açılmış kolundaki kasları, damarları bir makasla çekiştirip, tıp öğrencilerine bir şeyler anlatıyor. Resmin tümüne siyahlar, kahverengiler, karanlık sarılar hakim.

Nedir, burada da yine nerden geldiği belli olmayan, daha doğrusu kaynağı ustalıkla gizlenmiş bir ışık, ortalığı bir anda aydınlatıveriyor. Tıp öğrencilerinin merak, dehşet ve korkuyla gerilmiş yüzleri, doktorun ciddi yüzü, artık kıyamete kadar hiçbir şeyin farkında olamayacak olan ölü adamın vücudu, bütün gerçekliğiyle ortaya çıkmış durumda.

“Gece Devriyesi” tablosunda da durum aynı. Tepeden tırnağa silahlı yirmi kadar haşin yüzlü adam, gecenin karanlığında bir sokaktan geçiyorlar. Resmin tam ortasında patlayan bir ışık, silahlı adamları ansızın aydınlatıyor. Işık asıl işlevini burada da gösteriyor ve karanlıkları yok ediyor. O zaman ne oluyor? Işık kol gezmeye başlayınca bir de bakıyoruz ki, o silahlı, o asık yüzlü, o burunlarından kıl aldırmaz adamlar ansızın masumlaşıyorlar. Işık onları adeta çocuklaştırıyor.

Tabloya bakarken aklıma gelen bu düşüncelerin, tablonun yapıldığı sıralarda o zamanki insanların da akıllarına geldiğini öğreniyorum sonradan. Rembrandt bu tabloyu o dönem Hollanda’sının en etkili örgütlerinden biri olan “Keskin Nişancılar Loncası”nın siparişi üzerine yapmış. Resimde görülen eli silahlı adamlar da bu loncanın gerçek üyeleriymiş ve Rembrandt’a günler ve gecelerce poz vermişler.

Derken resim bittiğinde görülmüş ki, bütün figürler Rembrandt’ın kompozisyonu için basit bir araç olarak kullanılmış. Resmi ısmarlayanlar da, bir ressamın kendilerini o zamanların hakim resim anlayışı olan “burjuva şişirmeleri”nden sıyırıp, bu dünyaya ait olmayan bir ışık-gölge oyunu içinde “konu mankeni” olarak kullanmasına kızmışlar. Anlaştıkları parayı da vermemişler.

Daha sonra Rembrandt’ın kendisini resmettiği portrelerine takılıyor gözlerim. Parlak ve zengin bir ressamken, yavaşça yoksulluğun pençesine düşen ve ömür defterini sefalet içinde izbe bir bodrumda noktalayan Rembrandt’ın otoportreleri, bütün bu acıklı hayat serüvenini de gösteriyor.

Ölüme yaklaştığı sıralardaki Rembrandt portrelerinde gürültü-patırtı, tantana, aşırı sevinç kısacası “yaşam coşkusu” dediğimiz şey yok artık. Ama ressam o taptığı ışıktan hiçbir zaman vazgeçmemiş. Kendisine her türlü cefayı gösteren kara talihine nanik yapar gibi, en çökmüş halini gösteren portrelerinde bile, amyant beyazı, magnezyum sarısı, asetilen grisi rengindeki ışıkları ateş topu gibi patlatmış. İyi de yapmış.

Sergi gezimi tamamlarken, “her şeyin aslı ışık” diye düşünüyorum. Gerçekten de ışık, kendimizi beğenmişlik, kibir ve sözde ululuk, etrafımızı sarmalayan karanlıklar yüzünden gerçekleri görememek gibi olumsuzlukları ortadan kaldırıyor.

Rivayet olunur ki Goethe son nefesini verirken, “ışık, biraz daha ışık” diye bağırmış.

Haklıymış

QOSHE - “Işık, biraz daha ışık” - Lemi Özgen
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

“Işık, biraz daha ışık”

3 1
03.02.2024

Kadın, diğer kadınlara benzeyen bir kadın. Yüzünde bir uyku mahmurluğu. Saçları biraz seyrelmiş. Hafiften kilolu. Yıkanmaya hazırlanıyor. Beyaz geceliğini tehlikeli şekilde yukarılara kaldırmış. Tombul bacaklarında sevimli selülit gölgeleri. Sarıların az, kahverengilerin çok olduğu koyu renk bir duvar fonu önünde duruyor.

Bir de bakıyoruz, nereden geldiği belli olmayan okkalı bir ışık, kadını apansız bir yıldız tozu sarısına boyayıvermiş. Kadının seyrek saçlarının arkasındaki cılız lüle, uykudan şişmiş sağ yanağı, kaymaklı gerdanı, engebeli bacakları bu ışıkla pırıl pırıl yanıyor. Kadın güzelleşiyor. Öyle güzelleşiyor ki, o sıradan kadın bir anda bütün hemcinsleri arasından sıyrılıyor ve sonsuza kadar hatırlanacak, tanınacak özel bir kadın oluveriyor.

Bir tek ışık huzmesinin yarattığı bu mucizeyi şaşkınlıkla izlerken, aklıma Can Yücel geliyor. “Karanlıklar arasından bir ışın, bir kadın vücuduna vuruyor. Bacakları bütün kadınların bacaklarından, ama o ezele kalacak, o bir ışın yüzünden”.

Bir sanal müzede Hollandalı ünlü ressam Rembrandt’ın inanılmaz eserlerini izlerken aklıma bunlar geliyor işte…

Rembrandt Harmensz van Rijn’in 400’üncü yaşını kutlamak amacıyla düzenlenen sergide, 15 otoportre, çeşitli yağlıboya, desen ve gravürlerinin de yer aldığı, toplam 60 adet Rembrandt çalışması var.

Eserlere bakarken, Rembrandt’a niçin “ışığın efendisi” denildiğini bir kez daha anlıyorum. Kahverengi, siyah gibi tüm karanlık renkleri bol bol kullanan Rembrandt, bütün bu karaları öylesine bir ışıkla aydınlatmış ki,........

© Muhalif


Get it on Google Play