Fakültenin yurt odasından çıkıp, merdivenlere doğru yürüdü. Merdivenlerin başındaki kocaman pencereye yaklaşıp, beşinci katın yüksekliğinden dışarıdaki bozkırı seyretti. İyice yükselmiş olan güneş, karşıdaki Mamak tepelerini, Seyranbağları’nı ve Hacettepe’yi sarı ışıklarla boyuyordu. Samanpazarı’ndan aşağıya doğru, mavi boyalı ve ‘yumuşacık yamuk’ yolcu arabaları iniyordu. Yurdun ve fakültenin önünden geçen asfaltta, Cebeci ve Emek yönlerine doğru dolmuşlar gidiyordu.

Yurt odalarından yükselen Ankara, Çorum, Yozgat, Konya, Samsun türkülerine, İstanbul şarkılarına kulak verdi. Kendi kentini, savrulup geldiği o kalın çizgili doğu kentini hatırlayıp üzüldü.

Sonra etrafta hiç gül göremediği için de üzüldü. Okuduğu fakülte ile kaldığı yurt binasının bahçesi iyice çıplaktı. Hemen yanlarındaki Hukuk Fakültesi’nin bahçesi çok daha yeşildi ama orada da sadece atkestaneleri, akasyalar, hanımelleri, mor salkımlar ve kadife çiçekleri vardı. Gül yoktu.

Oysa o gülleri severdi. Güllere vurgundu o. ‘Tifoya kardeş çıkan renkleriyle kokuları bile kıpkırmızı olan, görülmemiş güneşleri görülmemiş gözlere getiren, evlerin içine içine döşenen’ güllere yanıktı o. Güllere aşıktı o. “Kızarmış bir ekmek gibi duran saksılardaki sarı güllere sevdalıydı o. Umutları mektup mektup çoğaltan güllere meftundu o. Gül yaprağından kubbe, gül fidanından çatı, gül kokusundan anne ve gül şurubundan aşk sanatı olsun” isterdi o.

Utandı. En çok da ‘siyah güller, ak güller’ ve ille de ‘Geyve’nin gülleri’ne yangındı ama bunu kendi kendine söylemekten bile utanıyordu. Başını eğdi. Kendini bildi bileli yüzünde ve gözlerinde gezinip duran o anlaşılmazhüzün, tarifsiz keder ve çekilmez dertle merdivenlerden aşağıya indi.

Kız oradaydı işte. Yemekhane ile çay ocağı arasındaki iki pingpong masasının birinin başında durmuş, servis atmaya hazırlanıyordu. Sol elinin parmakları arasında bembeyaz bir mika top vardı. Yeşil renkli raketi tutan sağ eli havaya kalkmış, güzelim başı yavaşça arkaya eğilmiş, iyice kısılmış gözlerle masanın öteki ucundaki rakibine bakıyordu.

Kız güzeldi. Alnını açıkta bırakan parlak saçları, ucu zarifçe havaya kalkık burnu, ışıklı mavi gözleri ve incecik bedeniyle güzeldi. Aynı sınıfta okuduğu ve kendisi gibi şiir yazan arkadaşı Pülümürlü Cemalettin Seber haklıydı. Kız gerçekten de ünlü yıldız Grace Kelly’ye çok benziyordu.

Kız topa vurdu. Top sertçe masanın öteki yanına çarptı ve ‘tak’ diye bir ses çıkardı. Pingpong topu, masaya her vuruşunda, sesler de tak, tak diye yankılandı. Topa hiç bakmadan, sadece güzel kıza bakarak oyunu izledi. Tak tak seslerini dinledi. ‘Beyaz iplik sert iplik ve tak tak / Yuvarlak top küçük top ve tak tak / Pingpong masası varla yok arası / Ben ellerim kesik varla yok arası’ diye aklından dizeler yazdı ve kızı izledi. Masayı da izledi. ‘Ha Sezai ha pingpong masası / Ha pingpong masası ha boş tüfek / Bir el işareti eyvallah ve tak tak’ diye yine aklından dizeler yazıp, şiiri bitirdi.

Döndü. Beşinci kattaki odasına çıktı. Havada asılı kalmış olan o ağır sessizlikte şimdi sadece güller görüyordu. Loş odada bütün gördüğü, siyah ve beyaz güllerle, yoksul ve beyaz bir öğrenci yatağıydı. Defterini önüne çekti ve ‘Mona Roza’ diye yazdı. Dizeler, sadece kendisinin bildiği gizemli bir sıralamaya uygun olarak, aktı gitti. “Mona Roza, siyah güller, ak güller / Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak…”

Türk şiirinin ‘ayrıksı’ ve özgün ismi Sezai Karakoç, 1950’de Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğrenciyken aşık olduğu ve asıl adını kimseler bilmesin diye Mona Roza dediği kız için yazdığı ünlü şiirini, tam elli iki yıl boyunca sakladı, bastırmadı. Nedir, içlerinde sonradan Cemal Süreya adını alacak olan ünlü şair Cemalettin Seber’in de bulunduğu bir avuç Siyasallı yakın arkadaşı, Mona Roza şiirinin bazı kıtalarını dost toplantılarında ezberden okudular.

Şiir bir anda ünlendi. Kulaktan kulağa yayıldı. Bilinen, ezberlenen kıtaları bir araya getirildi. Elli iki yıl boyunca daktiloyla, sonra teksir makineleriyle, sonra fotokopi makineleriyle çoğaltılıp okundu. Elli, altmış, yetmiş ve seksen kuşaklarının şiir sevenleri, kitap olarak görmedikleri bir şiiri, saman kağıtlardan, soluk mürekkepli teksir ve fotokopilerden okuyup ezberledi. Aşık olanlar, apansız bir yürek yangınına düşenler, sevdalarını kıyamete kadar saklamak isteyenler Karakoç’un dizelerinde teselli aradılar. ‘Açma pencereni perdeleri çek / Mona Roza seni görmemeliyim / Bir bakışın ölmem için yetecek / Anla Mona Roza, ben bir deliyim’ cümleleri, yürekten yüreğe gezdi durdu…

Şair Sezai Karakoç, Diyarbakır Ergani’de doğdu. Çocukluğu Ergani, Maden ve Dicle’de geçti. İlkokulu Ergani’de bitirdi. Ortaokulu Kahramanmaraş’ta, liseyi de Gaziantep’te okudu.

Gaziantep Lisesi'nden ve felsefe eğitimi almak için İstanbul’a gitti. Edebiyat Fakültesi felsefe bölümünde burs bulamadı. Yüksek öğrenimden vazgeçip, memleketine dönmeyi düşündü. Derken, o tarihlerde parasız yatılı bölümü bulunan Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin adını duydu. Ankara’ya gitti ve parasız yatılı sınavını kazanarak Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girdi. Fakülte yurdundaki en iyi arkadaşı, kendisi gibi yoksulluk nedeniyle parasız yatılı okuyan Cemal Süreya oldu. İkisi de şiir yazıyordu, ikisi de yoksuldu ve ikisi de Kürt kökenliydi.

Sezai Karakoç, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdikten sonra Maliye Bakanlığı Müfettiş Muavini oldu. Yakın arkadaşı Cemal Süreya da kendisinden bir dönem önce yine maliye müfettişi olmuştu. İki yakın arkadaş fakültede başlayan dostluklarını Maliye Bakanlığı’nda da sürdürdüler. İyice ustalaşmaya başladıkları şairliklerini de uzun bir süre birlikte yürüttüler.

Karakoç zamanla İslami düşüncelerin yoğunlaştığı, metafiziğin daha ağır bastığı bir dünyaya yöneldi. Şiirle uğraşacak daha çok zaman bulabilmek için 1973 yılında her türlü resmi görevini bıraktı ve o tarihten sonra hiçbir resmi görev almadı.

Başlangıçta şiirde ikinci yeni akımı içinde yer alan Karakoç, bir süre sonra bambaşka bir şiir çizgisi tutturdu. Karakoç’un şiiri genel çizgisiyle metafizik bir şiirdi. Doğunun Yedinci Oğlu adlı şiirinde, bir babanın batıya giden ve ‘kendini kaybeden’ altı oğlundan sonra doğuda kalan yedinci oğlun kendi değerlerini korumasını bir masal şeklinde anlatan Karakoç’un hayranları, bu yedinci oğlun bizzat Sezai Karakoç olduğuna inandılar. O da buna pek de güçlü karşı çıkmayınca, kendi çevresindeki adı ‘Doğunun Yedinci Oğlu’ olarak kaldı.

En bilinen şiiri olan Mona Roza, yıllarca gizini korudu. Önceleri şiirin kime yazıldığı bilinemedi ama yıllar sonra Mona Roza’nın şifresi çözüldü.

Sezai Karakoç, Mona Roza’yı Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okurken görüp aşık olduğu, Geyveli okul arkadaşı Muazzez Akkaya için yazmıştı. Gerçekten de şiirin her kıtasındaki sözcüğün baş harfi yukarıdan aşağıya doğru akrostiş şeklinde okunduğunda, ortaya “Muazzez Akkayam” ismi çıkıyordu.

Karakoç, hep “modernlik ile geleneksellik” arasındaki büyük çelişkiyle ve bu çelişkinin sıkıntısıyla yüz yüze geldi. Yakın dostu Cemal Süreya onun için “sıkışmış, sıkıştırılmış deha, alçakgönülle katı yüksek uçuyor” demişti.

Haklıydı...

QOSHE - Doğu’nun yedinci oğlu ve Mona Roza - Lemi Özgen
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Doğu’nun yedinci oğlu ve Mona Roza

6 14
30.12.2023

Fakültenin yurt odasından çıkıp, merdivenlere doğru yürüdü. Merdivenlerin başındaki kocaman pencereye yaklaşıp, beşinci katın yüksekliğinden dışarıdaki bozkırı seyretti. İyice yükselmiş olan güneş, karşıdaki Mamak tepelerini, Seyranbağları’nı ve Hacettepe’yi sarı ışıklarla boyuyordu. Samanpazarı’ndan aşağıya doğru, mavi boyalı ve ‘yumuşacık yamuk’ yolcu arabaları iniyordu. Yurdun ve fakültenin önünden geçen asfaltta, Cebeci ve Emek yönlerine doğru dolmuşlar gidiyordu.

Yurt odalarından yükselen Ankara, Çorum, Yozgat, Konya, Samsun türkülerine, İstanbul şarkılarına kulak verdi. Kendi kentini, savrulup geldiği o kalın çizgili doğu kentini hatırlayıp üzüldü.

Sonra etrafta hiç gül göremediği için de üzüldü. Okuduğu fakülte ile kaldığı yurt binasının bahçesi iyice çıplaktı. Hemen yanlarındaki Hukuk Fakültesi’nin bahçesi çok daha yeşildi ama orada da sadece atkestaneleri, akasyalar, hanımelleri, mor salkımlar ve kadife çiçekleri vardı. Gül yoktu.

Oysa o gülleri severdi. Güllere vurgundu o. ‘Tifoya kardeş çıkan renkleriyle kokuları bile kıpkırmızı olan, görülmemiş güneşleri görülmemiş gözlere getiren, evlerin içine içine döşenen’ güllere yanıktı o. Güllere aşıktı o. “Kızarmış bir ekmek gibi duran saksılardaki sarı güllere sevdalıydı o. Umutları mektup mektup çoğaltan güllere meftundu o. Gül yaprağından kubbe, gül fidanından çatı, gül kokusundan anne ve gül şurubundan aşk sanatı olsun” isterdi o.

Utandı. En çok da ‘siyah güller, ak güller’ ve ille de ‘Geyve’nin gülleri’ne yangındı ama bunu kendi kendine söylemekten bile utanıyordu. Başını eğdi. Kendini bildi bileli yüzünde ve gözlerinde gezinip duran o anlaşılmazhüzün, tarifsiz keder ve çekilmez dertle merdivenlerden aşağıya indi.

Kız oradaydı işte. Yemekhane ile çay ocağı arasındaki iki pingpong masasının birinin başında durmuş, servis atmaya hazırlanıyordu. Sol elinin parmakları arasında bembeyaz bir mika top vardı. Yeşil renkli raketi tutan sağ eli havaya kalkmış, güzelim başı yavaşça arkaya eğilmiş, iyice kısılmış gözlerle masanın öteki ucundaki rakibine bakıyordu.

Kız güzeldi. Alnını açıkta bırakan parlak saçları, ucu zarifçe havaya kalkık burnu, ışıklı mavi gözleri ve incecik bedeniyle güzeldi. Aynı sınıfta okuduğu ve kendisi gibi şiir yazan arkadaşı Pülümürlü Cemalettin Seber haklıydı. Kız gerçekten de ünlü yıldız Grace Kelly’ye çok........

© Muhalif


Get it on Google Play